Kemal Yılmaz’la eğitim ve ‘aydın’ kavramı üzerine

Kemal Yılmaz’la eğitim ve ‘aydın’ kavramı üzerine
Mustafa Kemal YILMAZ Kimdir?1933 yılında Konya-Bozkır-Yelbeği köyünde doğdu. İvriz İlköğretim okulunu bitirdi. Bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı.
Bursa Eğitim Enstitüsü Edebiyat bölümünü bitirdikten sonra çeşitli il ve ilçelerde Türkçe, Türk Dili ve Edebiyat öğretmenliği, Ortaokul ve Lise Müdürlüğü yaptı.
İl Millî Eğitim Müdürlüğü, Millî Eğitim Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevlerinde bulundu. Bu arada Türkiye’de “Öğretmen Evi” projesinin öncülerinden, zor şartlar içinde savunucusu oldu.
Politikaya girmek üzere 1983 yılında emekli oldu. Ancak millet iradesinin dışında –demokratik kurallar ötesinde- vetolarla karşılaştı. Politikada açmazları, acımasızlıkları kabullendi. Vazgeçti…
Mahalli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Şiirleri Varlık, Çağrı, Elif, Beşgen dergilerinde yer aldı.
 Öğrencilik yıllarında –İkindi Çağrıları- adlı bir şiir kitabı yayınlandı.
M. Kemal Yılmaz evli ve üç çocuk babasıdır.
Eserleri:
İkindi Çağrıları (şiirler)
Vatanın Bağrında Zalimler, Masumlar, Tanıklar ve Yazabildiklerim
A Dünya O Dünya I (şiirler)
A Dünya O Dünya II (şiirler)
Karanlık Savaş ve E-Posta
Çok sayıda yayınlanmış makale ve köşe yazıları


Bu haftaki konuğum, eğitim alanında yıllarca emek vermiş, ince ruhunun güzelliklerini şiirlerinde yansıtmış, kıymetli bir şahsiyet. İlgiyle okuyacağınızı düşündüğüm röportajımla sizleri baş başa bırakıyorum.

Küçükkoner: Siyaset konumuzun dışında. Fakat son eseriniz “KARANLIK SAVAŞ ve E.POSTA” da darbeler üzerinde genişçe durmuşsunuz. Türkiye de darbeler son bulur mu? Nasıl son bulur?  
Yılmaz: Sorunuz geniş kapsamlı yerinde bir soru. Çoğu milletlerin siyasi tarihlerinde zaman zaman darbelere, ihtilâllere, muhtıralara rastlanır. Bunlardan en çok bilineni 1789 Fransız İhtilalı’dır. Köklü bir ihtilâldır. Fonksiyoner de olmuştur.
Bizim konumuz “Türkiye de darbeler” son bulur mu? Nasıl son bulur? Elbette son bulur. Son bulmalıdır.
Sosyal barış, toplumsal anlayış ve milli mutabakat sağlandığı…
 Kişi, zümre, sınıf çıkarlarının önüne geçildiği…
İdeolojik çarpıklıkların en aza indirildiği…
Vatandaşların ileri derecede bir eğitimden geçirildiği, çağdaş uygarlık düzeyine çıkarıldığı, hakkına, oyuna sahip çıktığı…
Milletin mutluluğu, refahı, huzuru sağlandığı…
Demokrasi; bütün kurum ve kurallarıyla bütün katmanlarda tam ve doğru algılandığı…
Millî ülkü, millî birlik, sorumluluk duygusu gene bütün katmanlarca paylaşıldığı…
Kendisinde güç vehmedenlerin çoğunluğa hâkim olma hayal ve hevesi kesin tedbirlerle sona erdirildiği…
İnsanların birbirini aldatma, atlatma, soygun, vurgun, rüşvet genel anlayış ve alışkanlığından uzaklaştırıldığı…
Haksızlığa hak;  adaletsizliğe adalet; ehliyetsizliğe ehliyet, cehalete bilgi, kültür, ahlaksızlığa ahlak, kine, nefrete öfkeye hoşgörü ve sevgi; kavgaya, savaşa anlaşma, anlayış, barış, uzlaşma, hâkim kılındığı…
Söz sahibi bürokratların, fertlerin devletin hayati geleceği ile ilgili “gizli” damgasıyla dosyalardaki çok sayıdaki evrakın Seka’ya taşınması, yakılması önlenip, üst düzeyde kurulacak uzmanlar kurulu tarafından değerlendirilerek gerekli görülenler zamanında yargı önüne çıkarıldığı…
Hassasiyetlerimizin ön plana alınıp yaygınlaştırıldığı...
Devletin gözetiminde ve denetiminde fen bilimlerinin yanında milletin ihtiyacı olan dinî eğitim ve öğretiminin de açık yeterli ve şeffaf olarak yapıldığı…
Her devrede her zaman kimi ordu mensuplarımızın “Cumhuriyeti Koruma ve Kollama” görevinin kendileriyle sınırlı olmadığının bilindiği…
Atatürk’ün gençliğe hitabesindeki anlam doğru algılandığı…
İslâmiyet ile Cumhuriyet’in çatışma halinde olmadığı bilincine ulaşıldığı...
Katmanlar arası ilişkilerin sorumluluk duygusu ve sınırları içinde birbirine karşı tam bir güvenle hukuk çerçevesinde yürütüldüğü…
Siyasî partiler arası ilişkilerin zıtlaşma, inatlaşma zemininden uzak, ideolojik kavgaların dışında milletin refahını yükseltmede kalkınmada, hamleci yolda rekabet etme düzeyini gösterdikleri, siyasî iktidarların bütünüyle milleti kucakladıkları ehil kadrolarla yola devam ettikleri…
   Gene siyasî iktidarların içerde ve dışarıda kabul edilir, bir diploması uyguladıkları…
Devletimize ve milletimize karşı uygulanan, bölücü, yıkıcı, sinsi, karışık, karmaşık ve “ KARANLIK SAVAŞ’A” karşı siyasal iktidarlara yardımcı olarak bütün milletin, muhalefetin uyanık olduğu, birlikte tepki gösterildiği günlük politika anlayış ve alışkanlığının esiri olunmadığı…
Ve daha önemlisi müttefikimiz zannettiğimiz yol kesenlerin Büyük Türkiye üzerindeki gene gizli, sinsi, karışık, karmaşık tuzaklarına düşülmediği, oyununa gelinmediği…
Darbelerin,  ihtilalların muhtıra ve mektupların etkili olmadığının, aksine vatan bağrında hainlerin var olmaya devam ettiği gerçeğinin bilinci içerisinde demokrasiden başka çare olmadığı milletçe kabullenildiği…
Ve bütün bunların özeti olarak millî iradeye saygı duyulduğu…
Yasama, Yürütme ve Yargı organlarının görevini hakkıyla yaptığı, kararlarında tereddüt yaratmadığı zaman, Türkiye’de darbeler elbette son bulur. Son bulmalıdır.
Çünkü demokrasiler de son çare millet iradesidir. Seçimden başka çare, çare sayılmamalıdır. Bu söylediklerim kişisel görüşlerimdir.
Ne var ki, en çetin devrelerde olayların içinde yaşamış emekli bir eğitimci, eğitim yöneticisi olarak bir ömrün özeti olarak ta kabul edilebilir.
 Umutsuzluk insanın kendisine güvensizliğidir. Bizim kendimize güvenimiz vardır. Olmalıdır. Çünkü köklü bir devlet ve millet geleneğine sahip; çile çekmiş mücadele vermiş, bir büyük “ Kurtuluş Savaşı” sonrası Cumhuriyet’i kurmuş, sabretmiş, birbirine güvenmenin önemini kavramış, tecrübeli kadroların rehberliğinde bütün engellere, engellemelere,  olumsuzluklara rağmen “ Düşünceyi ilke edinen”  bilen, imanlı, çağdaş, yüksek teknolojinin farkına varmış gençler hızla çoğalıyor.
Eksikliklerimiz olabilir.  Bu eksikliklerimizi tamamlayarak…
Bir örnek; siyasî partilerden birisi iktidar olduktan sonra ihtilalların, darbelerin, muhtıraların, mektuplarını hukuk yönünü inceleyip yargıya götürürse, gereği de yerine getirilirse bu da caydırıcı sebeplerden birisi olarak gözükmektedir.
Sorunuzda da olduğu gibi bu konu üzerinde gerek “Karanlık Savaş ve E-Posta” ve gerekse geçtiğimiz yıllarda yayına giren “VATANIN BAĞRINDA ZALİMLER, MASUMLAR, TANIKLAR ve YAZABİLDİKLERİM” adlı eserlerimde genişçe durdum.
İhtilallar, Darbeler, Muhtıralar, Mektuplar nasıl önlenir sorusuna cevaplar aramaya çalıştım.

Küçükkoner:  Siz eğitimci olarak teşkilatın en üst kademlerinde görev yapmış birisi olarak eğitim ve öğretimin öneminden bahseder misiniz?
Yılmaz: Eğitim konusu elbette çok önemli bir konu. Sorunuzda önemli bir soru. Aynı zamanda kapsamlı bir soru. İddiasız ama belli sınırlar içerisinde kısaca özetlemeye çalışacağım.
Milletlerin ilerlemesinde, kalkınmasında refahının sağlanmasında çağdaş, uygularlık seviyesine çıkmasında, ilerleyen, değişen dünya şartlarına ayak uydurmasında elbette eğitilmiş insan gücünün payı ve rolü en ön sırayı almaktadır.
Eğitim – Öğretim nedir? 
Eğitimden maksat nedir?
Her düşünce sahibi kendi düşündüğü gibi bir sonuca varmasın diye ülkemizde eğitime “Milli Eğitim” denmiştir. İlgili bakanlığa da, Milli Eğitim Bakanlığı…
Bu önemli bir anlamı içermektedir. Bunun için Sait Halim Paşa’nın bir tespiti var:
“ …  Milletlerin ilerlemesinde en mühim amil, fikir adamları, bilgin ve aydın tabakalar ile umumi efkârı idare edenlerdir. Toplumu hayra ve hakikate giden yolda ilerletmek bunların vazifesidir. O halde İslâmî değerleri gözden düşürmeye, unutturmaya çalışacaklarına, aksine iyice öğrenmek ilk işleri olmalıdır.
…  Eğer İngiliz, Fransız yahut Alman terbiye metotları iyi iseler maksatları iyi İngiliz, iyi Fransız, iyi Alman yetiştirmek olduğu ve bunda muvaffak oldukları için iyidirler. Bu sebeple bir milletin terbiye metodunun diğer bir millete de uygun gelmesine ihtimal yoktur…”
Batılı milletlerin kabul ettikleri eğitim metotlarını inceleyince,  bu milletlerin her birisinin,  kendi fertlerini insanların en iyisi ve en mükemmel bir Hıristiyan saydıklarını görüyoruz. Yani bu milletlerin kendi terbiye metotları ile varmak istedikleri maksat her şeyden önce millîdir.
İslâm anlayışına göre ise, iyi bir Müslüman yetiştirmek demek, her bakımdan olgunlaşmış, yüksek bir anlayışa, yüksek bir irfana ermiş, kendi saadetini başkalarının felaketinde veya kendi yükselişini başkalarının alçalmasında aramayan iyi bir Türk, iyi bir Arap, iyi bir İranlı, iyi bir Hintli yetiştirmek demektir.
O halde İslâm terbiyesinin takip ettiği maksat bulundukları her yerde, gerek mensup oldukları her yerde, gerek mensup oldukları, gerekse içinde yaşadıkları cemiyetlerde, saadetin kıymetli unsurları, ilerlemenin gerçek amilleri olacak insanlar meydana çıkarmaktadır.
İşte İslâmiyet’in cihanşümul ve insanî olan yüksek mahiyetine bu da başka bir delildir.
İslam terbiyesi olgunlaşmayı, ferdin manevî ve ruhî kabiliyetlerini tam bir serbestlik içinde geliştirip tatbik ettirmek suretiyle elde etmek ister. Irk ve milliyet üzerinde durmaz. Kendilerine emanet edilen genç ruhları sağlam bir ahlâk, yüksek bir gaye vererek yetiştirmek ve gelecek nesilleri teşkil etmek vazifesini üzerine alanlar, memleketlerine karşı yüklendikleri pek büyük mesuliyetin derecesini hakkıyla takdir etmelidirler.
İnsana verilecek millî eğitim konusunda Atatürk ne diyor kulak verelim;
“ Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sırrı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine ulusal geleneklerine düşman olan bütün elemanlarla savaş gereği öğretilmelidir. Uluslar arası durumu dünyaya göre böyle bir savaşın gerektirdiği ruhsal öğelerle donanmış olmayan bireyler ve bu nitelikte bireylerden meydana gelmiş toplumlara hayat ve bağımsızlık yoktur.
 Hiçbir zaman hatırımızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller bekler.”

Küçükkoner: Mevcut eğitim sistemi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Yılmaz: Esasen bu soruda 2. soruyla bağlantılı gibidir. Bu bakımdan 2. soruda eksik kalan hususları bu soruyu cevaplarken gidermeye çalışalım.
İlkokul Başöğretmenliğinden Bakanlık müşavirliğine kadar her kademede çalıştım. Bu deneyimlerimin ışığı altında cevap vermeye çalışacağım. Günümüz dünyasında değişimler, dönüşümler hızlı oluyor. Hür dünya ülkelerinde yaşayan yurttaşların eğitim alanındaki çabaların artırması gerekmektedir.  Çünkü uzun vadede ulaşılması istenilen hedefler bakımından eğitim öğretimin can alıcı önem taşıdığı artık iyi bilinmektedir. Az gelişmiş ülkelerin karşı karşıya bulundukları sorunların arasında, bilgilerini artırmak, ilerlemek sorunu başta gelmektedir. Her şeyin bir bedeli olduğu gibi özgür olmanın, özgür yaşamanın, özgür kalabilmenin bedeli de, üstün fedakârlıkları göze almaktadır. Bu da ancak eğitimle mümkündür.
Sistematiğe uymadan Türkiye’miz de ekonomik, sosyal ve coğrafi şartlar gereği uygulaması zaruri gibi görülen bir yeni sistem teklifini “İLK ve ORTAÖĞRETİMDE OKULLAR BİRLİĞİ YA DA KAMPÜSE DOĞRU”  başlığıyla yayınlanan bir makalemle yıllar önce tartışmaya açmıştım. Söz konusu yazımda: “ Günümüze kadar Türk Millî Eğitim sisteminin bir bütünlük İçinde değerlendirildiğini söylemek ne yazık ki zordur.
1857 tarihinden 1923 tarihine kadar, 1950 tarihinden günümüze kadar “ Millî Eğitimimizle İlgili Mevzuat ve Sistem” incelendiğinde görülecektir ki bir sonraki değişiklik bir öncekine göre sistem ve yapısı itibariyle pek fazla değişiklik göstermemektedir.
Ya da sanki yabancılaşmaya doğru gidişin etkisi altında alınan karar ve düzenlemelerden ibaret olduğu kanaatini uyandırmaktadır.
 … Buna bağlı olarak “ İNSAN YETİŞTİRME DÜZENİ’miz de  “bize göre” olmaktan uzaktır ifadesini içim sızlayarak kullanmak zorundayım. Bu yüzden de gün geçtikçe “Kimlik Sıkıntısı”  çekenlerin sayısının arttığı gözlenmektedir.
Türk Eğitim Sistemi içerisinde “Eğitim Yöneticiliği” hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır. Kendisini yetiştiren eğitim yöneticileri de uzun süre görevde kalamamaktadır.
 …Alt yapısı olmadan uygulamaya konulan bugünkü sistem imkânları itibariyle merkezi yerlerdeki bazı okullar sanki “Şehzadegan”  okullarını hatırlatmaktadır. Kenar okullarda köy okulları hâlâ perişandır.
 Konumuz eğitim olunca önce “ÖĞRETMEN” fikri Türk siyasîleri için çok yabancıdır. Hal böyle olunca da  “Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı” çözümsüzlüğe doğru itilmektedir.
Eğitimden maksat, “ Okur – Yazar sayısını artırmak” düşüncesiyle hareket etmekse konuyu büsbütün çıkmaza sokmaktadır. Halbuki eğitimden maksat, düşünen, üreten, günün kurallarıyla yetinmeyen yerine daha yeni daha yararlı, daha orijinal kural ve kavramlar getirmeye heyecan isteğiyle dolu, kendini hep yenileyebilen, kendini aşan, insanı merkez kabul eden eğitimle birlikte aldığı bilgileri yerinde ve doğru kullanan araştırmacı, arayan, bulan, uygulayan insan tipini yetiştirmektedir. Bu insan tipiyle de ekonomik, sosyal, kültürel, toplumsal ve siyasal gelişmeyi sağlamak…
  Türk Milli Eğitim Sisteminde baştan sona yeni bir yapılanmaya gidilmelidir. Partilerimizin programları, Millî Eğitim şurası dokümanları, Millî Eğitim ile ilgili sempozyumlar, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonları dikkatle, incelendiğinde görülecektir ki; hepsi de birbirine benzeyen klasik görüşler. Birisinin söylediği diğerinden farklı görünmüyor.
Yalnız, şu hususlarda fikir birliği içindeler:
Eğitim bir ülkenin kalkınmasını doğrudan etkiler
Çağımız bilgi çağıdır.
Bilimselliği davranışa dönüştürme becerisini gösteren bireylerden oluşan bilim
toplumunu oluştururlar.
Doğrudur. Zaten yarışta bunun yarışıdır. Öyle de olmalıdır.
Üzerinde tartışmadığımız, tartışamadığımız bu insan tipi hangi sistemle şartlar içerisinde, nasıl yetiştirilir? Meselenin özü işte budur.
Nasıl bir öğretmenle yola çıkılır?
Bu öğretmen nasıl yetiştirilir? 
Her fakülte mezunu öğretmenlik yapabilir mi?
Eğer her şey Türkiye için, diye biliyorsak – ki öyledir- bize kimliğimizi kazandıracak: 
Türk Devlet geleneğini bilen,
Evrensellik ve çağdaşlık ufku olan,
Ancak, Türk Millî Kültürünü benimsemiş,
Millî ve manevî değerlere saygılı, bireyler olarak da inancını hayat tarzı haline getiren insanlar, öğretmenler yetiştirmek
Yetişen bu insanlar ülkesine, milletine daha bilinçli sahip çıkacak, yükselmeyi, kalkınmayı çabuklaştıracaklar.
Mesele sorumluluk almaya hazır insanların yetişmesidir.
Gerçek odur ki, kırsal kesimlerdeki okullarımızın her türlü şartlarıyla kent okullarımızın şartları arasında kıyaslanamayacak ölçüde uçurumlar vardır. Hatta kent kenar mahalle okullarıyla merkezi okullar arasındaki farklar da dikkat çekici boyutlardadır. Bu bakımdan bu şartlar altında eğitimde fırsat eşitliğinden söz etmek mümkün değildir. Kabul etmeliyiz ki, her türlü imkânsızlıklar sebebiyle eğitim-öğretimimiz olabildiğincedir. Olması gerektiği gibi değildir. Ne var ki diploma vermeye devam ediyoruz
Türkiye’de üniversitelerimiz vardır. Her üniversitenin bir kampusu “Fakülteler Birliği” vardır.
Bu sistem örnek alınarak ilköğretim ve ortaöğretim okullarında da “Okullar Birliği” gibi benzer düzenlemeler yapılabilir.
• Devam Edecek

Her il ve ilçe büyüklüğüne, coğrafi oluşum ve nüfusuna göre bir ya da birden fazla “Okullar Birliği”, “ İlköğretim Okullar Birliği”,  “Ortaöğretim Okullar Birliği”, kurulabilir.
Öğrenci taşıma usulüyle okullar birliğine taşınabilir. Kaynak, tüm okullar ve arsaları satılarak sağlanabilir. Okullar birliğine atanacak Genel Müdür ve Müdürler, rektör ve dekan atamalarına benzer bir sistemle gerçekleştirilebilir. Böylece:
Eğitimde fırsat eşitliği sağlanır.
Siyasîlerin eli eğitim yöneticilerinin, eğitimcilerin yakasından iner. Eğitimin kendi alanı içinde değişikliği, yenileşmesi, gelişmesi bilimsel metotlar içerisinde daha da kolaylaşır.
Yetişmiş eğitim yöneticileri uzun zaman görev yapma imkânına kavuşur. 
Öğretmen atama ve yer değiştirmeleri pratikleşir. Eğitim alanında adam kayırmacılık en aza iner.
 Kampusun fiziki yapısı, eğitim–öğretim kadrosu, programların tam ve eksiksiz uygulanması sebebiyle eğitimde fırsat eşitliği yakalanmış olur.
 Eğitim–öğretimde istenen hedef ve seviyeye ulaşılır. Her türlü her seviyedeki müfredat programları yeni baştan Aziz Türk Milletinin kimliği dikkate alınarak oluşturulacak Yüksek Millî Eğitim Şurası’nda talim ve terbiye ile birlikte değiştirilir. Yeniden düzenlenebilir.
Eğitim sistemimizin genel yapısı, öğretmenlik mesleği, okul bina ve tesisleri devletin eğitim ve öğretim alanındaki görev ve sorumluluğu ile ilgili temel hükümleri bir sistem bütünlüğü içinde yürütülür. Her gelen siyasal iktidarın keyfince Türk Millî Eğitiminin esasları ve sistemiyle oynama devri kapanır.
Bu bir tekliftir. Tartışılabilir.

Küçükkoner: Siyasette, hukukta ve toplum hayatındaki tıkanmalarda aydının rolü nedir ve neden arzu edilen aydın tipini yetiştiremiyoruz?
Yılmaz: Öyle yerinde ve doğru sorular soruyorsunuz ki her birinin cevabı bir eser teşkil eder. Ancak gene çok kısa ifadelerle cevaplamaya çalışacağım.
 “ KARANLIK SAVAŞ ve E-POSTA”  kitabımın 222. sayfasında  “Yanlış Konan Teşhisler, Türk Aydını, Önce Kendisi Problem”  başlığı altındaki kısmında kısmen bu sorunun cevabı var.
Evet, siyasette, hukukta ve toplum hayatındaki tıkanmalarda aydının rolü vardır. Hem de ön plandadır. Çünkü önce kimi aydınlar kendisi problemdir. Bunlar problem çözme, çare arama yerine çözümsüzlük üretirler. Sebepler çeşitli ve karmaşıktır. Önce bencilikleri söz konusudur. Halktan, içinde bulundukları toplumdan kopmuş olarak yaşarlar. Toplumun ihtiyaç ve hayatlarından habersiz gibidirler. Kendi dünyalarının dışında başka dünya tanımamaktadırlar.
Siyaset yapanları siyasetin hizmet ve uzlaşmacı yönünü seçmezler. Benimsemezler. Benimseyemezler. Kavgacı ve hizipçidirler. Bulundukları yerde olanlara göre huzur, huzursuzluk yaratmaktır. Halkın ihtiyaçlarını önemsemezler. Olaylara hep menfi yönüyle bakarlar. “Bardağın yarısı boş” derler.
Her alanda çalışmalarıyla kural tanımazlar. Dolayısıyla hem kurallarla ve hem de toplumla çatışma halindedirler. Çünkü kendi dünyaları, kendi kimlikleri kendi özvarlıklarıyla çatışma halindedirler. Bu bakımdan hep huzursuzdurlar.
     Gaflet, cehalet ve ihanetin olduğunu bilmezlikten gelirler. Başarının, hoşgörü, birlik ve beraberlikle mümkün olacağı inancını taşımazlar. Öz varlık duygularını kontrol edemezler.
“İcabında vatan için bir tek fert gibi azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet elbette büyük istikbale müstahak ve namzet olan bir millettir.” Fikrine yabancıdırlar.
Hayatları İnsanları birbirine düşürmek ve çelişkilerden ibarettir. Ne yazık ki bunlar da bizim vatandaşlarımız, eğitim sistemimizin mahsulleri…
Yıllar öncesinde büyük düşünür ve şairimiz Mehmet Akif Ersoy, işin özüne işaret ederek:
“ Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
  Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır”
Diyordu ya, acaba söz konusu kimi aydınların eksiği burada mı? Kim bilir? Önce teşhisi doğru koyalım.
Türk aydınının bir kısmı bir yandan, sosyal, demokratik, laik hukuk devletinden söz ederken, öte yandan kavramları kendi çıkarları, kendi anlayışları kendi ideolojileri yönünde değerlendirilerek halkın aklını bulandırmaktadırlar. Kargaşayı, çatışmayı, kutuplaşmayı ve nihayet bölünmeyi tetikleyen önemli sebeplerden birisi de budur. Bu konuda aydınlarımıza, siyasetçilerimize büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Aydınlarımız, siyasetçilerimiz bu görev ve sorumluluk borcunu tam ödemedikleri sürece yaşadığımız zorlukları aşmak mümkün olmayacaktır. Bu açıdan düşünüldüğünde yüksek seviyede eğitilmiş insan gücünün önemi giderek ön plana çıkmaktadır.
Tekniğin teknolojinin arttığı bilişim ve iletişimle birlikte bilgisayar devrinin yaşandığı dünyamızda, bilgi daha değerli görülmekte, ancak eğitim göz ardı edilmektedir. Böyle olunca da, “Eğitimsiz bilgi, hırsız feneri rolünü oynamaktadır.” Bu açıdan düşünüldüğünde bilgili, ancak yeterince ve istenen eğitimi almamış kimi aydınların kendisinin problem olduğu gözlenmektedir.
Kendi kimliğimizi, kendi öz benliğimizi, milli kültürümüzü, tarihimizi, sosyal, ekonomik ve siyasal hayatımızı kavrayan, ancak kalbiyle vatanına kök salan, beyniyle dünyayı kucaklayan bir anlayış ve “Türk Modeli” okullarda ve kendimize dönük programlarla, buna göre yetiştirilmiş öğretmen ve eğitimcilerle devam etmiyor. Fırsat eşitliğine dayalı olmayan taklitçi bir zihniyetle eğitim devam ederse elbette istenen, arzu edilen aydın tipini yetiştirmek mümkün olmayacak.
Kendimizi “ Neyimiz var ki?” eksiklik duygusundan kurtarmak gerekir. Bunun yerine “neyimiz neden yok” sorusunun cevabını aramak her Türk ferdinin hedefi haline gelmelidir.
Unutmayalım ki büyük problemler gene ancak eğitimle, yüksek seviyede eğitim gücüne ulaşmış nesillerle aşılacaktır.

Küçükkoner: Yazarlık hayatınız nasıl başladı. Kısaca eserlerinizden bahseder misiniz?
 Yılmaz:1962 yıllarında başladı. Gençlik yıllarımdı. Kimi yazar ve şairlerle aynı mekânı paylaştığımız zamanlar oldu. Bunların içinde Konya’da, Ankara’da, İstanbul’da ve Bursa’da oturanlar vardı. Hatırladıklarım Fevzi Halıcı, Merhum Mehmet Önder, Merhum Osman Atilla, Bekir Sıtkı Erdoğan, Yaşar İnal, Ataol Behramoğlu, Mehrizat Poyraz.
  Şiir geceleri düzenlenirdi. Katılmak için can atardım. Doğrusu bir okuma-yazma isteği vardı. Şehir Postası, Zaman, Sabah, Türkiye de Yarın gazetelerinde yazdım. Şiirlerim, Beşgen, Şiir, Çağrı, Elif, Varlık dergilerinde yer aldı. İlk şiir kitabım “ İKİNDİ ÇAĞRILARI”  1962 yılında yayına girdi. Doğrusu çok keyiflenmiştim. Gençliğimin şiirleriydi.
Türkiye’mizin çok zor şartlar altında siyasi bunalımların sıkça yaşandığı yıllarda eğitim yöneticiliği yaptım. İhtilalların olduğu… Darbelerin gerçekleştirildiği… Muhtıraların verildiği yıllar… Ölümlerin… İhanetlerin yaşandığı yıllar… Vatan bağrında hainlerin çoğaldığı…  Dış düşmanlarla işbirliği yaptığı… Kimsenin kimseye güvenemediği yıllar. Bunlardan etkilenen siyasetçiler, bürokratlar vardı. Bunlardan biriside bendim.
Yazmaya ne zaman vardı, ne de imkân. 1971 12 Mart Muhtırası sonrası zaman zaman yazdım. Ancak şiiri hiç bırakmadım. Üzüldüğümde sevindiğimde okudum ve yazdım. Fakat yayınlamadım.
1983 milletvekili Genel Seçimlerde Konya’dan bağımsız milletvekili adayı oldum. Veto edildim. Olayların canlı şahidi oldum.
Uzun yıllar yazmayı düşündüm. Planlar yaptım. Emekli olduktan sonra Yeni Meram Gazetesinde “ Meş’ale”  köşesinde yazdım. Artık bürokrasiden uzaktım.
Günlük politikayla da ilgilenmez oldum. 2. kitabım olan “VATANIN BAĞRINDA ZALİMLER, MASUMLAR, TANIKLAR ve YAZABİLDİKLERİM” eserini yazdım.
İhtilallarin, darbelerin, muhtıraların ve mektupların analizinin yanında aynı zamanda bir otobiyografi olarak düzenledim. 2006 yılı Mayıs ve Haziran aylarında “ A dünya, O dünya I “ ve “A dünya O dünya II”  adıyla iki şiir kitabım yayınlandı. Son ve Beşinci kitabım, “ KARANLIK SAVAŞ ve E. POSTA” Ocak 2009 da okuyucusuyla buluştu. Hepsi Konya Çizgi Kitabevi -  tebeşir yayınları arasında çıktı.
“Karanlık Savaş ve E.Posta” kitabının konusu adı üstünde güncel olaylar, Türkiye üzerinde oynanan, gizli, sinsi oyunlar ve karanlık savaş, terör, kaos, ihanet, çare, Türkiye’nin Ortadoğu olayları içindeki rolü.  ABD ile ilişkisi. Ergenekon, sınır ötesi 2007 ve sonuçları… Yorumlar. Mektuplar.
Bir bakıma kırk yıllık tarihin bilinmeyen yönleriyle perde arkası olayların analizleri…

Küçükkoner: Üç şiir kitabınız var. Şair ve edebiyatçı olarak sizce şiir nedir?
Yılmaz:  Doğru üç şiir kitabım var. Evet, bunca laftan sonra konumuza dönelim.
“Şiir nedir ?” sorusu kapsamlı bir soru. Biz tarifini anlayalım.
Şiirin tarifi algılanışı herkese ve her şaire göre değişir. Bu bakımdan şiiri tarif etmek doğrusu oldukça zordur. Çünkü şiir duygunun zirveye vurmasıdır. Lafın gelişi ben şiiri tarif etmiş oldum. Bir de “duygunun sınır tanımaması, coşmasıdır”
Aslında ben şiir kitaplarımın başında şiiri değil şairin ruh halini tanımlamaya çalıştım. Söz gelişi, “şair kendi dünyasıyla sınırlı olmayandır” dedim. “Dalgalı gönüllerin sesidir” de dedim. Haydi, bir de şiir tanımı yapalım: “Şiir, sınır tanımayan, gönülden kopup gelen duyguların ifadesidir.”

Küçükkoner: Son eserinizde tarihi bilmek ve bununla şuurlanmaktan bahsediyorsunuz bunu biraz açar mısınız?
Yılmaz: Türklerin çok eski bir kültürü ve devlet geleneği olduğu bilinir. Millî tarih yazma geleneği de hatırlayabildiğim kadarıyla Göktürkler’le başlar. Ancak yazık ki devam ettirilemez
Tarihin tasnifini ve “Tarihte Usulü”  tarihçilere bırakarak biz konumuza girelim.
Türkler tarihte devletler kurmuş. İmparatorluk devrini yaşamış bir büyük kültür ve tarihin mirasçılarıdır. Bu gelenek son kurulan Türkiye Cumhuriyet’i devleti ve tarihleriyle devam ettirilmektedir.
Yahya Kemal’in “ Kökü mazide atiyim” sözünü göz ardı etmeden, birinci dünya savaşı öncesini, Çanakkale savaşlarını hatırlayalım. Binlerce şehidimizi… Birinci Dünya Savaşı’ndaki yerini ve önemini düşünelim. Müslümanların hamisi olan Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zorlukları değerlendirelim…Dünyayı ikiye bölmüş olan itilaf ve ittifak devletlerinin planlarını, savaşanların ülkemiz ve milletimiz üzerindeki gizli, sinsi ve karanlık emellerini hatırlayalım. Ve tarihe ibret gözüyle bakalım. Alınması gereken dersi, hakkıyla alalım.
Düşmanın kahrına uğramış koca bir Osmanlı İmparatorluğu Türk Millet’inin ezeli ve ebedi azgın, vahşi ve tarihsiz düşmanları… Ancak unuttukları, hesaba katmadıkları yüksek bir kültür ve tarihi geleneği olan, bayrak, vatan, bağımsızlık nedir bilen, hep hür yaşamış bir Türk Milletinin varlığı ve bu varlıkla başa çıkamayacaklarıydı.   
Bu milletin bağrından çıkanlar, “ Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Diyenleri dize getiremeyeceklerini unutuyorlardı.
Tam bu sırada, 19 Mayıs 1919’da yitirilmeyen umudun güneşi doğuyordu. 19 Mayıs 1919 yitirilmeyen umudun, güneş gibi parladığı bir tarihtir; Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşını başlattığı tarih…
Çok değil, üç buçuk yıl sonra Türk asgari sınırları olan Misak-ı Millî ülküsü sağlanacak, tarih içinde süre gelmiş Türk devletleri zincirinin son halkası, bağımsız ve haysiyetli, muasır medeniyet seviyesine uzanan Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulacaktır.
Bu elbette kolay olamadı. Bedeli kandı, şehitti, gaziydi…
Bugün geldiğimiz nokta ve kimi aydınların içinde bulunduğu olaylar acı verici, vahim, Aziz Türk Milletini kahreden olaylar… Türk Milletinin yeniden dirilişinin sembolü… İnancın,  istiklâl ve bağımsızlığın anlamını ifade eden İstiklal Marşımız…İstiklal Marşının ifade ettiği inanç ve azimle tarihsiz ezeli ve ebedi düşmanlarımıza karşı kazandığımız zaferleri... Yazdığımız destanları… Tek dişi kalmış canavara karşı Aziz Türk Milletinin dik duruşunu… Özellikle dünyada sürdürülen karanlık ve sinsi savaşı etrafımızda olup biten vahşeti cinayet derecesindeki toplu katliamları... Oluk oluk akan kanları görüp, “ Kuvay -i Millîye Ruhunu “ yeniden yaşamak, yaşatmak, tarihi bilgilerimizle tedbirli olmak...
Tarihi bilgilerin ışığında gerektiğinde şahlanmaya hazır” Milli Ruhu” uyanık tutma gerçeği hep vardır. Günümüz olayları karşısında buna daha çok ihtiyaç vardır.
Elbette tarihi bilmek ve bu millî tarih şuuruyla şuurlanmak... Bir sonraki nesiller için... Üzerinde yaşadığımız adına toprak dediğimiz vatan için… Bağımsız ve hür yaşamak için... Bunları bilmek, unutmamak… Her Türk ferdinin üzerine düşen borçtur.
Üzerine tüm dünya emperyalizminin çullandığı, çöken, batan, dağılan bir büyük cihan imparatorluğunun sonrasında... Uğrunda oluk oluk kanlar akarak, şehit vererek... Gaziler bırakarak... Kurtuluş destanını yazarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve Misak-ı Millî sınırları için yerleşen adına “Türk Milleti” denen bu “Büyük millete ne oldu? Söyler misiniz?” Diye hayıflanmamız bundandır.
 Evet, tarihi bilmek, Milli Tarih şuuruyla şuurlanmak hür ve bağımsız yaşamanın ön şartıdır.

Küçükkoner: Unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?
Yılmaz: Bir ömür bu hangisini cımbızla çekip almalı içinden? Gene de sorunuza cevap olsun. Unutulması mümkün olmayan bir anımı anlatayım:
Yıl 1964. Rahmetli anacığımı Ankara’ya doktora muayene için götürdüm. Teşhis, onulmaz bir hastalık... Bugünkü Konya İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün karşısında göğüs hastalıkları hastanesi vardı. Sivas yolcusu olacaktım. Hastaneye yatırdım. Sırtının üzerine uzanmış mecalsiz yatıyordu. “Allah’a ısmarladık anacığım” dedim. Olanca metanetini topladı. Gözelerini benden kaçırdı, “uğurlar ola” diyebildi. Dönüşümde yoktu. Aramıza kara toprak girmişti. Mezarına gittim. Mezar daha taptazeydi. Bir gün önce defnedilmişti. Ağladım... Ağladım… Yattığı yer nurla dolsun.

Küçükkoner: Bu güzel sohbet için teşekkür ederim
Yılmaz: Ben de teşekkür ederim.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.