‘Konya medeniyetlerin kavşak noktası’
Gazetemizin Ramazan Söyleşilerine bugün Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şube Başkanı Ahmet Köseoğlu konuk oldu. Köseoğlu, “Konya İslam ülkeleri arasındaki sıralamada ilk beşe girebilen bir şehir. Bugün Mevlânâ'dan, Konevi'den, Hz. Şems’ten, İbni Arabi'den söz edebiliyorsak; dünya tarihinde önemli bir yeri olan şehirden, dünyada haklı olarak ismi ile müsemma bir şehirden bahsediyoruz demektir. Bir medeniyet şehrini, aşk şehrini, insanlığın tarihi kadar eski olan aziz bir şehri konuşuyoruz demektir. Medeniyetlerin kavşak noktasından bahsediyoruz demektir. Hüyüklerde kazı çalışmaları yapıyor isek, ilk insan ilk peygamberle başladığına göre, insanlığın olduğu yerde peygamberler de olduğuna göre; peygamberlerin bulunduğu bu mübarek şehirden söz ediyoruz demek değil midir? Bu özelliklerin Konya'ya ciddi bir anlam yüklediğini de düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
KONYA MÜBAREK ŞEHİRLERİN BAŞINDA GELİR
** Konya çok köklü bir tarihe sahip bu konu hakkında Kısaca bahseder misiniz?
-Konya şehir olarak hakikaten köklü bir tarihe sahip. Konya'nın 10 bin yıla yakın bir tarihinin olduğu bilinen bir gerçek. Bununla beraber 200 yıl Selçuklu’ya başkentlik yapması, ondan önce de başkent olmayıp başkent hüviyetinde başka medeniyetlere de ev sahipliği yapmış olması Konya’nın ne kadar büyük bir tarihe sahip olduğunun bir göstergesidir. Dolayısıyla Konya tarihin her döneminde önemli bir uğrak noktası, önemli bir merkez olmuştur. Burada Konya’nın İslâm’ın ve insanlığın bütün dönemlerinde çok önemli bir yerleşim yeri olduğunu ve ilk insan ve ilk peygamberin İslam peygamberi olduğunu ve bütün nebilerin, enbiyaların hepsinin Müslümanlık üzere İslam peygamberi olduğunu yeniden vurgulayarak tarihe baktığımızda hemen kıblesinde Kilistra Antik Şehri bile bu aziz şehrin tarihsel ehemmiyetinin bir örneği değil midir? Çatalhöyük ve diğer höyüklerde hakeza. Tabii ki Konya’nın bu özellikleri bizim için bugün hem övünülecek hem de sorumluluğumuzu büyütecek, yükseltecek bir durumdur. Konya, genelde dünya için; özelde İslâm âlemi için önemli şehirlerin de başında gelir. Biz İslâm dünyası için önemli şehirleri sayarken Mekke, Medine, Kudüs, Şam derken 5. olarak Konya'yı da sayarız. Dolayısıyla Konya İslam ülkeleri arasındaki sıralamada ilk beşe girebilen bir şehir. Bugün Mevlânâ'dan, Konevi'den, İbni Arabi'den bahsediyorsak; dünya şehrinden, dünyaya mal olmuş, dünyada ismi olan bir şehirden bahsediyoruz demektir. Bir medeniyet şehrinden bahsediyoruz demektir. Dolayısıyla bu özelliklerin Konya'ya ciddi bir anlam yüklediğini de düşünüyorum.
**Konya’nın tarihin seyri içinde taşıdığı önemden bahsettiniz. Peki, bu noktada Konya’da yaşayanlar bu bilinci taşıyor mu?
-Bu soru subjektif bir soru. Ama şunları söyleyebilirim. Mesela bu şehirdekiler Konya'nın aziz bir şehir olduğunu, buraya hizmet etmenin ibadet olduğunu düşüncesi ile çalışmalı. Bu bilinci taşıyan birçok yönetici de gördük bu şehirde. Bu durum da bu şehrin bir mübarek ve aziz bir şehir olduğunun göstergesidir. Bugün de bu şuurla hizmet edilmeli. Konya aynı zamanda aşk şehri. Konya bir ilim şehri. Konya manâ şehri. Bu şehir ülkemize değer katan şehirlerin başında geliyor.
RAMAZAN DOLU DOLU GEÇERDİ
**Peki, eski ramazanlardaki hatıralarınızdan bahseder misiniz?
-Eskiden teknoloji bu kadar gelişmemişti. İftar saati top atışı olur ona göre ezan okunurdu. Alâeddin Tepesi'ndeki itfaiyenin attığı top sesi duyulur, böylece iftar vaktinin girdiği anlaşılırdı. Bizim ev caminin hemen karşısındaydı, ben top patladı diye koşarak eve gelir haber verirdim. Önce atılan topun dumanı görünür sonra sesi gelirdi. Koşarak gelir eve girerdim ezan okundu diye bağırarak. Babam rahmetli, caminin karşısında oturduğumuz için hoca yalnız kalmasın diye "Oğlum biz caminin karşısındayız. Haydi, gidelim namazdan sonra yemeğimizi yiyelim" derdi. İftarı açıp imama seslenirdi "Geliyorum hoca" diye. Sonra beni de yanına alır, akşam namazına gelen olursa iki-üç kişi kılardık. Bazen namazdan sonra hocayı da davet ederdik iftara. Ramazan ayının güzel bir muhabbet ortamı vardı, hem bir merasim yaşanır hem de insan bir gönül huzuru duyardı. Eskiden rakamlar küçüktü, paralar küçüktü, apartmanlar çok katlı değildi ki bunlar çok değil sadece elli yıl önce. Bunların yanında insanların dünyalık hedefleri de küçüktü ama ahretlik hedefleri büyüktü. Öyle olunca Ramazan muhabbeti hem mahalleyi, hem insanın kendisini, hem de evlerimizi sarardı. Çok iyi hatırlıyorum, mahallemizde Kur’an-ı Kerim'i bilen hanımlar beraberce birbirlerine mukabele okumaya giderlerdi. Bir de yine mahallenin hanımları toplanırlar, ilk teravih namazı gündüzünde beraberce camiyi temizlerlerdi. Şimdi tabi bunlar biraz unutuldu ve yeniden hatırlanması gereken adetler. Pek de sevinerek yaparlardı bu temizliği, Allah razı olsun. Koşarak gelip ibadet aşkıyla yaparlardı. Bir de pidemiz vardı tabi, Ramazan pidesi çok meşhurdu. Mahalle aralarındaki etli ekmek ve börek fırınlarımız var ya, onlar Ramazanda tırnaklı pide yaparlardı. Şimdilerde de var, lâkin biraz azaldı eskiye göre. Meselâ yumurtalı pide isteyen evden yumurtasını götürür, istediği şekilde yaptırırdı. Ben de evimizden yumurta götürürdüm. Yumurtaları yanıma alır, amca bize de beş tane yumurtalı pide yapacaksın, şunlar da yumurtalarımız derdim. Ramazan mübarek gün, oruçsun ve çocuksun; açık iki elinin üstündeki bir kartonda ya da tepside üstü yumurtalı, susamlı ve çörek otlu pideler var ve kokusu direkt burnuna tüterdi. Genelde akşamüstü götürülürdü pideler. Tam orucun hitama erme zamanında... Dolayısıyla tamam diyorsun, ben bunun ezan okunduktan sonra herhalde hepsini yerim diyorsun. Pidelerle eve geliyorum, misafir de var tabi; kendi kendime diyorum ki bunun birini ben yerim. Fakat yemeğe başlayınca öyle olmuyor tabi. Çocukluk bu ya; daha 10 yaşındayım. Şöyle bir sürahi var masada, ben susuzluktan yanmışım. Tamamını ben içeceğim bu suyun diyorum. Yaz günüydü tabi onun da etkisi var. Böyle hatıralarımız olurdu. Bir de teravih hareketliliği olurdu. Mahallelerde insanlar camilerde teravihte buluşmak için birbirlerini teşvik ederdi. Gençler hızlı teravih kıldıran camilere gitmeye çalışırlardı. Bizim mahalle Araplar; büyük bir semt burası... Hızlı teravih kıldıran genç bir imam varsa gençler oraya giderlerdi. Komşuların birbiriyle ilişkileri de Ramazan etkisiyle daha dikkatli ve özenliydi. Fakir fukara gözetilirdi. Biri evinde güzel bir yemek pişirdiyse o yemeklerin bir kısmından böyle fakir, yaşlı, dul, tek başına kalan, sanayide çalışan kalfa, çırak falan varsa onlara ikram ederlerdi. Bu da çok önemli bir şeydi. Hatta Adana'dan Konya'ya gelmiş, tamircilik yapan genç bir arkadaşım vardı. Bana bir gün: "Ahmet, bir Ramazan boyu mahalleden komşular evime ekmek ve yemek getirdi" diye anlatmıştı. Bu arkadaş sanayide bir çırak, imam veya öğretmen değil… Onlara daha çok ikram edilirdi ama sadece onlar değil herkes nasiplenirdi. Tabii sonraları modernitenin etkisiyle Ramazan da modern enstrümanlarla değişti.
"BU ŞEHİR ORUÇ TUTAR" ŞİİRİNİN HİKÂYESİ
**Bu Şehir Oruç Tutar şiiri nasıl doğdu?
-Bu Şehir Oruç Tutar’ın bir hikâyesi var. Şehir ve oruç kelimelerinin Türkiye’de en çok yakıştığı şehirlerin başında Konya gelir. Biraz, anlattığım o Ramazanlara, o dönemlere öykünme var. Biraz da o günkü Ramazanları arama var o metinde. Konya özellikle 2000’li yıllardan sonra büyüdü. Şehrin homojen yapısı biraz heterojen bir yapıya doğru dönüştü. Gençler, bilhassa üniversiteliler çoğaldıkça şehrin oruç tutar hüviyeti, şehrin oruç tutan hissiyatı bozulmaya başladı. Ve şehrin oruç tutan hissiyatının bozulması gibi bir durum oluşmasına rağmen bunu bile yeterli görmeyenler vardı. Bir turizm dergisi vardı mesela. Bu dergide kapak konularından biri şuydu; “Ramazan’da Konya’ya gitmeyin” Bunun altını doldurmak için de “oruç tutmazsanız; aç kalırsınız, kızarlar, bağırırlar” gibi bir sürü aslı astarı olmayan şeyler yazmışlar. Bir gazeteci arkadaş da Konya’nın imajı ile oynadıkları penceresinden bakıp “Konya’nın imajını olumsuzlaştırmışlar. Biz aslında öyle bir şehir değiliz, her inanca hoşgörümüz var” diye yazmış. Ben burada hem o dergiden hem de Konya hakkında söylenenlerden biraz rahatsız oldum. Ramazan’ın atmosferi sebebi ile üzüntü duydum. O duygularla da bu şehrin oruç tutan bir şehir olduğunu vurgulamak için yazmaya başladım. Normalde bir şiir kolay yazılmaz ama olaydan o kadar alınmışım, olayı o kadar içselleştirmişim ki hemen orada yazılıverdi mısralar. Bu şiir aslında bir manifestoydu, bir tepkiydi ama sonra bir Ramazan güzellemesine dönüştü. Bu şehir oruç tutuyor derken hatta bu şehrin etrafını sarıp sarmalayan her şeyin oruç tuttuğu kozmik bir yapıdan da bahsediyorum aslında. Bu Şehir Oruç Tutar şiirinin hikâyesi böyledir.
GENÇLER İYİ BİR OKUR OLSUNLAR
**Hocam son olarak gençlere nasıl tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
-Ben gençlere okuryazar olun derim. Yani önce okuyacağız. Neyi okuyacağımızı, nasıl okuyacağımızı, hangi derinlikte okuyacağımızı bilmeliyiz. Bununla ilgili yollar, metotlar, okunacak kitaplar, okunacak makaleler, takip edilecek kişiler, isimler var. Bunların hepsi uzun bir konu. Bunları ilgili yerlerden bulabilirler. Önce iyi bir okur olacağız. Okurluk ilerledikçe yazarlık da kendiliğinden gelir. Fakat okur olmadan yazar olmak isteyenlerin hayali her zaman hüsran ile sonuçlanır. İmkân bulur, para bulur, ancak yazdığını zannettiği şeyler kendisi için bir hayal kırıklığına dönüşebilir. Ya da bir başkasına ait olanı şiiri, metni değiştirerek, yazdığını zannettiği şey kendisi için bir hayal kırıklığı oluverir. Yazar olmak isteyen gençler böyle bir hüsrana uğramak istemiyorsa, önce okuryazarlığın okur kısmını geçmeleri gerekiyor. Neyi, nerede, nasıl, okuyacaklarını bilmeleri de gerekiyor. Doğru okuyan insanın zaten testisi dışına taşacak ve yazarlık kendiliğinden gelecektir. Yazarlar Birliğinde bizim açtığımız yazar okulu programında ilk dersimiz okuryazarlıktır. Orada ilk ders okuma ödevidir. Öğrencilerimizden, belirlediğimiz kitapları okumalarını isteriz. Okumalar bittikten sonra metinlere geçilir. Türkçeyi ve Türk dilini iyi bilmek, yazarlığın temelidir. Ondan sonrasında iş kendiliğinden yavaş yavaş gelir. Belirli bir okuma alışkanlığı kazandıktan sonra Yazarlar Birliği gibi mercileri, mecraları da takip etmek gerekiyor. Buralardaki konferansları, panelleri takip etmek, etkileşime girmek gerekiyor. Dergiler, makaleler, köşe yazıları okumak gerekiyor. Yazma kabiliyetimiz böylelikle gelişmeye başlar. Hiçbir kimse yoktur ki ben hiç okumadan yazdım ve büyük yazar oldum desin; bu mümkün değildir. Mesela Aristo’yu hiç okumamış birisi Aristo hakkında ilhamla yazı yazabilir mi? Tabii ki böyle bir şey olmaz. Dolayısıyla en büyük yazarlar dediğimiz, külliyat şeklinde eserler bırakmışlarımız, kitaplarını okuduğumuz değerli büyüklerimiz elbette ki çok kitap okudular. Yaşadığımız bu çağda ben gençlere şunu öneririm; hayatı iyi okusunlar. Hayat sadece kitaplardan okunmuyor. Hayat etraflarından okunuyor. Çiçeğe, böceğe, suya, ağaca nazar etmek lâzımdır. Dikkat edin; baksınlar demiyorum, nazar etsinler diyorum. Nazar etmek bir Kuran-ı Kerim terimidir. Allah'ın yarattığı büyük tablo okunacak kitaptır. Yazarlığa hevesi olanlar kâinata iyi nazar etsinler. Dağa çıksınlar, buluta baksınlar. Son bir ayda kaç kişi gökyüzünde buluta baktı desem, yüzde doksanı, başını göğe kaldırmamıştır. Gökyüzüne uzun süreli bakan gençler var mı aramızda? Dağa çıkıp dağın üzerinden şehre doğru içinden gelenleri söyleyecek, şiirler okuyacak kaç gencimiz var? Bunları yapmadan ne okur olunur, ne yazar olunur.
ROPÖRTAJ: SAİT ÇELİK
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.