Melâhat Ürkmez’le Tasavvuf ve Mevlâna üzerine...
Yayınlanma:
Melâhat Ürkmez Kimdir?1959 yılında Konyanın Hadim kazasında doğdu. Memur bir ailenin üç çocuğundan ikincisi.
Üç yıla yakın Türkiye Halk Bankasında memur olarak çalıştı. Evlenince istifa etti. Halkla İlişkiler mezunu. Yeni aftan yararlanarak yarım bıraktığım Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Bölümü’ne kayıt yaptırarak öğrencilik hayatına yeniden döndü. Aynı zamanda Bilsan A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı. Konya Postası Gazetesinde dört yıldır köşe yazarlığı yapıyor. Sun Tv’de iki yıla yakın “Kültür İklimi” adlı program yaptı. Bir yıldır Konya Tv’de “Kültür Yağmuru” adlı program yapıp sunuyor. Araştırma-inceleme, roman, hikâye, gezi, röportaj, biyografi dallarında yayımlanmış kitapları ve makaleleri mevcut. Bir romanı Japoncaya çevrildi. Diğer kitapları Arapçaya çevrilmesi şu anda görüşme aşamasında.
“Gönül Bahçesinde Mevlâna”, “Kurban 2003 Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması”, “Mevlâna’da Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme”, “Sözcüklerin Nefesinde Ateizmden Allah’a”, “Şems-i Tebrizi” isimli kitapları mevcut.
Melâhat Ürkmez, üç çocuk annesidir.
Saygıdeğer okurlarım, geçen hafta olduğu gibi bu hafta da kıymetli bir hanımefendi ile röportaj yapmaktan ötürü son derece memnun olduğumu ifade etmek isterim. Aşağıda keyifli bir sohbet bulacağınız ümidiyle, sözü fazla uzatmadan sorularıma geçiyorum.
Küçükkoner: Siz öncelikle köşe yazarısınız. Daha sonra da çeşitli konularda kitaplarınız çıktı. Yazarlık hayatınız nasıl başladı?
Ürkmez: Müsaade ederseniz bu üç soruya sondan cevap vererek başlayayım. Yazarlık hayatım ilginç bir teklif üzerine başladı. Yirmi yaşlarındayken tanıştığım ve o yıllarda Budist olan bir Japon arkadaşım zaman zaman Türkiye’ye gelir. Yine bir yaz tatilinde Türkiye’ye gelmişti. Kardeşten ileri bir dostluğumuz olan bu arkadaşımla sohbet ederken bana bir teklifte bulundu. “Melâhat’cığım, sen ateistliği yaşamış bir insansın, o duyguları, çıkmazları, sancıları biliyorsun. Japonya’da çok fazla ateist var. Biyografi tarzında bir roman yazarsan, ben de Japoncaya çeviririm. Böylece insanlığa bir hizmetimiz olur. Bir kişi bile etkilenip, inanca yönelse yeter” dedi. Bir an düşündüm ve kendisine, “Okulu ve elimden kalemi bıraktığım zamandan bu yana yirmi üç yıl geçti. Yapabilir miyim, bilemiyorum” dedim. “Ben senin yapabileceğine inanıyorum” dedi. Bu konuşma beni düşündürürken yazmaya yönlendirdi. O yıllarda zaten bir uğraş arayışı içindeydim. Çocuklarım büyümüş, kendime ayırabileceğim zaman artmıştı. “Artık kendim için bir şeyler yapmalıyım ama zevk aldığım bir uğraş olmalı” diye düşünüyordum. En sevdiğim ve zevk aldığım alan ise edebiyattı. Ancak edebiyata ve yazmaya ara vereli o kadar çok zaman olmuştu ki, neredeyse çeyrek asır… Bu çeyrek asırlık zaman zarfında okuduğum kitapların içerikleri edebi sayılmazdı. Tamamen dini kitaplar okumuştum. Çünkü dini bilgim yok denecek kadar azdı. Şöyle ki, yirmili yaşlara kadar ateist fikirli bir insandım. Hz.Mevlâna’nın türbesinde yaşadığım bir etkileşim sonucu, belki buna bir trans hâli de diyebiliriz. Pir’in kitaplarını okumaya başladım. Neticede inancın o huzur dolu ummanına yönelmiştim. İlk dönüş yaptığım yıllarda edebiyatın özellikle şiirin günah olduğunu sanıyordum, bana öyle söylenmişti. Çok zaman sonra böylesi bir yasağın, günahın olmadığını, sadece şirke giren yazı ve şiirlerin günah olduğunu tesadüf satır aralarında okuyup öğrenmiştim.
Böylece ilk romanım olan biyografi tarzında, “Sözcüklerin Nefesinde Ateizmden Allah’a” adlı kitabımı yazmaya başladım. Bu romanıma hayat hikâyem de diyebilirim. Yüzde doksan beşi hayat hikâyem, yüzde beşi zihinsel imgelerden oluşan bir roman.
Romanımı yazarken sürekli bir ikilem yaşıyordum. “Acaba oluyor mu?” diye ve kalemimi denemek için “Buzkaşi” adlı bir hikâye yazarak Türk Edebiyatı Vakfı ve Kültür Bakanlığının ortaklaşa düzenlediği “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması”na gönderdim. Bu yarışma Türkiye’nin en prestijli yarışmalarından birisiydi. Hikâyem dört yüze yakın hikâye arasında ilk ona girmişti ve beni İstanbul’a davet ediyorlardı. İstanbul’a Türk Edebiyatı Vakfı’na söyledikleri tarihte gittim. İlk ona giren diğer dokuz yarışmacı ile birlikte bir hafta boyunca tarihi mekanlar gezdirildi, edebiyatın duayenleriyle tanıştık, bir törenle bizlere ödül ve plâket verildi. En güzeli de bu on hikâyenin kitaplaştırılarak bize sunulmasıydı.
Aldığım ödül, yazarlık konusunda kendime güvenimi sağladı, motive edici oldu. Konya’ya döndükten sonra romanımı yazmaya hız verdim ve bitirdim. Biten romanımı İstanbul’da Beyan Yayınevi’nin açtığı roman yarışmasına gönderdim. O da “Okunabilir En İyi Roman” seçilmiş. Yayınevinden aradılar. Ancak çok fazla imla ve dilbilgisi hatam olduğunu, bundan dolayı puan kırılmasaydı birinci olacağını, çok akıcı ve sürükleyici olduğunu söylediler. Yazarlık konusunda en önemli eksiğimin geçen yıllar sonucu unuttuğum imlâ ve dilbilgisi kurallarından doğan hatalarım olduğunu anladım. Prof.Dr. Muharrem Ergin’in, “Üniversiteler İçin Türk Dili” adlı kitabını alarak okudum. Hatalarım asgariye inmişti. Devamında diğer kitaplarımı yazdım.
İlk kitabım yayımlandıktan sonra halen köşe yazarı olarak yazmaya devam ettiğim Konya Postası Gazetesi’nden yazmam için teklif geldi. Aynı gazetede, bir yıl kadar Kültür-Sanat sayfası hazırladım, zaman zaman önemli kişilerle yaptığım röportajlar, haberler de yayımlanmaya başladı. Bu arada çeşitli şehirlerden konferans vermem için teklifler geldi. Yurt içine ve yurt dışına gittiğim bu konferans ve projeler kapsamındaki gezileri, oradaki Türkleri, tarihi mekan ve eserleri, izlenimlerimi fotoğraflarla birlikte sayfa olarak hazırlayıp kamuoyu ile paylaşmaya başladım. İlerde bu gezi sayfalarımı ve röportajlarımı da kitaplaştırmayı düşünüyorum. Çeşitli dergilerde yazılarım yayımlandı. En son yazdığım 20 sayfalık bir makalem uluslar arası hakemli bir dergi olan “Türk İslâm Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi”nde, “Büyük Türk Mutasavvıfı Yunus Emre” başlığıyla ve 3. Uluslar Arası Kültür Sanat ve Edebiyat Günleri’nde sunulan bildirilerden oluşan Antiocheia Orontes isimli kitapta, “Cemil Meriç’in Fikri gelişim Süreci” başlığıyla yayımlandı.
Küçükkoner: Biraz da kitaplarınızdan bahsedelim. Eserlerinizden başka dillere çevrilen var mı?
Ürkmez: İlk romanımdan bahsetmiştim. İkinci romanım, bana göre çok kısmetli bir roman oldu. Belki şanslı diyebiliriz. İnsanın kitapları çocukları gibi oluyor. Çocuklarının içinde de bazıları daha şanslı oluyor sanki. “Gönül Bahçesinde Mevlâna” adlı ikinci romanım T.C. Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından yayımlandı. Yanlış hatırlamıyorsam 2004 yılında yayımlanmıştı. Baskısı bittiği ve beğenildiği için devam eden yıllarda yeniden yeniden yayımlandı. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından bastığı kitaplardan dolayı “Özel Ödül” verdiği altı kitap arasında yer aldı. Aynı kitabım 2007 yılında Nesil Yayınevi tarafından da basılıp yayımlandı. Yine aynı kitabım Haremi Öge tarafından Japoncaya çevrildi. Bu Japonca çeviri Hollanda UETD ve TÜRKEVİ tarafından yayımlandı. Haremi Öge’ye çeviriyi yaptığı için, Hollanda UETD ve TÜRKEVİ başkanı Veyis Güngör ve eşi Sema Güngör’e Japonca baskısının gerçekleşmesine vesile oldukları için sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum.
Malumunuz Hz. Mevlâna’ya en çok ilgi duyan milletlerin başında Japonlar gelmektedir. Ancak Japonların Hz. Mevlâna hakkında kendi dillerine çevrilmiş olarak okuyabilecekleri kitap sayısı yok denecek kadar az. “Gönül Bahçesinde Mevlâna” adlı romanım, Hz. Mevlâna’nın eserleri haricinde Japoncaya çevrilen ikinci kitap, roman olarak da ilk kitap olma özelliği taşıyor.
Küçükkoner: Japoncaya çevrilen bu romanınızın konusu nedir?
Ürkmez: Konusu kısaca şöyle; Dünyanın elli büyük şirketi arasında yer alan Electrics Company’nin genel müdürü olan ve şirketinin şubeler zincirine bir halka daha eklemek üzere ekibiyle birlikte İstanbul’a gelen romanın kahramanı Tadadoşi Takahashi’ye jest olarak bir gezi düzenlenir. 17 Aralık tarihine rastlaması sebebiyle yer olarak Konya seçilir. Tadadoşi ekibiyle birlikte yola çıkar. Kendileri için görevlendirilen rehber yol boyunca Hz. Mevlâna hakkında bilgi verir. Bu bilgiler eşliğinde Mevlâna türbesinin kapısından adım atan Tadadoşi, o mistik atmosferin etkisini ilk anda hissetmeye başlar. Akşam sema törenlerini izlemeye başlayınca etkileşim trendi zirveye ulaşır. Gördükleri ve hissettikleri, rehberin de anlattıklarıyla sarmalanarak iç dünyasında fırtınalar estirmeye başlar.
Tadadoşi yıllardır aradığı iç huzuru ve arzu nesnesine kavuşmuşluğun asude dalgalarını hissetmeye başlamıştır. Arzu nesnesini daha yakından hissedebilmek ve daha yakından tanımak için rehberi soru yağmuruna tutar. Öyle ki görünen tablo ve hissettikleri Tadadoşi’yi şaşkına çevirir. Hz. Mevlâna’nın felsefesi ve beyitlerindeki metaforlar, derinlik, izlediği sema âyini Tadadoşi’yi eksenine kilitlemiştir. Hayranlığı Japonya’ya döndüğünde de devam eder. Otuz yıldır Japonya’da yaşayan Tokyo Camii’nin imamı Yahya Şerif ile tanışır. O da bir Mevlâna âşığıdır ve Tadadoşi’ye ikinci bir rehber olmuştur.
Türbenin kendine has mistik atmosferi ve Mevlâna aşkı Tadadoşi’yi Konya’ya çeker. Hz. Mevlâna’nın engin ve zengin gönül dünyasıyla daha yakından hemhal olurken, gönül tezgâhında ilmek ilmek dokunmaya başlar.
Eserde Hz. Mevlâna’yı, her iki rehberin dilinden, sağlam kaynaklara atıfta bulunarak özün özü, balın balı olarak anlatmaya çalıştım. Bu kitabım sadece bir roman değil, bir roman akıcılığında Mevlâna’yı kolay ve etraflı bir çerçevede tanıma imkânı vermektedir. Tanımanın yanı sıra o büyük mutasavvıfı keşfetme hazzını da tattırmaktadır.
Küçükkoner: Bu romanı yazmaktaki amacınız neydi? Yazarken neler düşündünüz? Amacınıza ulaştınız mı?
Ürkmez: Malumunuz Hz. Mevlâna’nın eserlerini sayfa sayısının çok olması nedeniyle gözlerinde büyüterek ya da biraz okuma özürlü olduğumuzdan veya zaman bulamamaktan ve başka sebeplerden çoğu insan okumaz, sıkılır ya da okumayı erteler. Bu sebepten naçizane, “Akıcı bir roman diliyle yazarsam, duygularımı katık edersem daha çok kesime hitap eder ve cezbeder” diye düşünerek yazdım.
Amacıma ulaştığımı düşünüyorum. Bu romanım 2004 yılından beri her yıl basılıyor ve tükeniyor. Hz. Mevlâna’yı anma törenlerinde, sema gösterilerini izlemeye gelen yerli yabancı turistlere İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından hediye ediliyor. Duyup merak edenler giderek Kültür Müdürlüğünden alıyor. Benim amacım, kitlelere yayılsın, Hz. Mevlâna felsefesi hayata geçirilsin, dolayısıyla Hz. Mevlâna’yı anlatarak insanlık barışına, hoşgörüye bir nebzecik katkım ve Pir’e minicik bir hizmetim olsundu. İnşallah olmuştur.
Küçükkoner: Üçüncü Kitabınız, “Mevlâna’da Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme” isminin derinliğinde ne var, neden ilgileri topladı?
Ürkmez: Üçüncü kitabım araştırma-inceleme dalında, “Mevlâna’da Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme” oldu. NKM tarafından basılıp yayımlandı. Kısa zamanda baskısı bitti. Bazı ekleme ve düzeltmeler yapmam gerekiyor. İnşallah zamanım elverirse en kısa zamanda bunu yapıp tekrar bastıracağım.
Daha önce de söylediğim gibi, Ateist bir gençken, Hz. Mevlâna’nın türbesinde yaşadığım bir etkileşim olayı neticesinde Hz. Mevlâna’yı okumaya ve araştırmaya başlamıştım. Pîr’in engin, zengin ve derin düşünce felsefesi beni eksenine endekslemişti. Yani hayatımın miladı olmuştu. Bir dönüm noktasıydı benim için. Dolayısıyla böylesi bir etkilenme neticesinde kitaplarımın Hz. Mevlâna ağırlıklı olması, duygularımı yazıya dökmem, insanlarla paylaşmak istemem doğal olsa gerek.
Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme konusu üzerinde duracak olursak, isminden de anlaşılacağı gibi aşkın zor sırrını yazmaya çalıştım. “İlâhi aşk boyutunu en zirvede yaşamak, ‘Bir’ de birleşip ‘Bir’ olabilmek yani nihai bütünleşmek nasıl bir şeydir? Hz. Mevlâna bu aşkı nasıl yakalamış, nasıl arınabilmiş, nasıl o noktaya gelebilmiş? Felsefe ve aklın açıklayamadığı o sonsuz nihai birleşmeye nasıl nail olmuş?” bütün bunlar çok merak edilen, benim de çok merak ettiğim bir konudur. Bir o kadar da zor bir empatidir belki de. Belki de haddimi çok fazla aştım. Cahil cesareti desek daha yerinde olabilir belki de. Bu merakıma, başta “Divan-ı Kebir” ve “Mesnevî” olmak üzere, A.Reza Arasteh’in, “Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin Kişilik Çözümlemesi Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş”, Annemarie Schimmel, R.A. Nicholson’un kitapları büyük ölçüde cevap verdi diyebilirim. İçimizde kaynamalar başlatan o mistik gönül yolunun husule getirdiği dalgalanmaların etkisiyle yazdım. Tabii yazarken gönül dünyamdaki duygularımı, kaynamaları da harmanlamadan edemedim. Düşünce ve hislerimi dilim döndüğünce kalemim elverdiğince okurlarımla paylaşmaya çalıştım. Hz. Mevlâna hakkında yazılan kitapların çoğu birbirinin tekrarı şeklinde. Benim kitaplarım biraz farklı bir boyutta. Niyazım, benden sonra gelen genç kuşaklara yeni bir adım olur, benim eksiklerim tamamlanarak İslâm’ın ve İslâm’ın yolunda olan Pîr’in “gönül zenginliği” tarafına daha çok meyledilir. Ben sadece, acizane bir adım atmaya çalıştım.
Talebin fazla olmasının sebebinin aşk sırrı gizemine bir adım atılması olduğunu düşünüyorum.
• Devam edecek
Küçükkoner: Şems-î Tebrizi hakkında çok sınırlı bilgi olmasına rağmen sizin kapsamlı bir araştırma-inceleme kitabınız var. Kaynak bulmanız zor olmadı mı?
Ürkmez: “Şems-i Tebrizî” isimli kitabım da, 2007 yılı sonunda Konya Valiliği, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından yayımlandı. Malumunuz Mevlâna’yı Mevlâna yapan Şems-i Tebrizî’dir. Ancak Şems-i Tebrizî, hakkettiği kadar anılmamakta, hakkında çok fazla çalışma yapılmamaktadır. Şems-i Tebrizî’nin kendi yazdığı eseri olmadığı gibi hakkında yazılmış çok fazla kaynak da yoktur. (Makalat, Şems’in vaazlarında ve sohbetlerinde bulunan kişilerin notlarından oluşan bir kitaptır)
Bu kitabımı yazmayı düşündüğümü çevreme söylediğim zaman, bana söyledikleri, “Kaynak yok, ne yazacaksınız?” oldu. Ama yazmaya başladıktan sonra sağlam kaynaklara ve bu kaynaklardan yola çıkılarak yazılmış eserlere ulaştım. Birçoğu kalın bir kitabın içinde Şems-i Tebrizî’yi anlatan sadece birkaç sayfadan veya birkaç paragraftan ibaretti. Taradığım kitapların içinden bu sayfaları bulup çıkardım. Ayrıca, Selçuk Üniversitesi’nden değerli akademisyenler, Yazma Eserler Müdürü Bekir Şahin Beyefendi ve ismini buraya sığdıramayacağım birçok Mevlâna dostu bana metinler vererek yardımcı oldular. Kendilerine minnettarım. Bu kaynaklardan yararlanarak, kendi gönül dünyamı da haddim olmayarak Mevlâna ve Şems’in gönül âlemlerine endekslemeye çalışarak “Şems-i Tebrizî” yi yazdım.
Küçükkoner: Şems-i Tebrizî sizi etkiledi mi?
Ürkmez: Etkilenmemek mümkün mü? Elbette çok etkiledi. Hatta diyebilirim ki, yıllardır okuduğum, araştırdığım, yazdığım, hayran olduğum Hz.Mevlâna’dan daha çok etkiledi. Şems’in çok farklı bir karakter yapısı var. Çoğu zaman, Mevlâna’ya bile eyvallah etmeyen kozmik, özgür bir kişiliğe sahip. Alışık olduğumuz evliya tiplemesine benzemez, çok farklı, birey emsalsizliği yaşamış hayatı boyunca. Her sözü ve davranışı insan tahayyülesini alt-üst eden, şoke eden fiillerle, içten gelen manevî aşamalarla dolu. Otoriteden kendisini soyutlamış, gelenekseli hicvetmiş, ilâhi aşkta nihaiye ulaşmış, kendine münhasır bir şahsiyettir. Hoş! Öyle olmasaydı, zahiri ilimlerde zirveye ulaşmış bir müderrisin sessiz yaşantısını altüst edebilir miydi, sahip olduğu maddi manevî değerleri elinin tersiyle ittirebilir miydi, durgun bir okyanusu fırtınalarla coşturarak bilginler bilginini önünde öğrenci yapıp diz çöktürebilir miydi?.. Şems-i Tebrizî Celâlli, sivri dilli, esrarengiz bir yabancıydı ama Mevlâna’ya da dediği gibi, “Batının da batını var, ben batının batınıyım. Sırların sırrıyım” diyen sır gelip sır giden İlâhi bir Ulak’tı.
Şems’i okurken, araştırırken, yazarken onun kişilik çemberine girmemek, aşk taşıran terennümlerine ortak olmamak, onunla yoğrulmamak, onunla yanmamak, onunla coşmamak, onunla savrulmamak, yaşarken ölmemek, ölümsüzlüğü onda bulmamak mümkün değil ki…
Küçükkoner: Eserlerinizin çoğu Mevlâna ile ilgili. Mevlâna ve Şemsle gönül bağınızın kaynağı nedir? Sizi bu konuya iten sebepler nelerdir?
Ürkmez: Daha önce de söylediğim gibi okul yıllarında okuduğum kitapların içerikleri ve çeşitli etkenler ateist fikirli bir insan olmama neden olmuştu. Hayatımın bu kesitini romanımda da anlattım ama kısaca özetleyeyim. O yıllarda bir devlet bankasında memur olarak çalışıyordum. Bir öğle tatilinde Mevlâna türbesine gitmiştim, türbeye ilk gidişimdi. Şimdi gittiğim zaman müthiş huzur bulduğum atmosferden o anda çok bunalmış ve kendimi gün ışığına zor atmıştım. Bankaya döndüğüm zaman olayı servisteki bir arkadaşa anlattım, arkadaş bana, “Abdestsiz gitmişsinizdir, sizi sıkmışlardır” dedi. “Kim sıkacak, yüzyıllar önce ölenler mi?” diyerek inanmamıştım. Bir süre sonra elime, “Modern İlim ve Allah” adlı bir kitap geçmişti. Bu kitap kafamdaki cevapsız soruların birkaçına çarpıcı açıklamalar getiriyordu. Diğer yandan başka sorular şekilleniyordu kafamda. Bu sorular eşliğinde Mevlâna türbesinde yaşadığım boğucu an ve farklı gizem beni tekrar Türbeye çekmişti. Belki de o yaşadığım halet-i ruhiyeyi yeniden yaşamak ve yüzleşmek istiyordum. İkinci gidişimde bildiğim kadarıyla abdest aldım ve ilk defa bir başörtü takarak saçımı kapatıp girdim türbeye. Sandukanın karşısında durup bakarken öncekinden çok farklı bir iletişim yaşamaya başladım. Kendimi kaybetmiştim, olduğum yere yığılmışım. Kendime geldiğimde, başım ellerim arasındaydı, bilinçsiz ve kendiliğinden akan gözyaşlarım kot pantolonumun dizlerini ıslatmıştı. Anlam veremediğim bir olaydı… Neticede, özellikle Mesnevî’yi okumaya başladım, devamında dini ve tasavvufi kitaplar… Yani anlayacağınız, Hz.Mevlâna ve dolayısıyla Şems ile gönül bağım bu şekilde başladı.
Küçükkoner: “Tasavvufi Hayat” hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce toplum üzerindeki tesirleri nelerdir?
Ürkmez: Malumunuz, tasavvufi hayat, Hz. Mevlâna’nın hayatı, dolayısıyla Hz. Muhammed’in yaşadığı hayat tarzıdır. Tasavvuf insanların eksik ve ham taraflarını eğiten, gideren manevi bir ilimdir. Peygamber Efendimizin vefatından sonra zamanla, liyakatsizlik, bilgi eksikliği, babadan oğula geçen şeyhlik ya da çeşitli sebeplerden kaynaklanan bir takım bid’at ve hurâfeler İslâmi kural ve kaidelermiş gibi hayatımıza geçmiş, ehl-i sünnet çizgisinden sapmalar olmuştur. Mevlâna dinde reform yapmıştır şeklinde sözler kullanılmaktadır. Oysaki Mevlâna dinde reform yapmamıştır. İslâmiyet’te olmayan ve sonradan eklenmiş bid’at ve hurafeleri temizlemiştir. Diğer yandan tasavvufta amaç, gönüllerin, elest bezminde verdikleri sözü yerine getirmek için seyrü sulûk yolunda Hakk’a vuslat için çırpınması, arınmasıdır. Yunus Emre’nin, “Dervişlik olaydı tâc ile hırka / Biz dahi alırdık otuza kırka” sözleri, tasavvufi hayatın cübbe sarık ile olmadığını, bilgi ve eğitimin şart olduğunu teyit eder.
Toplum üzerindeki tesirlerine gelince, içinde bulunduğumuz popüler kültürün ileti bombardımanı altında perişan olan insanlığa baktığımız zaman tasavvufun önemini ve insanlık için ne kadar gerekli olduğunu ayan beyan görebiliriz. Materyalizm, toplumun iliklerine kadar işlemiş, manevi boşluğun yerini geçici doyumlar almış. Hiçbir doyum manevi açlığı gideremediği için insanlık yanlış mecralarda, yanlış arayışlar içinde yalpalamaktadır. Bu yüzden bütün dünya Mevlâna’ya koşmakta, onun tasavvuf pınarından şifalanmak istemektedir.
Bugün tasavvufi hayata hakkıyla yer verilseydi İsrail Filistinlilere katliam yapmazdı. Amerika binlerce ton bombayı Afganistan’da, Irak’ta vb ülkelerde insanların üzerine yağdırmazdı. Tasavvufta barış, hoşgörü, yardım, sevgi, kul hakkı gibi pek çok erdemler mevcut. Şöyle bir diyalektik kurduğumuz zaman, bireyler aileyi; aileler toplumu oluşturduğuna göre, birey olarak tasavvufu hayatımıza geçirebilirsek, toplumun çekirdeği olan ailede çiçeklendirebilirsek, bireyler, aileler, toplumlar, ülkeler insanlık suçu işleyemezler.
Küçükkoner: “Kültür Yağmuru” programı ne zamandır devam ediyor? Biraz da bundan bahsedelim.
Ürkmez: Televizyon programı yapıp sunmam sanıyorum üç yıla yaklaştı. İlk önce yerel bir televizyon kanalı olan Sun Tv’de, iki yıl kadar “Kültür İklimi” adlı bir program yapıp sundum. Yaklaşık bir yıldır da Konya Tv’de “Kültür Yağmuru” adlı program yapıp sunuyorum. Program isminden de anlaşıldığı gibi maddi, manevi kültürümüzü bunun yanı sıra çeşitli toplumların kültürlerini de içine alıyor.
Küçükkoner: Yeni kitap çalışmanız var mı?
Ürkmez: Evet, bir değil birçok çalışmam var. Yayımlanmış, yayımlanmamış, ödül almış, almamış birçok hikâyem var. Onları gözden geçirip bastırmayı düşünüyorum. Önemli kişilerle yaptığım röportajları bir kitapta toplamak istiyorum. Bundan başka gezi yazılarımı ayrı bir kitap olarak yayımlamayı düşünüyorum. Yazmayı planladığım iki roman var. Benim için çok önemli olan bu iki romanı, yazmayı kısmet etmesi için Rabbimden ömür nasip etmesini diliyor, dua ediyorum. İş kadınlığı, öğrencilik, annelik, gazetecilik, televizyon programlarından vakit bulabildiğim(!) zamanlarımı kitap çalışmalarıma ayıracağım inşallah.
Küçükkoner: Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir?
Ürkmez: 49 yaşındayım, bir ay sonra yarım asırlık bir insan olacağım(!) Ömür ne kadardır bilinmez. Rabbim ömür, sağlık verir ve kısmet ederse hedeflerim devam edecek. Aslında her hedefe ulaştığım zaman yeni hedeflerin kendiliğinden oluştuğunu görüyorum. Şimdilik hedeflerim, hazır ama gözden geçirmem gereken yazılarımı altı ayrı kitap halinde kitaplaştırmak. Daha sonra konusunu belirlediğim ve planımda olan altı kitabı tamamlayıp yayımlamak. Fransızca ve İngilizcemi geliştirmek. 12 Eylül öncesinde bıraktığım ve şu anda aftan yararlanarak geri döndüğüm üniversiteyi bitirmek. Yüksek lisans yapmak. Bunlar dile getirdiğim hedeflerim, dile getirmediğim hedeflerim şimdilik bende kalsın.
Küçükkoner: Yazarlık, gazetecilik, öğrencilik, televizyon, iş kadınlığı bütün bunların yanında annelik zor olmuyor mu?
Ürkmez: Hepsini severek yaptığım için yorucu olsa da zor olmuyor. Şöyle bir avantajım var; çocuklarımı büyütürken kendi ayakları üzerinde durabilecek şekilde yetiştirmeye çalıştım. Kendi işlerini, kendileri yapabiliyorlar. Vakit buldukça bana da yardımcı oluyorlar. Hanımların gün, sıra gibi gezmeleri, dizi seyretmeleri için ayırdıkları zamanı, ben bu çalışmalara harcıyorum. Boş, boş zaman öldürmüyorum. Biraz da çabuk ve pratik iş yapan birisiyim herhalde. Ayrıca günlük, haftalık, aylık programımı yapıp, yazıyorum, bu programıma planlı bir şekilde uymaya çalışıyorum. Hepsi birlikte yürüyor. İş kadınlığım ise, şirketi iyi bir sisteme oturttuk, şu anda elemanlarım kaliteli ve başarılı, aramızda bir aile bağlılığı var. İnşallah her zaman bu şekilde sürer. Onun için pek yorucu olmuyor. Gönül yorgunluğu olmayınca, diğer yorgunluklar da geçici oluyor zaten. Ara sıra çocuklarım kendilerine fazla zaman ayıramamamdan dolayı sitem ediyorlar, “Biz eski annemizi istiyoruz”, arkadaşlarım, “Biz eski arkadaşımızı istiyoruz” diyorlar. Ama kabullendiler artık destek oluyorlar. Bir insan, özellikle bir hanım kendisini -sıhhati elverdiğince- hiçbir zaman emekliye ayırmamalı. Her zaman üretici olmalı, diye düşünüyorum. Ve her insanın sevdiği bir alan vardır, bu alanda mutlaka başarılı olur. İstedikten sonra başarılamayacak hiçbir şey yoktur azmeden için. Tabii ki önce Allah’ın izniyle demeli. Başarılarımızı kendimizden değil Rabbimizin bir lütfu olarak görmeli.
Küçükkoner: Son okuduğunuz kitapların isimleri nelerdir?
Ürkmez: Son aylarda okuduğum kitaplar, Saide Kuds’un “Kimya Hatun”, Irvin D. Yalom’un “Nietzche Ağladığında”, İskender Pala’nın “Bâbil’de Ölüm İstanbul’da Aşk”, William Chittick’in “Tasavvuf”, Abdülkadir Karahan’ın “Fuzulî”, Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim”, Mustafa Coşturoğlu’nun “Sosyal Şizofreni ve Yaratıcı Düşünce”, Yaşar Sarıkaya’nın Ebu Said El-Hadimî. Son okuduğum kitap ise, Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar”,
Küçükkoner: Meslek hayatınızda ilgi çekici bir hatıranızı anlatır mısınız?
Ürkmez: Yakın bir zamanda yaşadığım ve beni düşündüren bir olay aklıma geldi şimdi. 29 Kasım 2007 tarihinde “Mevlâna ve Kadın” konulu bir konferans vermem için Odun Pazarı Kadın Meclisinin davetlisi olarak Eskişehir’e gitmiştim. Konferans tarihinin Şems ile Mevlâna’nın buluştuğu(29 Kasım 1244) güne rast getirilmesi büyük incelikti, burada ilgimi çeken birkaç olay yaşadım. Birisi şöyle oldu. Salon tamamen dolmuştu ve her siyasi partiden kadın kolları başkanları ve üyeleri de vardı. İki buçuk saat kadar süren konferans, soru cevap sonunda fotoğraf çektirmek için yanıma gelen ve farklı siyasi gruptan olan hanımlar kulağıma eğilerek, “Bizim görüşümüzden, bizim yolunuzdan olduğunuzu anladık, konuşmanız ve fikirleriniz için kutlarız” şeklinde sözler sarfettiler. Şaşırmıştım. Zira bugüne kadar hiçbir siyasi partiyle organik bağım olmamıştı ve hangi siyasi parti olursa olsun kendi doğrularım doğrultusunda eleştirdim ya da övüp takdir ettim. Hiçbir siyasi partiden olmadığım için kendimi daha özgür hissettim hep. Bir üyelik bile o grubun yanlışlarını bile savunmayı gerektirir, düşüncesindeyim. Yanlış anlaşılmasın hiçbir parti üyesine atıfta bulunmuyorum. Hepsine saygı duyuyorum. Bu sadece benim şahsi düşüncelerim.
Konferans salonundan ayrıldıktan sonra beni davet eden kadın meclisi başkanına sordum, “Konuşmamda farkında olmadan siyasi mesajlar mı verdim, neden bu şekilde dönüşümleri oldu” diye. “Hiçbir siyasi mesajınız yoktu. Hepsi çok severek dinledi. Hatta bana, çok kısa kestiniz, diye sitem ettiler” dedi. Bu olaydan şunu anladım, hangi görüş ve düşünceden olursa olsun, geçmişimiz, içinde bulunduğumuz zaman ve geleceğimiz hepimizin ortak değer ve sorumluluğu. Birbirimizi ötekileştirmeden, birbirimizin dertleriyle dertlenirsek çok şeyler kazanacağız. Belki de modern sekülerizmin ötekileştirme, farklılaştırma egemenliğine Mevlâna felsefesi en elzem ilaç olacak, olmaya da devam ediyor zaten.
Küçükkoner: Son olarak genç yazarlara ve gençlerimize neler söylemek istersiniz?
Ürkmez: Nasihat vermek haddim değil ama kendi tecrübelerimden yola çıkacak olursak birkaç öneride bulunmak isterim. İlk önce çok okumalılar, Yerli klasiklerimizi mutlaka bitirmeli ondan sonra hiçbir ayrım yapmadan yabancı klasikleri okumalılar. Günlük tutmalılar. Tarih kültürümüzden kopmamalı, tarihimizi iyi bilmeliler. Kendilerine hedef belirlemeli, amaçlarına ulaşmak için mücadele etmeliler.
Gençlerimize önerilerim, iyi bir eğitim almalılar ki, Kürt devleti, Ermeni diasporası gibi vatanı bölmek, taviz koparmak isteyenlere karşı geçmişimizi ve geleceğimizi iyi bilerek haklarımızı koruyabilmeliler. Zira iyi bir eğitim alamayan, tarihini bilemeyen ne kendi menfaatlerini ne vatanının menfaatlerini hakkıyla koruyamaz.
Gençler, üzerlerindeki sorumluluğun farkında olmalı, günübirlik heyecan ve faydasız programlarla kıymetli zamanlarını heba etmemeli, diye düşünüyorum. Geleceğimizin sahibi, mirasçımız olan gençlere selam olsun.
-SON -
“Gönül Bahçesinde Mevlâna”, “Kurban 2003 Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması”, “Mevlâna’da Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme”, “Sözcüklerin Nefesinde Ateizmden Allah’a”, “Şems-i Tebrizi” isimli kitapları mevcut.
Melâhat Ürkmez, üç çocuk annesidir.
Saygıdeğer okurlarım, geçen hafta olduğu gibi bu hafta da kıymetli bir hanımefendi ile röportaj yapmaktan ötürü son derece memnun olduğumu ifade etmek isterim. Aşağıda keyifli bir sohbet bulacağınız ümidiyle, sözü fazla uzatmadan sorularıma geçiyorum.
Küçükkoner: Siz öncelikle köşe yazarısınız. Daha sonra da çeşitli konularda kitaplarınız çıktı. Yazarlık hayatınız nasıl başladı?
Ürkmez: Müsaade ederseniz bu üç soruya sondan cevap vererek başlayayım. Yazarlık hayatım ilginç bir teklif üzerine başladı. Yirmi yaşlarındayken tanıştığım ve o yıllarda Budist olan bir Japon arkadaşım zaman zaman Türkiye’ye gelir. Yine bir yaz tatilinde Türkiye’ye gelmişti. Kardeşten ileri bir dostluğumuz olan bu arkadaşımla sohbet ederken bana bir teklifte bulundu. “Melâhat’cığım, sen ateistliği yaşamış bir insansın, o duyguları, çıkmazları, sancıları biliyorsun. Japonya’da çok fazla ateist var. Biyografi tarzında bir roman yazarsan, ben de Japoncaya çeviririm. Böylece insanlığa bir hizmetimiz olur. Bir kişi bile etkilenip, inanca yönelse yeter” dedi. Bir an düşündüm ve kendisine, “Okulu ve elimden kalemi bıraktığım zamandan bu yana yirmi üç yıl geçti. Yapabilir miyim, bilemiyorum” dedim. “Ben senin yapabileceğine inanıyorum” dedi. Bu konuşma beni düşündürürken yazmaya yönlendirdi. O yıllarda zaten bir uğraş arayışı içindeydim. Çocuklarım büyümüş, kendime ayırabileceğim zaman artmıştı. “Artık kendim için bir şeyler yapmalıyım ama zevk aldığım bir uğraş olmalı” diye düşünüyordum. En sevdiğim ve zevk aldığım alan ise edebiyattı. Ancak edebiyata ve yazmaya ara vereli o kadar çok zaman olmuştu ki, neredeyse çeyrek asır… Bu çeyrek asırlık zaman zarfında okuduğum kitapların içerikleri edebi sayılmazdı. Tamamen dini kitaplar okumuştum. Çünkü dini bilgim yok denecek kadar azdı. Şöyle ki, yirmili yaşlara kadar ateist fikirli bir insandım. Hz.Mevlâna’nın türbesinde yaşadığım bir etkileşim sonucu, belki buna bir trans hâli de diyebiliriz. Pir’in kitaplarını okumaya başladım. Neticede inancın o huzur dolu ummanına yönelmiştim. İlk dönüş yaptığım yıllarda edebiyatın özellikle şiirin günah olduğunu sanıyordum, bana öyle söylenmişti. Çok zaman sonra böylesi bir yasağın, günahın olmadığını, sadece şirke giren yazı ve şiirlerin günah olduğunu tesadüf satır aralarında okuyup öğrenmiştim.
Böylece ilk romanım olan biyografi tarzında, “Sözcüklerin Nefesinde Ateizmden Allah’a” adlı kitabımı yazmaya başladım. Bu romanıma hayat hikâyem de diyebilirim. Yüzde doksan beşi hayat hikâyem, yüzde beşi zihinsel imgelerden oluşan bir roman.
Romanımı yazarken sürekli bir ikilem yaşıyordum. “Acaba oluyor mu?” diye ve kalemimi denemek için “Buzkaşi” adlı bir hikâye yazarak Türk Edebiyatı Vakfı ve Kültür Bakanlığının ortaklaşa düzenlediği “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması”na gönderdim. Bu yarışma Türkiye’nin en prestijli yarışmalarından birisiydi. Hikâyem dört yüze yakın hikâye arasında ilk ona girmişti ve beni İstanbul’a davet ediyorlardı. İstanbul’a Türk Edebiyatı Vakfı’na söyledikleri tarihte gittim. İlk ona giren diğer dokuz yarışmacı ile birlikte bir hafta boyunca tarihi mekanlar gezdirildi, edebiyatın duayenleriyle tanıştık, bir törenle bizlere ödül ve plâket verildi. En güzeli de bu on hikâyenin kitaplaştırılarak bize sunulmasıydı.
Aldığım ödül, yazarlık konusunda kendime güvenimi sağladı, motive edici oldu. Konya’ya döndükten sonra romanımı yazmaya hız verdim ve bitirdim. Biten romanımı İstanbul’da Beyan Yayınevi’nin açtığı roman yarışmasına gönderdim. O da “Okunabilir En İyi Roman” seçilmiş. Yayınevinden aradılar. Ancak çok fazla imla ve dilbilgisi hatam olduğunu, bundan dolayı puan kırılmasaydı birinci olacağını, çok akıcı ve sürükleyici olduğunu söylediler. Yazarlık konusunda en önemli eksiğimin geçen yıllar sonucu unuttuğum imlâ ve dilbilgisi kurallarından doğan hatalarım olduğunu anladım. Prof.Dr. Muharrem Ergin’in, “Üniversiteler İçin Türk Dili” adlı kitabını alarak okudum. Hatalarım asgariye inmişti. Devamında diğer kitaplarımı yazdım.
İlk kitabım yayımlandıktan sonra halen köşe yazarı olarak yazmaya devam ettiğim Konya Postası Gazetesi’nden yazmam için teklif geldi. Aynı gazetede, bir yıl kadar Kültür-Sanat sayfası hazırladım, zaman zaman önemli kişilerle yaptığım röportajlar, haberler de yayımlanmaya başladı. Bu arada çeşitli şehirlerden konferans vermem için teklifler geldi. Yurt içine ve yurt dışına gittiğim bu konferans ve projeler kapsamındaki gezileri, oradaki Türkleri, tarihi mekan ve eserleri, izlenimlerimi fotoğraflarla birlikte sayfa olarak hazırlayıp kamuoyu ile paylaşmaya başladım. İlerde bu gezi sayfalarımı ve röportajlarımı da kitaplaştırmayı düşünüyorum. Çeşitli dergilerde yazılarım yayımlandı. En son yazdığım 20 sayfalık bir makalem uluslar arası hakemli bir dergi olan “Türk İslâm Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi”nde, “Büyük Türk Mutasavvıfı Yunus Emre” başlığıyla ve 3. Uluslar Arası Kültür Sanat ve Edebiyat Günleri’nde sunulan bildirilerden oluşan Antiocheia Orontes isimli kitapta, “Cemil Meriç’in Fikri gelişim Süreci” başlığıyla yayımlandı.
Küçükkoner: Biraz da kitaplarınızdan bahsedelim. Eserlerinizden başka dillere çevrilen var mı?
Ürkmez: İlk romanımdan bahsetmiştim. İkinci romanım, bana göre çok kısmetli bir roman oldu. Belki şanslı diyebiliriz. İnsanın kitapları çocukları gibi oluyor. Çocuklarının içinde de bazıları daha şanslı oluyor sanki. “Gönül Bahçesinde Mevlâna” adlı ikinci romanım T.C. Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından yayımlandı. Yanlış hatırlamıyorsam 2004 yılında yayımlanmıştı. Baskısı bittiği ve beğenildiği için devam eden yıllarda yeniden yeniden yayımlandı. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından bastığı kitaplardan dolayı “Özel Ödül” verdiği altı kitap arasında yer aldı. Aynı kitabım 2007 yılında Nesil Yayınevi tarafından da basılıp yayımlandı. Yine aynı kitabım Haremi Öge tarafından Japoncaya çevrildi. Bu Japonca çeviri Hollanda UETD ve TÜRKEVİ tarafından yayımlandı. Haremi Öge’ye çeviriyi yaptığı için, Hollanda UETD ve TÜRKEVİ başkanı Veyis Güngör ve eşi Sema Güngör’e Japonca baskısının gerçekleşmesine vesile oldukları için sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum.
Malumunuz Hz. Mevlâna’ya en çok ilgi duyan milletlerin başında Japonlar gelmektedir. Ancak Japonların Hz. Mevlâna hakkında kendi dillerine çevrilmiş olarak okuyabilecekleri kitap sayısı yok denecek kadar az. “Gönül Bahçesinde Mevlâna” adlı romanım, Hz. Mevlâna’nın eserleri haricinde Japoncaya çevrilen ikinci kitap, roman olarak da ilk kitap olma özelliği taşıyor.
Küçükkoner: Japoncaya çevrilen bu romanınızın konusu nedir?
Ürkmez: Konusu kısaca şöyle; Dünyanın elli büyük şirketi arasında yer alan Electrics Company’nin genel müdürü olan ve şirketinin şubeler zincirine bir halka daha eklemek üzere ekibiyle birlikte İstanbul’a gelen romanın kahramanı Tadadoşi Takahashi’ye jest olarak bir gezi düzenlenir. 17 Aralık tarihine rastlaması sebebiyle yer olarak Konya seçilir. Tadadoşi ekibiyle birlikte yola çıkar. Kendileri için görevlendirilen rehber yol boyunca Hz. Mevlâna hakkında bilgi verir. Bu bilgiler eşliğinde Mevlâna türbesinin kapısından adım atan Tadadoşi, o mistik atmosferin etkisini ilk anda hissetmeye başlar. Akşam sema törenlerini izlemeye başlayınca etkileşim trendi zirveye ulaşır. Gördükleri ve hissettikleri, rehberin de anlattıklarıyla sarmalanarak iç dünyasında fırtınalar estirmeye başlar.
Tadadoşi yıllardır aradığı iç huzuru ve arzu nesnesine kavuşmuşluğun asude dalgalarını hissetmeye başlamıştır. Arzu nesnesini daha yakından hissedebilmek ve daha yakından tanımak için rehberi soru yağmuruna tutar. Öyle ki görünen tablo ve hissettikleri Tadadoşi’yi şaşkına çevirir. Hz. Mevlâna’nın felsefesi ve beyitlerindeki metaforlar, derinlik, izlediği sema âyini Tadadoşi’yi eksenine kilitlemiştir. Hayranlığı Japonya’ya döndüğünde de devam eder. Otuz yıldır Japonya’da yaşayan Tokyo Camii’nin imamı Yahya Şerif ile tanışır. O da bir Mevlâna âşığıdır ve Tadadoşi’ye ikinci bir rehber olmuştur.
Türbenin kendine has mistik atmosferi ve Mevlâna aşkı Tadadoşi’yi Konya’ya çeker. Hz. Mevlâna’nın engin ve zengin gönül dünyasıyla daha yakından hemhal olurken, gönül tezgâhında ilmek ilmek dokunmaya başlar.
Eserde Hz. Mevlâna’yı, her iki rehberin dilinden, sağlam kaynaklara atıfta bulunarak özün özü, balın balı olarak anlatmaya çalıştım. Bu kitabım sadece bir roman değil, bir roman akıcılığında Mevlâna’yı kolay ve etraflı bir çerçevede tanıma imkânı vermektedir. Tanımanın yanı sıra o büyük mutasavvıfı keşfetme hazzını da tattırmaktadır.
Küçükkoner: Bu romanı yazmaktaki amacınız neydi? Yazarken neler düşündünüz? Amacınıza ulaştınız mı?
Ürkmez: Malumunuz Hz. Mevlâna’nın eserlerini sayfa sayısının çok olması nedeniyle gözlerinde büyüterek ya da biraz okuma özürlü olduğumuzdan veya zaman bulamamaktan ve başka sebeplerden çoğu insan okumaz, sıkılır ya da okumayı erteler. Bu sebepten naçizane, “Akıcı bir roman diliyle yazarsam, duygularımı katık edersem daha çok kesime hitap eder ve cezbeder” diye düşünerek yazdım.
Amacıma ulaştığımı düşünüyorum. Bu romanım 2004 yılından beri her yıl basılıyor ve tükeniyor. Hz. Mevlâna’yı anma törenlerinde, sema gösterilerini izlemeye gelen yerli yabancı turistlere İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından hediye ediliyor. Duyup merak edenler giderek Kültür Müdürlüğünden alıyor. Benim amacım, kitlelere yayılsın, Hz. Mevlâna felsefesi hayata geçirilsin, dolayısıyla Hz. Mevlâna’yı anlatarak insanlık barışına, hoşgörüye bir nebzecik katkım ve Pir’e minicik bir hizmetim olsundu. İnşallah olmuştur.
Küçükkoner: Üçüncü Kitabınız, “Mevlâna’da Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme” isminin derinliğinde ne var, neden ilgileri topladı?
Ürkmez: Üçüncü kitabım araştırma-inceleme dalında, “Mevlâna’da Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme” oldu. NKM tarafından basılıp yayımlandı. Kısa zamanda baskısı bitti. Bazı ekleme ve düzeltmeler yapmam gerekiyor. İnşallah zamanım elverirse en kısa zamanda bunu yapıp tekrar bastıracağım.
Daha önce de söylediğim gibi, Ateist bir gençken, Hz. Mevlâna’nın türbesinde yaşadığım bir etkileşim olayı neticesinde Hz. Mevlâna’yı okumaya ve araştırmaya başlamıştım. Pîr’in engin, zengin ve derin düşünce felsefesi beni eksenine endekslemişti. Yani hayatımın miladı olmuştu. Bir dönüm noktasıydı benim için. Dolayısıyla böylesi bir etkilenme neticesinde kitaplarımın Hz. Mevlâna ağırlıklı olması, duygularımı yazıya dökmem, insanlarla paylaşmak istemem doğal olsa gerek.
Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme konusu üzerinde duracak olursak, isminden de anlaşılacağı gibi aşkın zor sırrını yazmaya çalıştım. “İlâhi aşk boyutunu en zirvede yaşamak, ‘Bir’ de birleşip ‘Bir’ olabilmek yani nihai bütünleşmek nasıl bir şeydir? Hz. Mevlâna bu aşkı nasıl yakalamış, nasıl arınabilmiş, nasıl o noktaya gelebilmiş? Felsefe ve aklın açıklayamadığı o sonsuz nihai birleşmeye nasıl nail olmuş?” bütün bunlar çok merak edilen, benim de çok merak ettiğim bir konudur. Bir o kadar da zor bir empatidir belki de. Belki de haddimi çok fazla aştım. Cahil cesareti desek daha yerinde olabilir belki de. Bu merakıma, başta “Divan-ı Kebir” ve “Mesnevî” olmak üzere, A.Reza Arasteh’in, “Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin Kişilik Çözümlemesi Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş”, Annemarie Schimmel, R.A. Nicholson’un kitapları büyük ölçüde cevap verdi diyebilirim. İçimizde kaynamalar başlatan o mistik gönül yolunun husule getirdiği dalgalanmaların etkisiyle yazdım. Tabii yazarken gönül dünyamdaki duygularımı, kaynamaları da harmanlamadan edemedim. Düşünce ve hislerimi dilim döndüğünce kalemim elverdiğince okurlarımla paylaşmaya çalıştım. Hz. Mevlâna hakkında yazılan kitapların çoğu birbirinin tekrarı şeklinde. Benim kitaplarım biraz farklı bir boyutta. Niyazım, benden sonra gelen genç kuşaklara yeni bir adım olur, benim eksiklerim tamamlanarak İslâm’ın ve İslâm’ın yolunda olan Pîr’in “gönül zenginliği” tarafına daha çok meyledilir. Ben sadece, acizane bir adım atmaya çalıştım.
Talebin fazla olmasının sebebinin aşk sırrı gizemine bir adım atılması olduğunu düşünüyorum.
• Devam edecek
Küçükkoner: Şems-î Tebrizi hakkında çok sınırlı bilgi olmasına rağmen sizin kapsamlı bir araştırma-inceleme kitabınız var. Kaynak bulmanız zor olmadı mı?
Ürkmez: “Şems-i Tebrizî” isimli kitabım da, 2007 yılı sonunda Konya Valiliği, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından yayımlandı. Malumunuz Mevlâna’yı Mevlâna yapan Şems-i Tebrizî’dir. Ancak Şems-i Tebrizî, hakkettiği kadar anılmamakta, hakkında çok fazla çalışma yapılmamaktadır. Şems-i Tebrizî’nin kendi yazdığı eseri olmadığı gibi hakkında yazılmış çok fazla kaynak da yoktur. (Makalat, Şems’in vaazlarında ve sohbetlerinde bulunan kişilerin notlarından oluşan bir kitaptır)
Bu kitabımı yazmayı düşündüğümü çevreme söylediğim zaman, bana söyledikleri, “Kaynak yok, ne yazacaksınız?” oldu. Ama yazmaya başladıktan sonra sağlam kaynaklara ve bu kaynaklardan yola çıkılarak yazılmış eserlere ulaştım. Birçoğu kalın bir kitabın içinde Şems-i Tebrizî’yi anlatan sadece birkaç sayfadan veya birkaç paragraftan ibaretti. Taradığım kitapların içinden bu sayfaları bulup çıkardım. Ayrıca, Selçuk Üniversitesi’nden değerli akademisyenler, Yazma Eserler Müdürü Bekir Şahin Beyefendi ve ismini buraya sığdıramayacağım birçok Mevlâna dostu bana metinler vererek yardımcı oldular. Kendilerine minnettarım. Bu kaynaklardan yararlanarak, kendi gönül dünyamı da haddim olmayarak Mevlâna ve Şems’in gönül âlemlerine endekslemeye çalışarak “Şems-i Tebrizî” yi yazdım.
Küçükkoner: Şems-i Tebrizî sizi etkiledi mi?
Ürkmez: Etkilenmemek mümkün mü? Elbette çok etkiledi. Hatta diyebilirim ki, yıllardır okuduğum, araştırdığım, yazdığım, hayran olduğum Hz.Mevlâna’dan daha çok etkiledi. Şems’in çok farklı bir karakter yapısı var. Çoğu zaman, Mevlâna’ya bile eyvallah etmeyen kozmik, özgür bir kişiliğe sahip. Alışık olduğumuz evliya tiplemesine benzemez, çok farklı, birey emsalsizliği yaşamış hayatı boyunca. Her sözü ve davranışı insan tahayyülesini alt-üst eden, şoke eden fiillerle, içten gelen manevî aşamalarla dolu. Otoriteden kendisini soyutlamış, gelenekseli hicvetmiş, ilâhi aşkta nihaiye ulaşmış, kendine münhasır bir şahsiyettir. Hoş! Öyle olmasaydı, zahiri ilimlerde zirveye ulaşmış bir müderrisin sessiz yaşantısını altüst edebilir miydi, sahip olduğu maddi manevî değerleri elinin tersiyle ittirebilir miydi, durgun bir okyanusu fırtınalarla coşturarak bilginler bilginini önünde öğrenci yapıp diz çöktürebilir miydi?.. Şems-i Tebrizî Celâlli, sivri dilli, esrarengiz bir yabancıydı ama Mevlâna’ya da dediği gibi, “Batının da batını var, ben batının batınıyım. Sırların sırrıyım” diyen sır gelip sır giden İlâhi bir Ulak’tı.
Şems’i okurken, araştırırken, yazarken onun kişilik çemberine girmemek, aşk taşıran terennümlerine ortak olmamak, onunla yoğrulmamak, onunla yanmamak, onunla coşmamak, onunla savrulmamak, yaşarken ölmemek, ölümsüzlüğü onda bulmamak mümkün değil ki…
Küçükkoner: Eserlerinizin çoğu Mevlâna ile ilgili. Mevlâna ve Şemsle gönül bağınızın kaynağı nedir? Sizi bu konuya iten sebepler nelerdir?
Ürkmez: Daha önce de söylediğim gibi okul yıllarında okuduğum kitapların içerikleri ve çeşitli etkenler ateist fikirli bir insan olmama neden olmuştu. Hayatımın bu kesitini romanımda da anlattım ama kısaca özetleyeyim. O yıllarda bir devlet bankasında memur olarak çalışıyordum. Bir öğle tatilinde Mevlâna türbesine gitmiştim, türbeye ilk gidişimdi. Şimdi gittiğim zaman müthiş huzur bulduğum atmosferden o anda çok bunalmış ve kendimi gün ışığına zor atmıştım. Bankaya döndüğüm zaman olayı servisteki bir arkadaşa anlattım, arkadaş bana, “Abdestsiz gitmişsinizdir, sizi sıkmışlardır” dedi. “Kim sıkacak, yüzyıllar önce ölenler mi?” diyerek inanmamıştım. Bir süre sonra elime, “Modern İlim ve Allah” adlı bir kitap geçmişti. Bu kitap kafamdaki cevapsız soruların birkaçına çarpıcı açıklamalar getiriyordu. Diğer yandan başka sorular şekilleniyordu kafamda. Bu sorular eşliğinde Mevlâna türbesinde yaşadığım boğucu an ve farklı gizem beni tekrar Türbeye çekmişti. Belki de o yaşadığım halet-i ruhiyeyi yeniden yaşamak ve yüzleşmek istiyordum. İkinci gidişimde bildiğim kadarıyla abdest aldım ve ilk defa bir başörtü takarak saçımı kapatıp girdim türbeye. Sandukanın karşısında durup bakarken öncekinden çok farklı bir iletişim yaşamaya başladım. Kendimi kaybetmiştim, olduğum yere yığılmışım. Kendime geldiğimde, başım ellerim arasındaydı, bilinçsiz ve kendiliğinden akan gözyaşlarım kot pantolonumun dizlerini ıslatmıştı. Anlam veremediğim bir olaydı… Neticede, özellikle Mesnevî’yi okumaya başladım, devamında dini ve tasavvufi kitaplar… Yani anlayacağınız, Hz.Mevlâna ve dolayısıyla Şems ile gönül bağım bu şekilde başladı.
Küçükkoner: “Tasavvufi Hayat” hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce toplum üzerindeki tesirleri nelerdir?
Ürkmez: Malumunuz, tasavvufi hayat, Hz. Mevlâna’nın hayatı, dolayısıyla Hz. Muhammed’in yaşadığı hayat tarzıdır. Tasavvuf insanların eksik ve ham taraflarını eğiten, gideren manevi bir ilimdir. Peygamber Efendimizin vefatından sonra zamanla, liyakatsizlik, bilgi eksikliği, babadan oğula geçen şeyhlik ya da çeşitli sebeplerden kaynaklanan bir takım bid’at ve hurâfeler İslâmi kural ve kaidelermiş gibi hayatımıza geçmiş, ehl-i sünnet çizgisinden sapmalar olmuştur. Mevlâna dinde reform yapmıştır şeklinde sözler kullanılmaktadır. Oysaki Mevlâna dinde reform yapmamıştır. İslâmiyet’te olmayan ve sonradan eklenmiş bid’at ve hurafeleri temizlemiştir. Diğer yandan tasavvufta amaç, gönüllerin, elest bezminde verdikleri sözü yerine getirmek için seyrü sulûk yolunda Hakk’a vuslat için çırpınması, arınmasıdır. Yunus Emre’nin, “Dervişlik olaydı tâc ile hırka / Biz dahi alırdık otuza kırka” sözleri, tasavvufi hayatın cübbe sarık ile olmadığını, bilgi ve eğitimin şart olduğunu teyit eder.
Toplum üzerindeki tesirlerine gelince, içinde bulunduğumuz popüler kültürün ileti bombardımanı altında perişan olan insanlığa baktığımız zaman tasavvufun önemini ve insanlık için ne kadar gerekli olduğunu ayan beyan görebiliriz. Materyalizm, toplumun iliklerine kadar işlemiş, manevi boşluğun yerini geçici doyumlar almış. Hiçbir doyum manevi açlığı gideremediği için insanlık yanlış mecralarda, yanlış arayışlar içinde yalpalamaktadır. Bu yüzden bütün dünya Mevlâna’ya koşmakta, onun tasavvuf pınarından şifalanmak istemektedir.
Bugün tasavvufi hayata hakkıyla yer verilseydi İsrail Filistinlilere katliam yapmazdı. Amerika binlerce ton bombayı Afganistan’da, Irak’ta vb ülkelerde insanların üzerine yağdırmazdı. Tasavvufta barış, hoşgörü, yardım, sevgi, kul hakkı gibi pek çok erdemler mevcut. Şöyle bir diyalektik kurduğumuz zaman, bireyler aileyi; aileler toplumu oluşturduğuna göre, birey olarak tasavvufu hayatımıza geçirebilirsek, toplumun çekirdeği olan ailede çiçeklendirebilirsek, bireyler, aileler, toplumlar, ülkeler insanlık suçu işleyemezler.
Küçükkoner: “Kültür Yağmuru” programı ne zamandır devam ediyor? Biraz da bundan bahsedelim.
Ürkmez: Televizyon programı yapıp sunmam sanıyorum üç yıla yaklaştı. İlk önce yerel bir televizyon kanalı olan Sun Tv’de, iki yıl kadar “Kültür İklimi” adlı bir program yapıp sundum. Yaklaşık bir yıldır da Konya Tv’de “Kültür Yağmuru” adlı program yapıp sunuyorum. Program isminden de anlaşıldığı gibi maddi, manevi kültürümüzü bunun yanı sıra çeşitli toplumların kültürlerini de içine alıyor.
Küçükkoner: Yeni kitap çalışmanız var mı?
Ürkmez: Evet, bir değil birçok çalışmam var. Yayımlanmış, yayımlanmamış, ödül almış, almamış birçok hikâyem var. Onları gözden geçirip bastırmayı düşünüyorum. Önemli kişilerle yaptığım röportajları bir kitapta toplamak istiyorum. Bundan başka gezi yazılarımı ayrı bir kitap olarak yayımlamayı düşünüyorum. Yazmayı planladığım iki roman var. Benim için çok önemli olan bu iki romanı, yazmayı kısmet etmesi için Rabbimden ömür nasip etmesini diliyor, dua ediyorum. İş kadınlığı, öğrencilik, annelik, gazetecilik, televizyon programlarından vakit bulabildiğim(!) zamanlarımı kitap çalışmalarıma ayıracağım inşallah.
Küçükkoner: Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir?
Ürkmez: 49 yaşındayım, bir ay sonra yarım asırlık bir insan olacağım(!) Ömür ne kadardır bilinmez. Rabbim ömür, sağlık verir ve kısmet ederse hedeflerim devam edecek. Aslında her hedefe ulaştığım zaman yeni hedeflerin kendiliğinden oluştuğunu görüyorum. Şimdilik hedeflerim, hazır ama gözden geçirmem gereken yazılarımı altı ayrı kitap halinde kitaplaştırmak. Daha sonra konusunu belirlediğim ve planımda olan altı kitabı tamamlayıp yayımlamak. Fransızca ve İngilizcemi geliştirmek. 12 Eylül öncesinde bıraktığım ve şu anda aftan yararlanarak geri döndüğüm üniversiteyi bitirmek. Yüksek lisans yapmak. Bunlar dile getirdiğim hedeflerim, dile getirmediğim hedeflerim şimdilik bende kalsın.
Küçükkoner: Yazarlık, gazetecilik, öğrencilik, televizyon, iş kadınlığı bütün bunların yanında annelik zor olmuyor mu?
Ürkmez: Hepsini severek yaptığım için yorucu olsa da zor olmuyor. Şöyle bir avantajım var; çocuklarımı büyütürken kendi ayakları üzerinde durabilecek şekilde yetiştirmeye çalıştım. Kendi işlerini, kendileri yapabiliyorlar. Vakit buldukça bana da yardımcı oluyorlar. Hanımların gün, sıra gibi gezmeleri, dizi seyretmeleri için ayırdıkları zamanı, ben bu çalışmalara harcıyorum. Boş, boş zaman öldürmüyorum. Biraz da çabuk ve pratik iş yapan birisiyim herhalde. Ayrıca günlük, haftalık, aylık programımı yapıp, yazıyorum, bu programıma planlı bir şekilde uymaya çalışıyorum. Hepsi birlikte yürüyor. İş kadınlığım ise, şirketi iyi bir sisteme oturttuk, şu anda elemanlarım kaliteli ve başarılı, aramızda bir aile bağlılığı var. İnşallah her zaman bu şekilde sürer. Onun için pek yorucu olmuyor. Gönül yorgunluğu olmayınca, diğer yorgunluklar da geçici oluyor zaten. Ara sıra çocuklarım kendilerine fazla zaman ayıramamamdan dolayı sitem ediyorlar, “Biz eski annemizi istiyoruz”, arkadaşlarım, “Biz eski arkadaşımızı istiyoruz” diyorlar. Ama kabullendiler artık destek oluyorlar. Bir insan, özellikle bir hanım kendisini -sıhhati elverdiğince- hiçbir zaman emekliye ayırmamalı. Her zaman üretici olmalı, diye düşünüyorum. Ve her insanın sevdiği bir alan vardır, bu alanda mutlaka başarılı olur. İstedikten sonra başarılamayacak hiçbir şey yoktur azmeden için. Tabii ki önce Allah’ın izniyle demeli. Başarılarımızı kendimizden değil Rabbimizin bir lütfu olarak görmeli.
Küçükkoner: Son okuduğunuz kitapların isimleri nelerdir?
Ürkmez: Son aylarda okuduğum kitaplar, Saide Kuds’un “Kimya Hatun”, Irvin D. Yalom’un “Nietzche Ağladığında”, İskender Pala’nın “Bâbil’de Ölüm İstanbul’da Aşk”, William Chittick’in “Tasavvuf”, Abdülkadir Karahan’ın “Fuzulî”, Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim”, Mustafa Coşturoğlu’nun “Sosyal Şizofreni ve Yaratıcı Düşünce”, Yaşar Sarıkaya’nın Ebu Said El-Hadimî. Son okuduğum kitap ise, Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar”,
Küçükkoner: Meslek hayatınızda ilgi çekici bir hatıranızı anlatır mısınız?
Ürkmez: Yakın bir zamanda yaşadığım ve beni düşündüren bir olay aklıma geldi şimdi. 29 Kasım 2007 tarihinde “Mevlâna ve Kadın” konulu bir konferans vermem için Odun Pazarı Kadın Meclisinin davetlisi olarak Eskişehir’e gitmiştim. Konferans tarihinin Şems ile Mevlâna’nın buluştuğu(29 Kasım 1244) güne rast getirilmesi büyük incelikti, burada ilgimi çeken birkaç olay yaşadım. Birisi şöyle oldu. Salon tamamen dolmuştu ve her siyasi partiden kadın kolları başkanları ve üyeleri de vardı. İki buçuk saat kadar süren konferans, soru cevap sonunda fotoğraf çektirmek için yanıma gelen ve farklı siyasi gruptan olan hanımlar kulağıma eğilerek, “Bizim görüşümüzden, bizim yolunuzdan olduğunuzu anladık, konuşmanız ve fikirleriniz için kutlarız” şeklinde sözler sarfettiler. Şaşırmıştım. Zira bugüne kadar hiçbir siyasi partiyle organik bağım olmamıştı ve hangi siyasi parti olursa olsun kendi doğrularım doğrultusunda eleştirdim ya da övüp takdir ettim. Hiçbir siyasi partiden olmadığım için kendimi daha özgür hissettim hep. Bir üyelik bile o grubun yanlışlarını bile savunmayı gerektirir, düşüncesindeyim. Yanlış anlaşılmasın hiçbir parti üyesine atıfta bulunmuyorum. Hepsine saygı duyuyorum. Bu sadece benim şahsi düşüncelerim.
Konferans salonundan ayrıldıktan sonra beni davet eden kadın meclisi başkanına sordum, “Konuşmamda farkında olmadan siyasi mesajlar mı verdim, neden bu şekilde dönüşümleri oldu” diye. “Hiçbir siyasi mesajınız yoktu. Hepsi çok severek dinledi. Hatta bana, çok kısa kestiniz, diye sitem ettiler” dedi. Bu olaydan şunu anladım, hangi görüş ve düşünceden olursa olsun, geçmişimiz, içinde bulunduğumuz zaman ve geleceğimiz hepimizin ortak değer ve sorumluluğu. Birbirimizi ötekileştirmeden, birbirimizin dertleriyle dertlenirsek çok şeyler kazanacağız. Belki de modern sekülerizmin ötekileştirme, farklılaştırma egemenliğine Mevlâna felsefesi en elzem ilaç olacak, olmaya da devam ediyor zaten.
Küçükkoner: Son olarak genç yazarlara ve gençlerimize neler söylemek istersiniz?
Ürkmez: Nasihat vermek haddim değil ama kendi tecrübelerimden yola çıkacak olursak birkaç öneride bulunmak isterim. İlk önce çok okumalılar, Yerli klasiklerimizi mutlaka bitirmeli ondan sonra hiçbir ayrım yapmadan yabancı klasikleri okumalılar. Günlük tutmalılar. Tarih kültürümüzden kopmamalı, tarihimizi iyi bilmeliler. Kendilerine hedef belirlemeli, amaçlarına ulaşmak için mücadele etmeliler.
Gençlerimize önerilerim, iyi bir eğitim almalılar ki, Kürt devleti, Ermeni diasporası gibi vatanı bölmek, taviz koparmak isteyenlere karşı geçmişimizi ve geleceğimizi iyi bilerek haklarımızı koruyabilmeliler. Zira iyi bir eğitim alamayan, tarihini bilemeyen ne kendi menfaatlerini ne vatanının menfaatlerini hakkıyla koruyamaz.
Gençler, üzerlerindeki sorumluluğun farkında olmalı, günübirlik heyecan ve faydasız programlarla kıymetli zamanlarını heba etmemeli, diye düşünüyorum. Geleceğimizin sahibi, mirasçımız olan gençlere selam olsun.
-SON -
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.