İnsan ve Hedefi
İnsan, yaradılış açısından en kıymetli mahlûk olarak çıkar karşımıza. Özünde saklı olan hakikatler manzumesi onu anlamlı kılmış ve ebediyet çizgisine yönelişte kendisine rehber olmuştur. Yüce Yaratıcı onun programına bu manayı yüklemiş ve kendisine de bu konuda seçim hakkı vermiştir.
O halde insan, yaratılıştan kendisine bahşedilen böylesine eşsiz bir programın hayata geçirilmesinde gayret göstermelidir. Zira bu manâ, fıtrat dediğimiz temizlik, iyilik, hayır yani Allah’a kulluk içerisinde değerlendirilecek bütün kuralları kapsar. İnsan zaten bunun için yaratılmıştır. Ebediyete uzanan hayat çizgisinde ancak bu manâ ile diriliş ve hayat bulacaktır. Aksi halde insan yanlış yapar.
Aslında insanı bu dünyaya gönderiliş yönüyle değerlendirirken; dünyayı onun, âhiret dediğimiz o sonsuz hayatın cennet denilen ebedi saadet ve mükâfatlar hazinesine kavuşabilme basamağı, olgunluğu ve kendisini yaratan Yüce Allah’ı görebilme kabiliyetine ulaşması şeklinde düşünmelidir. İşte insanı diğer mahlûkat ve hayvanattan ayıran gerçek de budur. Zira cennet, bir büyük makamdır ki onu ancak çalışanlar elde edebilir. Hele Allah’ın cemalini seyretmek ise, ondan onlarca defa yüksek bir makam ve mevkidir ki ancak o kemal ve kabiliyete ulaşanlar görebilir. İşte ârif kişilerin her fırsatta dile getirmeye çalıştıkları nüve de budur.
Hayatında bu nüveyi bulup, içeriğindeki müthiş plan ve programları keşfederek, Allah’a giden yolda başarıya ulaşan kullar, yaratılışın sırrına mazhar olurlar. İşte “bilenlerle bilmeyenler”in konumu da burada ortaya çıkar.
O halde bütün bu manâları kul nereden alıp hayata geçirecek? Tabii ki bizleri yoktan var eden Allah’ın (c.c.) bizim için gönderdiği Kur’an ve onu hayata geçirerek insanlığa örnek olması için tayin buyurduğu Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetinden… İnsanlığın bunun dışında anlatmaya çalıştığımız o yüksek hedefe doğru yolculuk yapması ve ulaşması asla mümkün değildir.
Kur’an ve onun canlı örneği Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’in eşsiz rehberliğinde yol alan kullar, bu şerefli ve büyük saadete ulaşmışlardır. Bize düşen şey de, gösterilen bu nûr ve ışık dolu caddede yolculuğumuza devam etmek ve sonsuz mutluluğa nail olmaktır. Bunun dışında yolculuk isteyenler, yani O’nun rehberliğini kendisine çok görenler, bir gün kendilerinin çok görüldüğünü, cennetin kendilerini asla içine alamayacağını da görmüş olacaklardır. İnsanlığın bu manâyı kavraması, kendisinin lehine olan en kazançlı davranıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “Bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (40 Mü’min 60.)
İnsan, ufku olan bir mahlûktur. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık,” (95 Tin 4) manâsı da bu gerçeği haykırır bize. Ama önemli olan, insanın gözlerini ufkuna dikmesidir. Ona gözlerini kapayan kimse, karanlıklarda kalmış, yolunu bitirdiğini zanneden kişi gibidir. O sadece dünyasını hayvani zevklerine alet edinen bir haldedir. Onun dünyası da sadece bundan ibarettir.
Halbuki dünya bir alettir / vasıtadır. O asla hedef değildir. Kişinin dünyayı gaye edinmesi, ufkunu karartması ve kendisini inkâr etmesi demektir. Allah’ın yolundan başkasını yol edinenlerin tamamı bu çerçeve içerisine girer.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere baktığımız zaman ise dünyanın, âhireti kazanmamızın bir sebebi, bir mekânı yani âhirete götüren bir aracı olduğu görülür. İşte Müslüman’ın bakış açısı budur ve bu olmalıdır. Hayatında bu bakış açısını unutmayanlar, daha önceki satırlarda dile getirmeye çalıştığımız o eşsizliğe de ulaşmış olacaklardır. “Dünya âhiretin tarlasıdır.” sözü de zaten bunun özlü bir ifadesi değil midir?
O halde insan, bu eşsiz hedefi iyi kavramalı ve buna uygun bir tarzda yaşamalıdır ki dünyaya gelişi boşa gitmesin. Yoksa insan hiç bitmeyecek bir üzüntü ve gam deryasına girer ki bu da ona hiçbir fayda sağlamaz.
O halde insan, yaratılıştan kendisine bahşedilen böylesine eşsiz bir programın hayata geçirilmesinde gayret göstermelidir. Zira bu manâ, fıtrat dediğimiz temizlik, iyilik, hayır yani Allah’a kulluk içerisinde değerlendirilecek bütün kuralları kapsar. İnsan zaten bunun için yaratılmıştır. Ebediyete uzanan hayat çizgisinde ancak bu manâ ile diriliş ve hayat bulacaktır. Aksi halde insan yanlış yapar.
Aslında insanı bu dünyaya gönderiliş yönüyle değerlendirirken; dünyayı onun, âhiret dediğimiz o sonsuz hayatın cennet denilen ebedi saadet ve mükâfatlar hazinesine kavuşabilme basamağı, olgunluğu ve kendisini yaratan Yüce Allah’ı görebilme kabiliyetine ulaşması şeklinde düşünmelidir. İşte insanı diğer mahlûkat ve hayvanattan ayıran gerçek de budur. Zira cennet, bir büyük makamdır ki onu ancak çalışanlar elde edebilir. Hele Allah’ın cemalini seyretmek ise, ondan onlarca defa yüksek bir makam ve mevkidir ki ancak o kemal ve kabiliyete ulaşanlar görebilir. İşte ârif kişilerin her fırsatta dile getirmeye çalıştıkları nüve de budur.
Hayatında bu nüveyi bulup, içeriğindeki müthiş plan ve programları keşfederek, Allah’a giden yolda başarıya ulaşan kullar, yaratılışın sırrına mazhar olurlar. İşte “bilenlerle bilmeyenler”in konumu da burada ortaya çıkar.
O halde bütün bu manâları kul nereden alıp hayata geçirecek? Tabii ki bizleri yoktan var eden Allah’ın (c.c.) bizim için gönderdiği Kur’an ve onu hayata geçirerek insanlığa örnek olması için tayin buyurduğu Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetinden… İnsanlığın bunun dışında anlatmaya çalıştığımız o yüksek hedefe doğru yolculuk yapması ve ulaşması asla mümkün değildir.
Kur’an ve onun canlı örneği Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’in eşsiz rehberliğinde yol alan kullar, bu şerefli ve büyük saadete ulaşmışlardır. Bize düşen şey de, gösterilen bu nûr ve ışık dolu caddede yolculuğumuza devam etmek ve sonsuz mutluluğa nail olmaktır. Bunun dışında yolculuk isteyenler, yani O’nun rehberliğini kendisine çok görenler, bir gün kendilerinin çok görüldüğünü, cennetin kendilerini asla içine alamayacağını da görmüş olacaklardır. İnsanlığın bu manâyı kavraması, kendisinin lehine olan en kazançlı davranıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “Bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (40 Mü’min 60.)
İnsan, ufku olan bir mahlûktur. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık,” (95 Tin 4) manâsı da bu gerçeği haykırır bize. Ama önemli olan, insanın gözlerini ufkuna dikmesidir. Ona gözlerini kapayan kimse, karanlıklarda kalmış, yolunu bitirdiğini zanneden kişi gibidir. O sadece dünyasını hayvani zevklerine alet edinen bir haldedir. Onun dünyası da sadece bundan ibarettir.
Halbuki dünya bir alettir / vasıtadır. O asla hedef değildir. Kişinin dünyayı gaye edinmesi, ufkunu karartması ve kendisini inkâr etmesi demektir. Allah’ın yolundan başkasını yol edinenlerin tamamı bu çerçeve içerisine girer.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere baktığımız zaman ise dünyanın, âhireti kazanmamızın bir sebebi, bir mekânı yani âhirete götüren bir aracı olduğu görülür. İşte Müslüman’ın bakış açısı budur ve bu olmalıdır. Hayatında bu bakış açısını unutmayanlar, daha önceki satırlarda dile getirmeye çalıştığımız o eşsizliğe de ulaşmış olacaklardır. “Dünya âhiretin tarlasıdır.” sözü de zaten bunun özlü bir ifadesi değil midir?
O halde insan, bu eşsiz hedefi iyi kavramalı ve buna uygun bir tarzda yaşamalıdır ki dünyaya gelişi boşa gitmesin. Yoksa insan hiç bitmeyecek bir üzüntü ve gam deryasına girer ki bu da ona hiçbir fayda sağlamaz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.