Ali Işık’la dilimiz üzerine…
Yayınlanma:
Ali Işık Hoca ile bu görüşme için güneşin gönül ve bedenlere oldukça munis yaklaştığı bir güz gününün kuşluğunda Merhaba gazetesine geldiğimde onu Züleyha Hanımla editörü olduğu Akademik Sayfaların hazırlığı içinde buluyorum.
Züleyha Hanımın bilgisayarının ekranına o kadar yoğunlaşmışlar ki, selâm verinceye değin varlığımdan haberleri olmuyor. Ayakta geçen kısa bir hâl-hatır faslından sonra gazetenin üçüncü katına çıkıyoruz. Koca bir salondan ibaret bu kat, gazetenin kalbi âdeta. Duvar kenarlarına çepeçevre sıralanmış masalarda gazetenin yazı işleri müdürleri, sayfa editörleri ve spor servisi elemanları tıpkı bir alttaki kattaki dizgi elemanları gibi, kimi bilgisayarının ekranına yoğunlaşmış, kiminin elleri klavye tuşlarında, bir sonraki günün Merhaba’sını sizlerle buluşturmak çabası içinde. Biz Ali Bey ile salon girişinin hemen solunda bulunan ve bir fazla yüksek olmayan paravanla salondan yarı ayrılmış yazarlar bölümünde yerimizi alıyoruz. Kısa bir rahatlama sohbetinden sonra Ali Işık Hoca ile görüşmemize geçiyoruz.
- Hocam, siz Türk dili ve edebiyatı eğitimi aldınız, yıllarca da bunların eğitimini verdiniz. Bu sebeple sizinle bu görüşmemizde milletimizin geleceği adına oldukça hayatî öneme haiz bu iki konudan, bu görüşmemizde Türk dili üzerine yoğunlaşmak istiyorum. Ancak bu konunun ne denli kapsamlı olduğunu biliyorum. Bu yüzden bu konuyu, bir gözlemim üzerine inşa ettirmek istiyorum size. Bu gözlemim, üstelik çoğu da okuyan gençlerin kendi aralarındaki konuşmalarında yanı sıra şimdilerde çok yaygın olan ve adına “msn” dedikleri sanal âlemdeki yazılı görüşmelerinde ve yine bu âlemde, birtakım forumlardaki yazışmalarında –tabiri caizse- Türkçeyi katletmeleridir. Her geçen günde yaygınlaşan bu olumsuzluğun sizce sebepleri ve çözüm yolları neler olabilir?
- Öncelikle Türk dili ve edebiyatı üzerine bu duyarlılığınızdan dolayı sizi kutlarım Funda Hanım. Bizimle aynı dertten muzdarip bir Türk genciyle, daha da önemlisi, gelecek neslin ilk eğitimini ellerine teslim edeceğimiz müstakbel bir anne adayıyla, bilgi ve tecrübelerimizi paylaşıyor olmak, fakirin, Türk dili ve edebiyatının geleceği üzerine umutlarını parlatıyor.
Funda Hanım, şu hususu peşinen ifade edeyim, hayatta faili veya tanığı olduğumuz her olumsuzluğun sebebi eğitimsizliktir. “Eğitim”, toplumumuzda çoğu kez “öğretim” kavramıyla karıştırıldığı için sözümüzün başında bu kavramı açmamız yararlı olacaktır. Gündelik hayatta “eğitimli genç” nitelemesi çoğu kez “belli bir öğretim basamağından geçmiş genç” bağlamında kullanılmaktadır. Oysa bu niteleme, her sözü ve eylemi, bir güzellik ya da bir iyilik; yani “hayr” olan bir gence yapıldığında kelime gerçek anlamını bulur. Buna göre en kısa açılımıyla eğitim, davranışları değiştirme sanatıdır. Tabiatıyla bireyde arzulanan davranışların yerleşmesi, olumsuz davranışların sonlandırılması, uygun ortamlarda, sistematik programlarla gerçekleşecektir. Anadili eğitimde de durum böyledir. Okullarımızda okutulan Türkçe, Türk dili ve edebiyatı dersleri, çocuklarımıza her ne kadar dil ve edebiyat üzerine birtakım kavramları öğretiyorsa da bu derslerin asıl işlevi çocuklarımıza şuurlu bir şekilde anadillerine sahip çıkmayı kazandırmaktır.
Funda Hanım, bu ön tespitten sonra sorunuzu “dil meselesi” olarak başlıklandırıp bu meseleyi ana hatlarıyla geçmişinden günümüze getirelim.
- Siz nasıl uygun görürseniz hocam… Lütfen buyurunuz.
- Funda Hanım, dil canlı bir varlıktır. Malumunuz canlı varlıklar zaman içerisinde değişimlere uğrayarak gelişirler. Dilimizin asırlar boyunca süregelen zamana bağlı akışında görülen değişme ve gelişmeler, kendi içyapısından gelen gelişme ve değişmelerle kendi dışındaki âmillerden/etmenlerden kaynaklanan gelişme ve değişmeler olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlara dilin iç ve dış tarihi ile ilgili değişmeler de denebilir. Dilin içyapısından yani iç tarihinden gelen değişmeler, her dilin kuruluş devrindeki özelliklerinden ve zaman içindeki tabiî gelişme şartlarından kaynaklanan değişmelerdir. Eski Türkçedeki “adak” kelimesinin “ayak”a, “tengiz”in “deniz”e, “keleyorır”un “geliyor”a dönüşmesi yanında, “kelisermen” gibi bir anlatım biçiminin yerine “geleceğim” şeklinin geçmiş olması, dilin iç düzeni ve iç tarihi ile ilgili gelişme ve değişmelerdir. Bu tür değişmelerle ilgili özellikler, dili işleten kuralları ve o dilin gramer yapısını ortaya koyar. O dili, kelime dağarcığı ve kuralları ile öteki dillerden ayırır.
Dili değiştiren dış etmenler ise, başka dillerin dilimize tesiridir. Türkçedeki “Balık” kelimesinin yerine Arapça “şehr”, Farsça “şar”; “çeri” yerine Arapça “asker”, Farsça “leşker”; “otaçı” yerine Arapça “hekim”, “tâbib”, Fransızca “doktor” kelimelerinin geçmiş olması dildeki dış etmenlerin tesiridir.
Bir dili dış tesirlere karşı tamamen korumaya almak mümkün değildir. Bunun için bir milletin, türlü temas ve münasebetlerde bulunduğu toplumların kültürlerinden, dolayısıyla dillerinden etkilenmesi olağandır. Nitekim ilk anayurdumuz Orta Asya bozkırlarında, çeşitli temas ve münasebetlerde bulunduğumuz Çin, Hint ve İran milletlerinin etkilendiğimiz inanç ve kültürleri vesilesiyle dilimize bu milletlerin dillerinden kelimeler girmiştir. Yönümüzü Batıya çevirip de İslâm’la müşerref olduğumuz onuncu yüzyıldan sonra da ilim ve edebiyat vesilesiyle dilimize Arapça ve Farsçadan kelimeler girmeye başlar.
Milletimizin İslâm medeniyet halkasına dâhil olmasının üzerinden henüz birkaç asır geçmiştir ki, Arap ve Fars lisanlarının dilimiz üzerindeki hâkimiyetleri yetmezmiş gibi, Anadolu Selçuklu Devletini kuran Oğuz Türkleri, devletin resmî yazışmalarında kendi dillerini bırakıp Farsçayı kullanır hâle gelmişlerdir. Neyse ki, Türkçenin içine düştüğü bu ilk büyük badire, basiretli Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Anadolu’daki Selçuklu yıldızı karardıktan sonra bu topraklara hâkim olan Oğuz ve Türkmen beylerinin millî geleneklere ve Türkçeye verdikleri değer, şair ve yazarları koruma bakımından gösterdikleri duyarlık, Türkçenin yazı dili hâline geçişini kolaylaştırmış; telif ve tercüme yüzlerce eserin yazılmasını sağlamıştır. XV. yüzyıl ortalarına kadar devam eden ve Eski Anadolu Türkçesi diye adlandırılan bu dönemde, Yunus Emre ve Süleyman Çelebi gibi şairlerin mısralarında, Dede Korkut Hikâyeleri gibi mensur eserlerin satırlarında, Türkçenin lirizmi ve ifade gücü, hayranlığın doruklarındadır.
XV. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin imparatorluk hâline geçişiyle birlikte Arap ve Fars kültürü yeniden önem kazanmaya başlamıştır. Bunda, saray erkânı ve aydınlar arasında koyu bir Osmanlı-İslâm sisteminin yer alması, cihan hâkimiyeti neticesi doğan Osmanlılık anlayışına uygun olarak millî şuurun gittikçe zayıflayarak bunun yerine “din” ve “ümmet” duygularının geçmesinin büyük etkisi olmuştur. Medreselerde Arapça ve Farsça kitapların okutulması, dilimize bu dillerden kelime geçişini hızlandırdığı gibi, Türkçe, millî şuurdan yoksun aydınlar tarafından “cahil ve köylülerin dili” nitelemesi ile aşağılanarak hor görülmeye başlanmıştır. Şeyhoğlu Mustafa’nın, Hurşidnâme’sinde kendi dili Türkçe için “soğuk, tatsız tuzsuz, yavan lezzetli, özsüz, ifadede yetersiz göbüt (kötü) bir dil” nitelemesinde bulunması, millî kültürdeki körelme sonucu Türkçeye takınılmış genel tavrın bir ifadesidir.
Arapça, Farsça ve Türkçe kelime ve kuralların karışmasından oluşan melez bir dil olan Osmanlıca, bu dönemin ürünüdür. Gerçi, Osmanlıca, kendi devrinin kültür şartları içinde çok işlenmiş; sanat bakımından da en yüksek noktasına ulaşarak güçlü bir medeniyet/imparatorluk dili hâline getirilebilmişti. Ancak, bu dilin Türkçe yanı gittikçe zayıflayıp eridiği için, zamanla geniş halk kitlesine hitap eden anlaşılır bir dil olma vasfını kaybetmiştir. Türlü kelime ve sanat oyunları ile anlamı söyleyişe feda etmeye başlayan nesir dili bile, çoğu aydın ve yazarın dahi güçlükle anlayabileceği derecede ağırlaşmıştır. Bu gelişme ve değişmenin sonucu olarak sadece konuşma ve yazı dili birbirinden ayrılmakla kalmamış; Halkın edebiyatı ile yüksek zümrenin Divan Edebiyatı da kesin sınırlarla birbirinden ayrılmıştır.
XV. yüzyılda Doğuda, Farsçaya savaş açan Alî Şîr Nevâî ile Batıda, Divan Edebiyatının ağır dil yapısına ve İran Edebiyatını örnek alan muhtevasına karşı çıkan Aydınlı Visâlî; XVI. yüzyılda Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî, yine aruz vezniyle fakat sözleri, tamlamaları ve benzetmeleri ile tamamen Türk ruh ve zevkine uygun şiirler yazma akımını başlatmışlardır.
Bir fikir vermesi bakımından biri Mahremî’den, diğeri de çağdaşı Nev’î’den iki beyti bilginize sunuyorum:
Gördüm segirdür ol ala gözlü geyik gibi
Düşdüm saçı duzağına bön üveyik gibi
Mahremî’ye ait bu beyitin bütün kelimeleri Türkçedir. Şimdi de çağdaşı Nev’î’nin beytine bakalım.
Bir subh-dem ki sûr-ı güle ebr-i nev-bahâr
Gönderdi jaleden saçuluk dürr-i bî-şümâr
“İlkbahar bulutu, bir sabah vakti gülün düğününe, çiyden sayısız incileri saçılık gönderdi.” diye günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz bu beyitte “bir”, “gönderdi” ve “saçuluk” kelimelerinden gayrisi Arapça ve Farsça kelimelerden oluşmaktadır ki; bu beyit içine düşülen badireyi bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
XVIII. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan Batı ile ilişkiler, Tanzimat döneminde zirveye ulaşmıştır. Bu dönemde özellikle Fransa ile olan sıkı ilişkiler sonucu dilimize Fransızca kelimeler girmeye başlamıştır. Edebiyat, bilim ve teknik konularındaki çeviriler, çeşitli öğretim kurumlarındaki ders kitapları ve basın aracılığıyla dilde pek çok Fransızca unsurun yerleşmesine sebep olmuş, özellikle aydın kesimle zenginlerin Fransızcaya olan eğilimleri, tesirin güçlenmesini hızlandırmıştır.
I. Dünya Savaşı öncesi yıllara gelindiğinde bu kez Almanya ile sıkı işbirliği başlamıştır. Bu ilişkiler II. Dünya Savaşı sonuna kadar sürmüştür. Ancak dilimizdeki Almanca etkisi Fransızca kadar olmamıştır.
Cumhuriyet döneminde, 1945’ten itibaren Türk dili politikasına yön verenler, Dil inkılâbını geliştirecek çalışmalar yapmak, İngilizcenin sinsi işgaline karşı önlem almak yerine; dili özleştirme hareketini asabiyet derecesine vardırdılar. Atalarımız tarafından fethedilip Arap ve Fars kimliklerinden sıyrılıp tamamen Türkçeleşen ve halkın dilinde zengin kullanımlar bulan kelimeleri dahi kıyıma uğratmaya başladılar. Hatta bazı Türkçe kelimeler bile bu kıyımdan nasiplenmişlerdir. Meselâ, Türkçe “bütün” yerine Farsça “tüm”ün teklif kelimesi; Arapça “mecburiyet” yerine Farsça “zor” kökünden “zorunluluk” kelimesinin türetilip teklif edilmesi –ki bu kelimeler dilimizde tutmuştur- bilim temelinden uzak aşırı özleştirmenin tipik örneklerindendir.
Türkçede İngilizce kelimelerin yerleşmesi daha çok II. Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. Bugün dilimizde görülen İngilizce unsurların en büyük bölümü savaş sonrasında bütün dünyada görülen İngilizce akımının Türkçedeki yansımasıdır. İçinde yaşadığımız şu günlerde iyice nefesini ensemizde hissettiğimiz İngilizce istilâsı, geçmişte Osmanlı dönemindeki Arapça ve Farsçanın etkisinden daha korkutucu boyuttadır. Zira geçmişte bu dillerin dilimizdeki hükümranlığı bir emperyalist hareketin sonucu olmayıp mürekkep yalamışlarımızın özentisi ve şuursuzluğu sonucu idi. Yanı sıra bu dilleri sürekli körükleyen bir medya gücü yoktu. Geçmişte Arapça ve Farsça dilleriyle yaptırdıkları eğitimden dolayı hainlikle suçlananların yanında bugün, küçük yaştan itibaren, daha anadili eğitimini tamamlamamış çocuklarımızı İngilizce eğitime tabi tutanlar, sütten çıkmış ak kaşıktırlar.
- Hocam, İngilizcenin dilimize ne gibi olumsuz etkileri olmuştur?
Funda Hanım, İngilizcenin dilimiz üzerindeki en olumsuz tesiri dilimizin -teknik tabiriyle- sentaks/nahiv, yani söz dizimi üzerinde olmuştur. Dilimizin harikalarından biri cümleyi oluşturan kelimeler arasında bir zaman sırasının olmasıdır. Türkçe bir cümlede önce fiili yapan/gerçekleştiren (özne), sonra fiilin gerçekleşmesine vesile olan veya katkıda bulunan unsurlar (tümleçler), en sonda da fiil yer alır. Bu aynı zamanda bu kavramların ortaya çıkmasındaki zaman sırasıdır. “Çocuk okula gitti.” cümlesindeki unsurları değerlendirecek olursak: Sürecin en sonunda yer alan “gitti” fiilinin ortaya çıkabilmesi için önce “çocuk”, sonra “okul” kavramının varlığı gerekecektir. Kısacası “özne + tümleç + yüklem” şeklindeki Türkçenin söz dizimi aynı zamanda bu zaman sırasını gösterir.
Bu zaman sırasının bozulması, yani cümlenin devrik olması Türkçemizde konuşmalar esnasında, yazı dilinde ise tiyatro, hikâye, masal gibi yer yer konuşmaları aksettiren metinlerde görülür. Bunların dışında uzun yazılarda monotonluğu gidermek için zaman zaman devrik cümlelere yer verilmesi hoş görülmüştür.
İngilizcenin söz dizimi ise “özne + yüklem + tümleç (Ali gidiyor okula)” şeklinde ve bize göre zaman sırasını aksettirmeyen devrik bir sıralanıştır. Gizli bir tesirle bir özenti olarak dilimize giren İngilizcenin bu özelliği, yani devrik cümle kullanımı, günümüzde çoğu yazarlar, onların da etkisiyle gençler arasında oldukça yaygınlaşmıştır. Devrik cümle, dilimiz söz diziminin bu temel kuralına çekilmiş bir hançerdir.
Yine İngilizcenin tesiriyle bazı tamlamalarımızın yapısı değiştirilmiştir. Yerel yönetimlerimiz de adres levhalarıyla bu olumsuzluğu pekiştirmektedirler. Meselâ “Akşehir Sokağı”, “Gül Sokağı” gibi yazılması gereken sokak tabelalarımız, Türkçe dilbilgisi kurallarına aykırı olarak “Akşehir Sokak”, “Gül Sokak” şeklinde yazılmaktadır.
Film tanıtım yazılarındaki (jenerik) tanıtım ibareleri, “An Oliver Ston’s Film” şeklindeki Hollywood yapımlarının ifadelerini taklit sonucu, “Bir Sinan Çetin Filmi” şeklinde, Türkçe kurallara aykırı olarak yazılmaktadır.
Yine aynı şekilde dizi filmlerde ve bazı yayınlarda “Birinci Bölüm”, “Yetmiş Beşinci Bölüm”… şeklinde yazılması gereken bölüm numaralarının “Bölüm Bir”, “Bölüm Yetmiş Beş”… şeklinde yazılması. Türkçede bu kabil kullanımlarda, sıfatlar ismin önüne gelirken, İngilizcede sıfatlar isimden sonra yer almaktadır.
Günümüzde ülkemize Batı kökenli teknoloji ürünleri –genellikle İngilizce- özgün adlarıyla giriş yapmakta, adlarının telaffuzunda da bu özgünlükleri korunmaktadır. Meselâ CD “sidi”, ADSL “eydiesel” olarak telaffuz edilmektedir. Türkçe fonetik/sesçil imlaya sahip bir dildir. Anlayacağınız Türkçede kelimeler söylendiği gibi yazılır, yazıldığı gibi okunur. Buna göre CD harfleri “cede”, ADSL de “adesele” olarak okunur.
- Sözünüzü balla kesiyorum hocam, bu bahsettiğiniz olumsuzluk gerçekten çok yaygın. Ne yalan söyleyeyim ben de bu akımın etkisi altındayım. Bu kötü alışkanlığı bırakmak için bize ne tavsiye edersiniz?
Funda Hanım, bu akıma muhalif biri olarak –özellikle bilgisayar mağazalarında- satış elemanlarını sıklıkla güldüren bu fakir de zaman zaman bu akımın etkisiyle İngilizce telaffuzlar yapmıyor değil. Her şeye rağmen bizler istemeden bir İngilizce telaffuzu ağzımızdan kaçırsak da hemen ardından Türkçeleştirerek bu akıma karşı çıkmayı bilmeliyiz. Bu konuda saygıdeğer hocamız Prof. Dr. Saim Sakaoğlu bize güzel bir örnektir. Sayın Sakaoğlu, İngilizce kısaltmaları telaffuz ederken harfleri Türkçe okur. Bizler de tıpkı Sakaoğlu Hoca gibi ısrarlı ve inatla kısaltmaların harflerini Türkçe seslendirelim.
Funda Hanım, bu hususta en büyük görev Türk Dil Kurumuna düşmektedir. Euro = Avro örneğinde olduğu gibi bu isimlere karşı daha en başta tedbirler almalıdır. Hatta ithal edilen malların ambalajlarındaki İngilizce adlarının altında Türkçe telaffuzunu bulundurma mecburiyeti dahi düşünülebilir.
- İngilizcenin olumsuz etkileri gündelik hayatta da kendilerini hissettiriyor mu?
Elbette… Funda Hanım, sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi Türk kültüründe insanların birbirleriyle karşılaşma ve ayrılmaları iyi dilek ve hayır dualar eşliğinde yapılır. Günümüz gençliğinin “Selâm!” hitabıyla başlayan görüşmeleri, “Görüşürüz” gibi hiçbir temenniyi bünyesinde yaşatmayan bir söz kalabalığıyla sona ermektedir ki; bu, iki İngiliz’in: “Hi!” ve “See you”sunun Türkçe çevirisinden başka bir şey değildir.
Yanı sıra gençler arasında “vaauvv”, “ole”, “oh my Got”… gibi İngilizce ünlemler gün geçtikçe yaygınlaşmaktadır.
- Hocam, epeyce vaktinizi alıp sizi yordum. Oldukça geniş bir konunun bir görüşmede tamamlanması elbette mümkün değil. Kısmet olursa bu konuda sizinle tekrar bir mülakat yapmak isterim. Bu mülakatımıza son söz olarak neler söylersiniz?
- Haklısınız Funda Hanım. Dilimiz konusu oldukça kapsamlı, biz de bu konuda oldukça doluyuz. Bu görüşmemizde liselerimizdeki Türk dili ve edebiyatı ile kompozisyon dersleri eğitimindeki aksaklıklara dikkat çekerek, görüşmemizin ilk sorusunda gündeme getirdiğiniz gençlerimizin durumuna sözü getirip kendimce çözüm yollarını sıralayacaktık. Nasip olursa bu konuları da başka bir görüşmemizde söz konusu ederiz.
- İnşallah hocam… Değerli vakitlerinizi bize ayırdığınız için size çok teşekkür ederim.
- Böyle hayatî bir konunun tekrar gündeme gelmesine bizi vesile kıldığınız için asıl fakir size teşekkür eder. Cenab-ı Hak sizlerin bahtını açık eylesin, Allah’a emanet olunuz.
Ali IŞIK kimdir?
1954 yılının acı baharında koyunlar kuzularken Ahmet Ali ve Emine çiftinin ikinci çocuğu olarak Konya / Kadınhanı / Başkuyu kasabasında doğdu (Bu çiftin zaman içerisinde hepsi oğlan doğan çocuklarının sayısı beşi bulmuş; kaderin cilvesi, bir numara birkaç aylık, üç numara yedi yaşındayken Yaradan’ın “dön” emrine tabi olunca kalan üç kardeşin en büyüğü iki numaralı evlat olmuştur) . Köydeki hayat şartlarının gidişatına bakıp evlatlarının istikbalini karanlık gören babası, çocuklarını okutmak için genç yaşında Konya’ya göçünce Ali Işık da babasının arzusu doğrultusunda Gazi Mustafa Kemal İlkokulu (1965), Karma Ortaokulu (1969), Gazi Lisesi (1973) ve Selçuk Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü bitirerek (1977) eğitim sürecini tamamlar (Bilahare 1985-1986 öğretim yılında Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretimi Anabilim Dalında lisans tamamladı 1986).
Eğitim Enstitüsünü bitirdikten sonra ara vermeden öğretmenlik mesleğine başlayan Işık, sırasıyla Taşkent İmam Hatip Lisesi (1977-1980), Belkaya Ortaokulu (1980-1984), Konevi İşitme Engelliler İlköğretim Okulu (1984-1999) ve Konya Lisesinde (1999-2003) yirmi altı yıl öğretmenlik yaptıktan sonra 2003 yılında kendi isteğiyle emekli oldu. Emekliliği sonrasında çeşitli dershanelerde çalıştı.
1978 yılında Neriman Şahan’la hayatını birleştiren Işık’ın bu evlilikten Ahmet Fatih (1979) ve Dudu Emine (1983) adlarını verdiği iki evlâdı oldu. Evlatlarının mürüvvetini görmek bahtiyarlığına erişen Işık’ın, ikisi oğlundan, biri kızından olmak üzere üç torunu vardır.
Eğitimciliğinin yanı sıra Konya kültürü ve folkloru üzerine araştırmalarıyla edebî ürünlerini çeşitli gazete ve dergilerde yayımladı. Konya Fikir, Sanat ve Kültür Adamları Birliği Derneği ve Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi yönetim kurulu üyesi olan yazarın, Konya Mutfak Kültürü ve Konya Yemekleri adlı bir kitabı yayımlandı (2006).
KONYA İLİM VE KÜLTÜR ADAMLARIYLA SÖYLEŞİLER
Ş. Funda KÜÇÜKKONER
Ş. Funda KÜÇÜKKONER
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.