Abdullah Uçar’la din eğitimi, okuma ve gençlik üzerine...

Abdullah Uçar’la din eğitimi, okuma ve gençlik üzerine...
Genç Farsça bir kelimedir ve hazine, define manasına gelir. Yani bir milletin gençliği, hazineler, defineler kadar kıymetli ve değerlidir
Küçükkoner: Bu yıl emekli oldunuz. Hayırlı olsun ama yine de çalışıyorsunuz. Emekli olmak nasıl bir duygu?
Uçar: Teşekkür ederim. 2008’in ilk ayında emekli olduk, ama nasıl bir duygu olduğunu yaşayamadık. Çünkü hiç fasıla vermeden Türk Anadolu Vakfı merkezinde bize görev verdiler. Uluırmak Nuraniye Kur’an Kursu Öğrenci Yurdu Müdürlüğü ve aynı yerdeki Aşevi müdürlüğü yine uhdemizde olmak kaydıyla. Öyle olunca eskisinden daha fazla bir mesainin içinde, daha fazla bir yoğunlukla çalışmaya devam ediyoruz. Zaten hocanın emeklisi olmaz derler. Ben buna candan katılıyorum ve bizzat da yaşıyorum. Bir yerde hocam buyur cemaatle namaz kılalım deseler veya bir şeyler sorsalar “Ben emekliyim” diyebilir miyiz?
Benim felsefeme göre sadece hocanın değil, Müslüman’ın emeklisi olmaz. Müslüman gücü yettiği, kudreti olduğu müddetçe ölünceye kadar çalışmaya, günlük mesaiye devam edecek.
Meşhur Filozof Sokrat’a bir dostu: “ihtiyarladın artık çalışmayı bırak” demiş o, “Eğer bir yarışta isen hedefe yani bitiş çizgisine yaklaşınca ağırlaşır mıydın?” demiş...
Gerçek müminlerin ölçüsü ve hayat felsefesi de bu olmalı. Müminin durup dinlenecek zamanı olmamalı. Her yönden, her hususta Yahudi ve Nasaraya muhtaç ve onların kepazesi durumuna düşmüş Müslümanların durup dinlenecek zamanları olmamalı.
Ebu Eyyub el-Ensari hazretleri ordunun içine katılıp İstanbul önlerine gelip şehit olduğunda 90 yaşından fazla idi. Hala Sultan Kıbrıs’a gelen ordunun içinde iken 86 yaşında idi. Mimar Sinan 97 yaşında iken hâlâ cami, çeşme, sebil, köprü… yapacağım diye uğraşıyordu. Ahmet Ziyaüddin Gümüşanevî 67 yaşında 93 harbine katılmıştır. Necmettin Kübra 80 yaşında Moğollarla savaşmıştır. Kanuni 76 yaşında Zigetvar seferinde şehit olmuştur. 
Bizim için yakın tarihimizde en güzel örnek olan Hacıveyiszâde Mustafa Efendi: “Oğlum bu günün evliyasının kerameti hizmetidir” buyururmuş. Malum Hacıveyiszâde’nin eserleri Yazma Eserler Kütüphanesine devredilirken kitaplarının tamamının okuduğu, kenarlarına notlar ve haşiyeler alındığı görülüp, “bir ömür buna nasıl yeter?” gibi hayret edilince torunu Hasan Küçükaşçı:  “Ama dedem kahvaltıda çay içerken bile vaktini boşa geçirmez kitap okurdu” demiştir. Gerçek Müslüman böyle olmalı. Geçmişte ve günümüzde birçok başarılı insan, eserlerini ileri yaşlarında vermişlerdir.
Şu olay bize ders olmalı, kulağımıza küpe olmalı: İsviçre’de haftalık 42 saat olan çalışma saatini 36 saate indirmek için kamuoyu yoklaması yapıldı da; millî geliri 30 bin doların üstünde olan halkın % 74.6 sı indirilmesin haftada 42 saat çalışmaya devam edelim diye oy kullandı.   
Küçükkoner: Hocam siz iyi bir okuyucusunuz. Dergi ve gazetelere kadar not alarak okuyorsunuz. Böyle okumanın faydalarından biraz bahseder misiniz?
Uçar: Atalarımız cürufu değil cevheri al demişler. Fakat cürufla uğraşmadan cevher de bulunmuyor. Hani bazı filmlerde elmas ve altın arayıcıları görülür. Dağlardan inip gelen bir su yatağında yüzlerce defa balçığı bir kaba alırlar ararlar, araştırırlar belki nohut büyüklüğünde bir tane bulurlar veya bulamazlar.
Kitap okuyuculuğu da bana göre böyledir. Kitabın her tarafı kıymetli ve not alınması veya hafızada tutulması gereken yerler değildir. Okuyup araştırırken çok önemli, yani cevher niteliğindeki yerleri ben işaretlerim. Kitap bittikten sonra oraları tekrar okur ve bilgisayarıma not alırım. Bilgisayarımda konularına göre ayrılmış dosyalar vardır, oralara dağıtırım. Eskiden bunu zarflara dağıtmak suretiyle yapıyorduk. Ama şimdi daha kolay. Lâzım olduğu an el attığımda altın gibi kıymetli birçok bilgi, kaynaklarıyla, vesikalarıyla hemem elime geliverir. Dolayısıyla aceleyle bir vaaz, bir makale, bir konferans… hazırlayacak olsam çok kısa zamanda bu mümkün olur. Niye? Çünkü malzeme hazır sadece onları dizayn edip sıralayıvermek yeter.
Bu usulleri bizlere İmam-Hatip Okulunda okuduğumuz ilk yıllarda Hazan Özönder ve benzeri hocalarımız tavsiye etmişlerdi. Ben bu vesileyle bu muhterem hocalarımızdan yaşayanlar sıhhat ve selâmetler, vefat edenlere de Cenâb-ı Allahdan rahmet ve mağfiretler dilerim.
Küçükkoner: Sizin on civarında eseriniz var. Bazıları birden ziyade baskı yaptı. Kitaplarından biraz bahseder misiniz?
Uçar: Efendim ben 14 senedir Selçuk Üniversitesi Kampus Camiinde Cumaları vaza giderim. O konuşmalarımda önemli olan bazı bilgilerin kaynaklarını da söyleyiveririm. Daha inandırıcı olması ve araştırmak, söyleneni daha detaylı öğrenmek isteyenler gençler olabilir diye. Malum araştırmaların merkezi üniversite.
Bir müddet sonra gençlerden istekler, arzular, temenniler gelmeye başladı. Diyorlardı ki; “Hocam Allah razı olsun çok güzel şeyler söylüyorsunuz. Keşke bütün hocalarımız dinimizi sizin gibi anlatsalar. Hem de kaynaklı vesikalı konuşuyorsunuz. Çok istifade ediyoruz. Ama bir ricamız var. Biz bir müddet sonra buradan mezun olup gideceğiz. Yeri gelecek bu söylediklerinizi, sizden duyduklarımızı bizde başkalarına aktaracağız. Ama inanmayanlara, muhalefet edenlere bir delil, bir kaynak gösteremeyeceğiz. Fakat siz bunları kitap haline getirseniz, elimizde kaynağımız olsa çok daha farklı olur. Üstelik malzemeler hazır vaziyette. Hani “un var, şeker var, yağ ve ateş de var, sadece karıştırıp helva yapılacak…” gibi sözlerle bizi zorladılar, sağ olsunlar teşvik ettiler ve arka arkaya kitaplarımız çıkmaya başladı.
İsteyenler olduğu halde kitaplarımı yayınevlerine vermiyorum. Bu hususta bize bazı stemler de geliyor. Bizi sevenler sponsor oluyor, mali külfetini karşılıyor kendim bastırıyorum. Belki bu yüzden biraz mahalli kalıyor ama, sebebi şu: Yayıncı kardeşlerimiz gücenmesinler elbette tamamı böyle değil ama, eskiden bir tabir kullanılırdı. “Sahaf-ı bî insaf-insafsız kitap satıcıları” diye. Maalesef bu günümüzde de aynen tecelli ediyor. Basılan kitaplara maliyetinin 8-10 katı fiyatlar konuyor. Benim kitaplarımı alacak olanlar genelde cebinde simit parası bile zor bulunan talebeler. Onun için kendim bastırıyorum. Kitaplarımla ilgili de elhamdülillah çok güzel şeyler duyuyorum, okuyanlar mektupla, mesajla, e-maille duygularını ve takdirlerini bildiriyorlar.
Küçükkoner: Milletimiz az okumasına, okumaya önem vermemesine bu söylediklerinizin etkisi var mı?
Uçar: Elbette var. Rabbimiz’den Peygamberimize yani bizlere gelen ilk surenin ilk ayeti, Allahın ilk emri “OKU” dur. İlim ve okuma üzerine yüzlerce hadis serdeden Hz. Muhammet Ashab-ı Suffa adıyla dünyanın ilk yatılı üniversitesini kuran, savaş esirlerinden bile okuma yazma hususunda faydalanmasını başlatan ve “Rütbelerin en üstünü ilim rütbesidir” buyuran, Cahiliyye topluluğu denen ve sanki yaratıklar sürüsü telâkki edilebilecek bir toplumdan çeyrek asırda altın bir nesil çıkarmasını bilen bir insandır.
Bundan dolayı en çok okuması, öğrenmesi, ilim ve irfana değer vermesi gereken kişilerin Müslümanlar olması lâzım gelirken, bugün neye bunun aksi bir davranış içindeyiz diye her zaman aklıma gelir. Aklıma gelen sebeplerin birincisi ve en etkili olanı da kitap fiyatlarıdır. Gerçekten asgari ücretle çalışan bir işçinin günlüğü 20 YTL’ye gelmiyor. Zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamayan, çocuğunun okul kitaplarını alamayan bir millete hangi parayla, hangi moralle, hangi hevesle kitap alın okuyun denebilir.
Birinci dünya savaşından sonra Almanya’da öyle krizler yaşanmış ki, para pul olmuş, hiçbir değeri kalmamış, bir ekmek sabah beş bin mark iken, akşama yirmi milyon marka çıkarmış. Bir ABD doları 3. 4 trilyon marka satıldığı olmuş. Böyle çok kritik zamanlarda bile geleceğini ve nesillerini düşünen Almanlar bazı maddeleri sübvanse ederek çok ucuza satmışlar. Kuru ekmeği değerinin altında satmışlar hiç olmazsa vatandaşlarımızın karnı katıksızda olsa doysun diye. Süte zam yapmamışlar, gelecek nesillerimiz vitaminsiz kalmasın diye. Kâğıdı devlet imkânları ile desteklemişler, milletimiz fikri açlığa ve düşünce iflasına girmesinler diye. Bu felsefede olan Almanya Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında yerle bir olduğu halde kısa zamanda kalkınmış, yükselmiş, yücelmiş ve bugünkü seviyesi malum.
Küçükkoner: Siz vaazlarınızda, makalelerinizde ve eserlerinizde gençliğe bir takım mesajlar vermeye çalışıyorsunuz. Aynı zamanda gençlerle diyalogunuz üst seviyelerde. Bunun önemi üzerinde biraz durur musunuz?
Uçar: Genç Farsça bir kelimedir ve hazine, define manasına gelir. Yani bir milletin gençliği, hazineler, defineler kadar kıymetli ve değerlidir, ama bilene. Bugün Avrupa bu hususta yani gençliğimizin çokluğu hususunda bizden korkuyor. AB üyesi devletlerin yarıdan çoğunun nüfusundan çok bizim ortaöğretim gençliğimiz var. Onların az da olsa mevcut gençlerinin % 80 den fazlası da işe yaramaz, alkol ve uyuşturucu mübtelası, serkeş ve esrarkeş sürüler halinde.
Tabi kendi gençliğini ıslah edemeyen Avrupa ve Haçlı âlemi, o halde tarihte ve günümüzde en büyük düşmanımız olan ve İslâm âleminin lideri, rehberi olabilecek durumda olan Türk milletinin gençliğini de kendilerininkine benzetmek yani onları da her türlü pisliğe bulaştırmak için gizli ve açık birçok oyun tezgâhlamaktadır. Şu haber buna bir delildir: Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları uzmanı Dr. Özkan Pektaş 1991-93 arası 3 yılda 12-20 yaş gurubu gençlerde alkol ve uyuşturucu bağımlılığı % 170 arttı.    
Küçükkoner: Din adamları arasında ve vaaz ederken kürside laptop kullanan Konya’da ilk din görevlisi siz olduğunuz söylenir. Teknolojiye ayak uydurmanın faydalarını nasıl değerlendirirsiniz?
Uçar: Talebelik yıllarımda kendi kendime on parmak daktilo yazmayı öğrendim. Daha sonra yine herhangi bir kursa falan gitmeden bazı arkadaşların yardımı ile bilgisayar kullanmayı öğrendim. Bilgisayarı kullanıyorum, yararlanıyorum ama vaazlara çıkarmaktan çekiniyorum, o dönemler tabi biraz farklı. Cep telefonu bile ilk çıktığı yıllarda olgun insanların kullanması kubuzluk telâkki edilirdi. Vaazları bilgisayarda hazırlıyorum, çıktısını alıyorum, ama bir ilâve, bir çıkarma veya bir değiştirme yapacak olsam yine çıktı gerekiyor. Bunlardan kurtulmak için vaazlara laptopla çıkmaya karar verdim. Ama çekine çekine. Fakat bir avantajım var çıkacağım yer Kapu Camii değil Kampus Camii. Tabi farklı bir yer.
Hiç korktuğum gibi olmadı. Öğretim görevlileri ve talebeler arasında bu o kadar takdir topladı ki; yüzüme söyleyenler oldu. “İşte bizler din görevlilerimizi teknolojinin imkanlarından en iyi şekilde faydalanan insanlar olarak görmek isteriz” dediler.
2000’li yıllarda bir gün laptopla vaz ederken birileri yakınıma kadar gelip birkaç görüntü aldı, flaşlar patladı, cemaat ve ben tereddüt ettik ne oluyor falan diye, ama o esnada soramazdık. Namazdan sonra iki kişi hücreye geldiler ve “Hocam biz Anadolu Ajansındanız, müsaade ederseniz bunu haber yapacağız” dediler. Ulusal basının tamamına vermişler ve hepsinde bizim laptopla vaz ettiğimiz çıktı.
Küçükkoner: Gençlik konusuna tekrar dönmek istiyorum. Gençlikte bir çözülme, millî ve manevî değerlerden bir kaçış, dil hususunda bir yozlaşma söz konusu. Sizce bu konuda neler yapılabilir, neler yapılmalıdır?
Uçar: Yukarıda zikrettim Genç: Hazine ve define demek. Bugün paramıza, çek ve senetlerimize, kıymetli evraklarımıza nasıl sahip çıkarsak gençlere ondan fazla kıymet vermeliyiz. Çünkü onlar bizim istikbalimiz ve her şeyimiz. Fakat maalesef bu konuda fazla bir şey yapabildiğimiz yok. Prof. Oktay Sinanoğlu Millî Eğitim demiyor, Millî Eritim diyor Prof. İlber Ortaylı’da: “Moskova’dan gelen Rus gençler, Osmanlı dil ve kültürünü öğreniyorlar da, Osmanlının torunları dedelerinin dil ve kültürüne lâkayd kalıyorlar” der. Rahmetli Prof. Mustafa Kafalı Konya Mevlâna Enstitüsünde bir panelde: “Osmanlıca okutuyorum, imtihanlarda sınıfımdaki Türk talebeler, Japon talebelerden kopya çekiyorlar” demişti. Tabi bunlar acı şeyler ve Sinanoğlu’nun değerlendirmesinin ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Taha Akyol’da köşesinde: “Dün bu vatan için canını veren gençler, bugün terk etmek istiyorlar. Yapılan araştırmalar gençlerin % 70’inin Aziz Vatanı terk etmek istediklerini göstermiştir” diyor. Tabi bunlar durumun vahametini gösteren gerçekler.
Dünya Klasiklerinden Beyaz Zambaklar Diyarı isimli Finlandiya’nın kalkınışını anlatan kitaptan aklımda kalan bir cümle: “Bir milletin ve memleketin kalkınması, yükselip yücelmesi için, iki sınıf insanın kalifiye olması gerekir: Öğretmenler ve Din Görevlileri. Çünkü memleket gençlerini istikbale hazırlayanlar bunlar” Ben yazarın bu fikrine tamamen katılıyorum. Yükselme dönemlerinde bir müderrise (profesöre) ecdadın 20-25 bin dolar aylık vermesi boşuna değil. Ama şimdi en çok madur durumda olan bu iki sınıf, maalesef...
Anibal’ın dediği gibi; “Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız, ya da yoldan çekileceğiz.” Ama ne yapacaksak bir an önce faaliyete geçmeliyiz, yoksa vakit geçiyor. Ama ben Cuma günleri binlerce 18-20 yaşında gencin Allahın evine koştuğunu görünce, öyle ye’se düşenlerden falan değilim. Benim bu inancımı yıllar önce Namık Kemal haykırmış ve şöyle demiş:

Ecdâdımızın heybeti ma’ruf-ı cihândır
Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır

Küçükkoner: Hocam zaman ayırdığınız için teşekkür ederim
Uçar: Ben teşekkür ederim.

Abdullah Uçar kimdir?
Abdullah Uçar, 02. 01. 1950 tarihinde Çumra’nın Tahtalı Köyünde doğdu. Altı ay sonra annesi vefat etti. İlkokulu köyünde bitirdi. Zekice bir talebe olduğu için, asker öğretmen olarak köylerinde görev yapan Sıtkı Bezal, askeri okula kaydettirmek için Abdullah’ı ısrarla istedi ise de babası bir tek oğlu olması hasebiyle buna razı olmadı. İlkokuldan sonra bir seneye yakın Bozkır’da okudu, buradaki eğitimin düzenli olmadığını gören Babası Osman Uçar oğlunu okutabilmek için Konya’ya hicret etti.
Abdullah Uçar, Konya’da rahmetli Şaban Haksever Hocada hıfzını ikmal etti ve hemen İmam-Hatip Okuluna kaydoldu.
Uçar, İ. H. O. 1972-73 döneminde bitirdi. Bu arada evlendi. Son üç yılda burs aldığı için hemen Kastamonu Küre Kazası Akşemseddin Camiine tayini yapıldı. Burada 20 gün imamlıktan sonra Konya Yüksek İslam Enstitüsü giriş imtihanlarını kazanıp yüksek tahsiline başladı. Birkaç ay sonra da İl Müftülüğünde açılan tayin ve nakil imtihanını kazanarak Araböldüren Dörtyol Camii İmam-hatipliğine başladı.
Enstitü bittikten sonra vatani görevinin okul devresini Tuzla’da, muvazzaflık dönemini de Edremit’te yedek subay olarak tamamladı. Asker dönüşü İplikçi Camii İmam-Hatipliğine tayin edildi. Daha sonra açılan imtihanı kazanarak Kur’an kursu öğreticisi olarak Uluırmak Kur’an Kursuna tayin edildi, bilahare buraya müdür oldu. Her yıl, binden fazla talebenin Kur’an öğrenmesine, İslâmî edep ve terbiye kazanmasına vesile oldu. Hafızlık hususunda bu kursu Türkiye birincisi yaptı buradan her yıl yüzlerce hafız yetişmesine, dünya çapında dereceye giren hafızlar çıkmasına yardımcı oldu.
Bu başarılarından dolayı başta rahmetli Ahmet Gürtaş olmak üzere sevenlerinin ısrar ve teklifi ile İl Müftülüğü Kur’an Kursları Müdürlüğüne tayin edildi. Yönetmelik müsaade ettiği için, Türk Anadolu Vakfı yetkilileri Uluırmak Kur’an Kursu Yurt Müdürlüğünün uhdesinde kalması yani iki görevi birden yürütmesi hususunda ısrar ettiler ve nitekim öyle oldu. İl Müftülüğünde de Kur’an kursu hocaları ile çok güzel diyaloglar kurdu.
Abdullah Uçar, bu on yıllık Müdürlük görevi esnasında, bazıları üçüncü, dördüncü baskılarını yapıp özellikle gençler arasında çok sevilen ve beğenilen 9 adet kitap yazmış ve yayımlamıştır.
Nihayet rotasyondan dolayı tayini söz konusu olunca, bu güzel çalışmaların sekteye uğramaması, özellikle 14 yıldır devam ettiği Kampus Camiindeki sohbetlerden oradaki on binlere varan gençlerin mahrum kalmaması ve benzeri sebeplerden dolayı, yine sevenlerinin tavsiyesi ile 16. 01. 2008 tarihinde 39 yıl görev yaptıktan sonra emekli oldu. Halen Türk Anadolu Vakfı Genel Müdürü olarak görevini sürdürmektedir. Uçar evli ve üç çocuk babasıdır.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.