‘Önleyici polislik’ şart

‘Önleyici polislik’ şart
Türk toplumunun ruh sağlığının ortanın biraz üzerinde olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Rüstem Aşkın, cinayetler başta olmak üzere şiddet eğiliminin önüne geçilebilmesi için önleyici polisliğin gerekli olduğunu vurguluyor
Güncel Söyleşi Çetin ORANLI
[email protected]

Başlarken…
Yaklaşık 10 gün önce yaygın bir gazetemizin manşetini çocuk yaşta katil olan bireyler oluşturuyordu. Ne yazık ki şiddet eğiliminin en korkunç yansıması cinayetler, henüz 13-15 yaşındaki çocuklar tarafından da işleniyor. Şiddetle birlikte intihar vakıalarındaki artış da dikkate alındığında toplumun ruh sağlığına yakından bakılması gerekliliği ortaya çıkıyor. Tanınmış psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Rüstem Aşkın, Konya’da alanındaki en yetkin isimlerden birisi. Prof. Dr. Rüstem Aşkın’la toplumun ruh sağlığı, şiddet eğilimi ve intiharların kökeni üzerine konuştuk. (Ç.O.)

PROF. DR. RÜSTEM AŞKIN, 1961 yılında Ordu’nun Fatsa ilçesinde doğdu. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1985 yılında mezun olduktan sonra Siirt-Kurtalan’da mecburi hizmetle hekimliğe başladı. Mecburi hizmetinin bir kısmını da Konya Devlet Hastanesi’nde yaptı. 1992 sonbaharından bu yana Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi (şimdi Meram Tıp Fakültesi) Psikiyatri Anabilim Dalı’nda görev yapıyor. 2001 yılında profesörlüğe atandı. Rüstem Aşkın, 1996-2000 yılları arasında Konya-Karaman Tabip Odası Başkanlığı da yaptı.
**
* Meslekte 25 yıllık tecrübenizi ve Konya’da geçirdiğiniz 20 yılı göz önüne aldığınızda Konya halkının ruh sağlığı nasıl? İyiye mi gidiyor, kötüye mi gidiyor, ruh hastalıkları artıyor mu?
— Ruh sağlığı yönünden bir kısmı geleneksellikten kaynaklanan, bir kısmı da modernlikten kaynaklanan riskler mevcut. Mesela modern, daha da küçülmüş tek ebeveynli aileler ile tek başına yaşayan insanlarla ilişkili modern Batı toplumlarının yaygın bir sorunu ve riski söz konusu. Konya’da ise geleneksellikten kaynaklanan riskler var. Bunun başında ailelerin fazlasıyla içli-dışlı olması geliyor. Ailenin büyüklerinin bir oğlunun üst katta, bir oğlunun alt katta, kızının daha üst katta olması gibi aşırı iç içe yaşamaktan kaynaklanan ilişki sorunları oluyor. Bu durumda birbirlerinin sınırlarına müdahale, birbirlerinin haklarına ve özgürlüklerine saygı eksikliği gibi problemler doğuyor. Bir diğer risk olarak da mesela sanayi kesiminde aile işletmelerinde ortak iş yapma sonucu söz gelimi kardeşler arasında doğan sorunlarda, kurumsallaşma ve profesyonelleşme eksikliği nedeniyle daha sık rastlanıyor. Problem, kardeşlerin çatışmaları, sonra işlerini ayırmaları, daha sonra da işlerinin küçülmesi ile sonuçlanıyor. Bu da bir ruh sağlığı sorunu olarak yansıyor, aile bireylerinin birbirlerine olan destekleri azalıyor. Bir de Konya’ya özgü diyebileceğimiz bir sorun daha var; Konya bir tarım şehri. Konya’da yaşayan nüfusun çoğunluğu kasabalarda, köylerde az veya çok arazileri olan, yılın belli dönemlerinde arazide, kış dönemlerinde daha çok şehirde yaşayan bir kitle var. Bunlarda en temel sorunu da kentleşme olarak görüyoruz. Mesela bu şekilde kente gelmiş insanımız bir trafik karmaşası durumunda şunu bilmiyor; yayalar öncelik hakkına sahiptir, geçiş hakkı öncelikle yayalardadır. Bunun tersine, ‘araba bende ise güç de bendedir’ düşüncesiyle bağırıyor, çağırıyor, yaya ile tartışıyor, hatta bazen yayaların üzerine araba sürüldüğüne şahit olabiliyoruz. Bu tür utanılacak tarzda trafikle ilişkili kentleşme sorunlarına da sıklıkla karşı karşıya kalabiliyoruz. Bunun neticesinde; kaos, karmaşa, yeni kurallara alışamama veya kırsal bölgelerdeki geleneğimizi olduğu gibi gittiğimiz yere taşımak veya kabadayılık, maçoluk gibi, şiddeti körükleyici sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Bir aile bünyesinde bununla bağlantılı rastladığımız önemli bir sorun daha var. Mesela küçük orta sınıfta yer alan bazı esnaflar, özellikle normal aile geleneğine uymayan çapkınlık veya eğlencevari şeyleri birbirlerine övünerek anlatabiliyorlar. Hatta yapmadıklarını bile yapmış anlatarak diğerlerini de özendirici ve kışkırtıcı olabiliyorlar. Bunun modernize edilmiş bir boyutunu Akdeniz bölgesinde yabancı kadınlarla eğlenceler oluşturuyor. Geleneksel ve çirkin bir boyutunu da herhangi bir kadına ikinci, üçüncü kadına ev açmak şeklinde kendini gösteriyor.
TRAFİKTEKİ KABALIK, ŞEHİRLEŞME ZAYIFLIĞINI GÖSTERİYOR
* Trafikte ciddi bir hoşgörüsüzlük var. Sizin verdiğiniz örnekler arasında da geçti; trafikteki sorunlar aslında toplumdaki sorunların da özeti değil mi?
— Evet, iğrenç bir durum var trafikte. Evimize birisi gelse ona iyi davranıyor, güzelce ağırlıyoruz. Ama aynı kişiyle trafikte karşılaştığımızda özellikle yarışa kalkmak, öne geçmek gibi eylemlere girişiyoruz. ‘Ben öne geçeceğim’ şeklindeki davranış, şehirleşme geleneğimizin, medenileşme anlayışımızın zayıflığını gösteriyor. Mesela bir iki kişi bankaya girerken veya otobüse-dolmuşa binerken, ya da kaldırımda yürürken birbirini itekleyerek öne atlaması ne denli çirkin ise bir arabanın da öbür arabanın önüne atlaması, çizgilerde slalom yapıp sağdan sola-soldan sağa rahat bir şekilde yol alması, bütün arabaları solmaya çalışması, belki 18–20 yaş gençleri için görülebilir. Ama bu davranış daha ileri yaşlara taşınmışsa aynı zamanda olgunlaşma eksikliğimizi de ifade ediyor. Yine bunlarla övünen bunları birbirine keyifle anlatan bir gelenek varsa, bu gelenek bir şekilde yaygınsa kentleşmemiz zayıf, uzlaşma sorunumuz var demektir. Bizde trafikte hoşgörüden öte saygı yok.
* Siz de trafikte şahsen gerginlik yaşıyor musunuz?
- Sık sık yaşıyoruz. Birisi önüne atlıyor, korna çalıyor. Korna çalmak benim bildiğim Avrupa’da ve Amerika’da uygulanan, bizde uygulanmayan bir yasak. Korna çalmak, hem çevredeki insanları rahatsız eder, hem de önündeki insana hakarettir. Ama bunu düşünmüyoruz. Sarı ışık yanar yanmaz insanlar kornalara yükleniyor. Biraz da belki karakterimizdeki telaşlılık, hemen iş yapma özellikler de katkı sağlıyor.
HER RUHSAL SORUN DEPRESYON OLARAK ALGILANIYOR
* Depresyon, toplumdaki bu sorunların sonucu olarak mı doğuyor?
— Depresyon kişiler arası ilişkilerden doğrudan etkileniyor. İnsanları hasta eden yine başka insanlardır. O zaman insanların tedavi olmasında da başka insanlarla ilişkisinin düzelmesi, onlardan yeterli destek alması, iyi ortam bulması birinci sırada gelir. İlaçlar ikinci sırada yer alır.
* Antidepresanların son dönemde tüketiminin ciddi oranda arttığı biliniyor. Gerçekten depresyon rahatsızlıklarında hızlı bir artış var mı? Şayet depresyonda çok fazla artış yoksa antidepresan ilaçların tüketiminin artmasını neye bağlıyorsunuz?
— Depresyon oranlarında belki bir kıpırdanmadan söz edilebilir ama depresyon hem sanıldığı, hem de yazıldığı kadar yaygın bir durum değildir. Depresyonla ilgili dünyadaki artış ise adeta küçük üzüntüleri, birçoğu günlük problem ve zorlanma diyebileceğimiz sorunları depresyon kategorisine sokma şeklindeki aşırı geniş yaklaşımla ilişkilidir. Ama dönem dönem depresyonda kıpırdanmalar olabilir. Özellikle ekonomik krizler, ya da siyasi belirsizlikler, çatışmalar, işsizlik depresyon oranlarını nispeten yükseltebilir. Depresyon çok çok yaygın bir ruh sağlığı sorunu değildir. Fakat ihmal edilemeyecek kadar yaygındır ve diğer tüm bu ruh sağlığı sorunlarından daha yaygındır. Antidepresan ilaçların tüketimindeki artışın bazı nedenleri var. Öncelikle antidepresan ilaçları sadece depresyonda yazmıyoruz. Birçok kaygı bozukluğunda antidepresan ilaçlarını yazıyoruz. Başta depresyon olmak üzere; mesela temizlik-titizlik hastalığı dediğimiz obsesif komposif bozuklukta, panik hastalığında, yer yer böyle çekingenlik dediğimiz sosyal fobi durumlarında, travmalarda, ruhsal örselenme sonrası gelişen sorunlarda antidepresanları yazıyoruz. Yıllar içerisinde halkın bu sorunlara yaklaşımı ile ilgili olumlu değişiklikler yaşanıyor. İnsanlar medyadan öğrendikleri ile bu rahatsızlıklarla ilgili bir bilinç geliştirebiliyorlar. Bu bilinç geliştikçe de bunların cinci hoca işi olmadığını görüp psikiyatrik yardım almaya başlıyorlar. Yardım almanın bir zavallılık, acizlik durumu olmadığını fark ediyorlar. Dolayısıyla psikiyatri başvuruları git gide artıyor. Bu arttıkça da antidepresan ilaç kullanımı artıyor. Her soruna depresyon deme eğilimi, zaman zaman pratisyen hekimlerin, dâhiliyecilerin, psikiyatri ile alakası olmayan birçok hekimin gereksiz yere ilaç yazması durumu ortaya çıkabiliyor. Tabi ki hekime ulaşma kolaylaştı. Devletin sağladığı kolaylıklarla şimdi insanlar, en ufak sorununda özel ya da resmi hastaneye kolaylıkla ulaşabiliyor. Bu da ilaç yazımını kolaylaştırıyor.
10 KİŞİDEN BİRİNDE ÖLÜM TEHLİKESİ
* Depresyon toplum ve bireyler için sanıldığı kadar tehlikeli bir rahatsızlık mıdır veya hangi aşamada tehlikelidir?
— Depresyonun sanıldığı kadar yaygın olduğunu düşünmüyorum ama çok seyrek bir durum da değildir. Yaklaşık her 20 kişiden birini etkiler. Etkilediği her 10 kişiden birinde de ciddi ölüm tehlikesi oluşturur. Bu tehlikenin ana kaynağı intiharlardır. Bu yönüyle depresyonun en dramatik tarafı intiharlarla sonuçlanma riski taşımasıdır. Bunu da küçümsemememiz gerekir.
* Son dönemde artan intihar vakıalarında bizim gözlemlerimize göre belirgin bir artış var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İntihar vakıalarındaki artış neyin göstergesi?
— Biz psikiyatr olduğumuz için, bir vakıa ölümle sonuçlandığında adli tıpa geliyor. Bizim haberimiz olmuyor. Bize intihar girişmeleri, ölümle sonuçlanmayan durumlarda geliyorlar. Bu da oldukça sıktır. Son yıllarda daha da arttı. İletişimin kolaylaşması, cep telefonunu, ergenlerin TV filmlerinden etkilenerek yaşadıkları abartılı aşkları intihar teşebbüsü jestleri oldukça artmış görünüyor. Bunun yanı sıra uyuşturucu kullanımı da çok arttı son yıllarda. Bunun da hem intihar, hem depresyon ve hem de şizofren hastalıkları artırdığını görüyoruz. Bu tür vakalar daha çok geliyor.
* İletişim bilimciler ve sosyologlar televizyonun toplumu olumsuz etkilediğine sıkça vurgu yapar. Sizin gözlemlerinize göre televizyonun toplumun ruh sağlığı üzerinde ne gibi etkisi var?
— Televizyon eğitim ve benzeri amaçlarla iyi kullanıldığı zaman tartışmasız iyi bir araç. Ama bir iyi iletisi varsa en az 10 tane kötü iletiyi içinde barındıran bir araç. Televizyonla  ilgili sorunların sadece kısıtlamalarla çözülmesi mümkün değil. Her yasağın arkasından dolanılabilecek bir çözüm bulunulabiliyor. TV kullanımı da Türkiye’de çok eski olmadığı için veya insanların gezme, eğlenme, spor yapma gibi alternatiflerinin kısıtlı olduğu veya ekonomik olanaksızlıklar nedeniyle TV’yi insanlar öncelikli eğlence olarak yaygın bir şekilde kullanıyor. Özellikle orta yaşlı ev hanımlarının sabah dramatik programlara sakız gibi yapıştığını, sonuna kadar izlediğini, bunun televizyoncuların yayın akışını da belirlemede etkili olduğunu biliyoruz.
KAN DAVALARINDAN CİNAYETE YÖN DEĞİŞTİREN ŞİDDET…
* Toplumda şiddet eğilimini acı bir şekilde ortaya koyan birtakım olaylar var. Geçtiğimiz günlerde Konya ve Ermenek’te 14-15 yaşlarında iki çocuk, katil oldu. Aynı gün içerisinde yine aynı yaşlarda bir çocuk Kahramanmaraş’ta birini öldürdü. Bu bir arızanın göstergesi değil mi? Şiddet eğilimi nereden besleniyor, çocuk yaştaki insanlar nasıl bir katil olabiliyor, toplum nereye gidiyor?
— Şiddet eğiliminden gerçekten söz edebiliriz ama biz kuşağımız itibariyle eski yıllardaki öyle kan davaları, korkunç zalimane vahşetleri açıkçası aynı şekilde yaşamıyoruz. Bunların rakamsal değerlerini tam olarak bilemiyorum ama insanların çok basit şeylerden dolayı cinayet işleyebildiklerine şahit oluyoruz. ‘10 lira için cinayet’ deniliyor ya… Birisi diğerine çirkin bir laf söyleyebiliyor, diğeri küfür ediyor. Yine sıradan ve basit, iletişimle ilgili eksiklerden kaynaklanan, aşırı gururlu, kibirli eğilimlerimiz de şiddeti besleyen önemli bir unsur olarak düşünülmelidir. Toplumun ve büyüklerin bu tür eğilimleri törpüleyecek bir kültürü ve medya ortamını sağlamasını dileriz. Bir geçiş süreci olarak kentleşme sorununu da öne koymalıyız. İnsanlar varoşlarda, dar alanlarda, daha sınırlı imkânlarla, ekonomik yönden dezavantajlı yaşadıkları sürece yine küçük şeylerden şiddete başvurma eğilimi olabilir. Kimi insanların hapishaneyi bile bir lüks algıladığı toplum kesimi var ki alt kültür gruplarında bu yine şiddeti kolaylaştırabiliyor.
ÖNLEYİCİ POLİSLİK HİZMETLERİNE GEÇİLMELİ
* Dizilerle ortaya konulan rol-modellerin de şiddete etkisi var mı? Sadece bir diziyle ilgili değil ama ‘Polatlaşma-Mematileşme’ olgusunun da çocuklar ve gençler üzerinde şiddeti tetikleme gibi bir etkisi var değil mi?
— Doğru, bu çok çok önemli. Ama bununla paralel bir şey akla geliyor. Bizim polis sayımız arttı, kalitesi de eskisinden iyi. Ama güvenlik güçlerinin toplumun daha fazla içine nüfuz ederek bu tür eğilimleri tespit etmeleri, istihbaratını yapmaları, onlara zamanında müdahale etmeleri evresine artık girmeliyiz. Yani sadece sayısal olarak çok sayıda güvenlik görevlisiyle olacak şeyler değil bunlar. Emniyetimiz daha ince planlar ve projeler geliştirebilmeli. Bunları çok çok azaltabilir, olduğu anda anında müdahale edebilir. Veya  hemen hemen hiçbir suçluyu kaçırmadan, hiçbir olayı karanlıkta bırakmadan bunları aydınlatabilir.
* Önleyici polislik hizmetleri yani.
— Evet, öyle bir çalışma caydırıcı olacaktır.
* Toplumsal bazda ailelere bu noktada ne gibi görevler düşüyor? Çocukları ‘kurt gibi mi, kuzu gibi mi’ yetiştirmek gerekir? Güzel ahlak ve hak bilinci aşılamak ailelere bir görev değil mi?
— Güzel ahlâk aşılamamız için kendimizin güzel ahlaklı olması gerekiyor. Çocuklar ahlâkı sözlerden değil, davranışlardan alıyor. ‘Benim annem böyleydi, benim annem şöyleydi’ diye gurur duyabilecekleri ve özenebilecekleri bir ebeveyn modeli sunabilirsek biz, sözler onun arkasından gelir. Ne yazık ki biz sözleri ön plana çıkarıyoruz. Kendi davranışlarımız, kendi kuralsızlıklarımız daha belirleyici olabiliyor. Kurt gibi, kuzu gibi yönüne gelince de zaman zaman ailenin en küçük veya tek çocuğu, ya da tek oğlu veya Konya’ya mahsus bir şekilde annesinin babasının adını verdiği çocuklara karşı olağanüstü bir kuralsızlık gözleyebiliyoruz. Bu da çocukların ergenlik ve gençlik dönemlerinde ciddi bunalımlar ve anormal davranışlar geliştirmeleriyle, sorumsuz bir eğitimle büyümeleriyle sonuçlanıyor. Bu durumda da çocuk hem şiddete, hem de kendi anne-babasına başkaldırıya yönelebiliyor. Babasına karşı zaman zaman çok saygısız davranışlar, annesine saldıracak kadar kuralsız çocuklarla karşılaşabiliyoruz. Bu çocukların bir kısmı da sadece ahlâki değil, ruhsal sorunlarından kaynaklanıyor. Ebeveynlerin bu konuda ruhsal ve ahlaki konularda danışmanlık almaları gerekir. Ama önce çocuklarında ruhsal bir hastalık var mı, onu tespit etmeleri gerekiyor.
* Türk toplumu genel olarak ruhen sağlıklı mı? Ruh sağlığı için genel anlamda bir skala belirlenmiş olsa, Türk toplumunun dünyaya göre bu skaladaki yeri nedir?
—Belki ortalamanın üzerinde diyebilirim. Aile bağlarının, geleneksel dayanışmanın, hoş vakit geçirmek için kardeşlerin, akrabaların birbirine bağlılığının ruhsal sorunları azalttığı veya koruyucu olduğu açıktır. Bu yönüyle dünya ortalamasında düşünürsek ortalamanın üzerinde diyebiliriz. Yine bizim kültürümüz, inancımız azla yetinme gibi bir şeyi de öneriyor. Bunu ne kadar uyguladığımız tartışılabilir. Bunun da büyük ölçüde etkisi var. Çok yoksul insanların çok mutlu olduklarını görebiliyoruz. Bunda kanaatkâr kültürün, inançlarımızın çok önemli bir payı olduğunu düşünmeliyiz. 
PSİKİYATR İHTİYACI NASIL ANLAŞILIR?
* Bir bireyin ruhsal tedavi için doktora gitmeye gereksinimi olduğu nasıl anlaşılır?
— Bunun en önemli kriteri, çevresindekilerin, ‘ya sen bir doktora görün’ demesidir. Çevremizden, ‘sen rahat değilsin, huzursuzsun, çok gerginsin’ gibi uyarılar alıyorsak bu bizde bir değişim olduğu anlamına geliyor. O zaman doktora başvurmak gerekir. Doktora gittiğiniz zaman illa ki hastaymışsınız gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Hastalıkla normallik arasında zorlanma da olabilir. Zorlanma altındaki bireylerin doktora başvurmaları, hastalanmadan kendilerini korumaları açısından çok yerinde bir davranıştır.
* İnsanlarımız böyle bir ihtiyaç duyduğunda ilk aşamada nereye gitmeli? Hastalar nereye başvuracağını biliyor mu?
— Kesinlikle önce tüm hastaların sağlık ocağına, ya da aile hekimine gitmesi lazım. Mesela bazen hastalarımız, ‘ya falanca iyi doktormuş’ diyor. Burada hekimlikteki branşlaşmanın önemini bilmeksizin böyle şeyler söylüyoruz. Falancanın iyi doktor olması ayrı bir şey, sizin alanınızda çalışıyor olması farklı bir şey. Mutlaka her sorunda insanın önce sağlık ocağına başvurması ve kimi önerirsiniz diye sorması gerekir. Sağlık ocağında sorunların yüzde 60-70’i çözülür. Ama insanlar sadece ilaç yazdırmak için gidiyor sağlık ocağına. İnsanlar mutlaka oraya danışmalı, oranın yönlendirmesiyle yol çizmelidir.
* Toplum psikolog-psikiyatr ayrımının farkında mı? Psikolog ve psikiyatr bireylere hangi konularda yardımcı olabilir?
* Psikolog-psikiyatr konusunda halkın kafası genelde karışık. Psikoloji aynen biyoloji, anatomi gibi bir temel bilimdir, hastalık bilimi değildir. Ama ülkemizde çok sayıda olmakla birlikte ‘klinik psikoloji’ eğitimi almış, doktora yapmış kişiler olabiliyor. Klinik psikologlar da hastaya bakamaz, ancak psikiyatri uzmanının gördüğü ve kendilerine yönlendirdiği ve ‘şu alanda bak’ dediği hastalarla ilgili çalışabilirler. Yoksa psikoloji alanında doğrudan hastalık bilgisi ve bilimi işlenmez. Hastalığı bilmeyen bir insan da, ‘tedavi ederim’ diyemez. Danışmanlık gibi şeyleri büyük ölçüde yine yetersiz bilgiyle yaptıkları uygulamalardır. Doğrusu danışmanlık adı altında hastalık tedavisine kalkmaktadır ki bu yasal değildir. Yine  danışmanlık için de özel bir eğitimden geçilmesi gereklidir.
* Psikiyatri uzmanları toplumun bazı kesimlerinde, ‘deli doktoru’ olarak algılanıyor. Son olarak bu izlenimle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
— Psikiyatrın deli doktoru olduğu yönünde düşük eğitimli kitlelerde daha yaygın bir izlenim veya psikiyatr ilaç yazdığı zaman bu hastalığın ağır olduğu yönündeki izlenim son derece yanlıştır. Psikiyatrik sorunu olan kişiler arasında ağır hasta, ya da halkın deli dediği nüfusa girebilecek insanların oranı yüzde 3’ü, 5’i geçmez. Diğer yüzde 97’si veya 95’i ağır olmayan hastalıklar kategorisindedir.
**
 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.