Konya kültürünün yaşatıldığı bağ evinde Saime Yardımcı ile...
Yayınlanma:
Saime Yardımcı Kimdir?1944 yılında Konyada Kadılar Sokağında dünyaya geldi. Babası PTT veznedarlarından Ekrem Bey, annesi Halime Hanımdır.
İlkokulu, yeri şimdi çocuk parkı olan, Çukur Mektep’te, ortaokulu da Karma Orta Okulu’nda tamamladı. 1961 yılında Kız Lisesi son sınıfta iken, Nazif Yardımcı Bey’le evlendi.Sosyal faaliyetlerde aktif görevler üstlendi. Türk Anneler Derneği kurucu üyeleri arasında yer aldı. Konya İş Kadınları Derneği Kurucu Başkanlığında bulundu. Hâlen her iki derneğin de başkanlığını başarı ile yürütmektedir. Ayrıca, Selçuklu Belediyesi Kent Konseyi Üyesi’dir.
Yardımcı Beton, Yardımcı Prefabrik ve Yardımcı Pazarlama ve İnşaatları Yönetim Kurulu Başkanıdır.
İçinde bulunduğumuz yıl, onun Konya yemekleri ile ilgili kitabının ikinci baskısı yapıldı.
Konya kültürüne bağlı bir insan olarak tanınan Saime Yardımcı iki kız, bir erkek ve dört torun sahibidir. Kitap çalışmaları devam etmektedir.
Saime Hanımefendi ile geçen ramazan bayramından hemen sonra hazırlamakta olduğumuz bir makale için gazetede bir araya gelmiştik. Kendisinden Türk Anneler Derneği ile ilgili bilgi almış ve o gün Meram’daki bahçelerinde kendileriyle bir röportaj yapmak üzere sözleşmiştik. Aradan bir hayli zaman geçti. Kurban bayramından iki gün önce Meram’da bir araya gelmek üzere telefonda anlaştık.
Saime Hanımefendi bizi güneşli pırıl pırıl bir havada Meram’daki bahçelerinde karşıladı. Ev sahibesi oruçlu ağzıyla büyük bir misafirperverlik göstererek, bizden bir-iki saat önce gelip, misafirleri üşümesin diye sobayı ve şömineyi yaktırmış. Önce, yıkılmaya terk edilen Avukat Tevfik Efendi’nin köşkünün resimlerini çektik. Bu tarihi ev, Meram’da tabiatın tahripkâr tesirlerine direnen son eser. Daha niceleri böyle yok olup gitti. Biri birinden muhteşem o çelebi konaklarından da eser kalmadı. Belki bu da bir çelebi konağı idi. Araştırınca ortaya çıkacak.
Daha sonra Saime Hanım’ın bir asır kadar önce kayınpederinin yaptırdığı bağ evini gezdik. Bu evde hatıralar olduğu gibi muhafaza edilmiş. Bir asır önce çakılan tavanlar, tabanlar, sedirler ve merdivenler aynen duruyor. Sonradan yapılan evde de, mutfakta bakır kaplar, duvarlarda beratlar, ortada pirinç mangallar dikkat çekiyor.
Bütün aile fertlerinin bahçede diktiği bir ağacı var. Hatıralar aynen yaşatılıyor. Hatıraları, gelenek ve kültürü şehrimizde böyle yaşatan bir aile daha olduğunu tahmin etmiyorum.
Daha sonra, etrafa tatlı bir sıcaklık saçan şöminenin karşısında güzel bir sohbet başladı. Saime Hanımefendi bir ara, “Biz ataerkil bir aileyiz” deyince sohbet bu alana kaydı. Merhum Nazif Yardımcı Bey eşine, “Ne arkamda ol, ne de önümde, hep yanımda ol’ dermiş. İşte bu anlayış, eşlerin biri birine olan güven ve saygının bir ifadesi. Zannedildiğinin aksine, ataerkil ailede de kadının ayrı bir yeri vardı. Saime Hanım konu ile ilgili bir hatırasını da nakletti. Dr. Fethi Ferit Uğur Beyler ailenin yakın akrabası. Bir gün onların, ailece bir ziyaretleri sırasında Saime Hanım elinde kahve tepsisi ile içeri girmiş ve ikrama bayanlardan başlamak istemiş. Dr. Fethi Bey hemen müdahale etmiş, “Saime Hanım! Biz ataerkil bir aileyiz. İkrama beylerden başlayın” diye uyarmış.
Fethi Ferit Bey, babasının yolunda hayrülhalef bir evlât, aynı zamanda da bir kültür adamı. “Konya Kültürüne Hizmet Edenler” isimli kitabımla ilgili çalışmam sırasında, araştırmama rağmen, Fethi Ferit Uğur merhumla ilgili yeterli bilgi bulamadığım için kitaba alamamıştım. Şimdi, Saime Hanımefendi vasıtasıyla Fethi Ferit Bey’in yakınlarına ulaşma imkânını da bulmuş olduk.
Az daha unutuyorduk. Kuru kuruya sohbet olur mu? Şöminenin karşısında, mis gibi bir çay ve yanında tamamı bahçeden elde edilmiş, kayısı kurusundan elma ve armut kurusuna, kayısı pestilinden cevize zengin bir yerli yemiş ikramı. Hele o derin dondurucuda muhafaza edilen şekerpare kayısı kurusunun tadı bir başka idi. Bunlar, bizim eskiden her evde bulunan geleneksel yiyeceklerimizdendi. Çarşıdan yemiş ve meyve almaya gerek yoktu. Mevsimine göre evlerde mutlaka bir şeyler bulunurdu. Ama bu güzel geleneğimiz de artık unutulup terk edildi. Saime Hanım, meyvelerin nasıl kurutulacağının püf noktalarını da biliyor. İleride bu konu üzerinde de etraflıca duracağız.
Saime Hanım’ın eşi, geçen yıllarda kaybettiğimiz merhum Nazif Yardımcı Bey de tarihine, kültürüne ve geleneklerine bağlı çok değerli bir dosttu. Vefatından önceki yıllarda Bozkırlıları, özellikle Memiş Efendi’nin soyundan gelen akrabalarını bir araya getirmek için çok gayret sarf etti. Bozkırlılar Derneği’ne canlılık kazandırdı. Çalışmalarında muvaffak da oldu.
Meram’daki sohbet, yayınlamak istediğimiz röportaj için yeterli olmadı. Bayram sonrasında bu sefer şehir evlerinde bir araya geldik.
Saime Hanım’ın çok zengin bir fotoğraf arşivi var. O, bu günlerde yüzlerce resmi tasnif etmeye ve fotoğraflardaki şahısları tespit etmeye çalışıyor. Bu fotoğrafların yüzlercesi Konya manzaraları ile ilgili. Bunlar da kendisine Fethi Ferit Bey’in ailesinden intikal etmiş. Bu iki toplantıda Saime Hanım’dan geçmişle ilgili çok şey öğrendik. Araya resimler de girince vaktin nasıl geçtiğinin farkında olamadık.
Bilindiği gibi, bu röportaj serisini Funda Küçükkoner Hanım yönetiyordu. Konunun bir asırdan fazla çok gerilere gitmesi sebebiyle röportajı birlikte yapma mecburiyeti hâsıl oldu. Aşağıda çok eski resim, kabir taşları ve hatıralarla dolu bir söyleşi bulacaksınız.
Okuyucularımıza bir de müjde vermek isterim. Bugüne kadar hep Meram’la ilgili kitap ve yazıların çoğu, Meram’da yaşamayan, bir gece olsun, Gedavet’e bağrını verip yatmayan insanlar tarafından yazılmıştır. İnşallah fırsat bulur, nasip olursa Meram’ı, Saime ve Funda Hanımlarla birlikte, hayatı Meram’da geçen insanlar olarak, işlenmeyen birçok yönüyle anlatmaya çalışcağız.
Bu girişten sonra artık sorulara geçebiliriz.
M. Ali Uz
Uz-Küçükkoner: Efendim siz köklü ve çok tanınmış bir aileye mensupsunuz. Ailenizden biraz bahseder misiniz?
S. Yardımcı: Eşim Nazif Yardımcı ile 1961 yılında evlendik. Eşim, Memiş Efendi’nin oğlu, Hacı Fettah Kabristanı’nda metfun, Muhammed Bahaüddin Efendi’nin büyük mahdumu Zeynelâbidin Efendi’nin torunu idi. Eşimin annesi Kadriye Hanım, Zeynelabidin Efendi’nin küçük kızı oluyordu. Zeynelabidin Efendi’nin diğer iki kardeşi de, Rifat Efendi ile Ahmet Ziya Efendi’dir.
Eşimin babası da Tekke Mahallesinde Avukatlar unvanıyla anılan aileden, Su Komisyonu Reisi ve Belediye Encümen Üyesi Av. Tevfik Efendi’nin küçük oğlu Atıf Efendi idi. Atıf Efendi’nin ağabeyi, yani eşimin amcası da meşhur, diş tabibi, yazar ve şair Muzaffer Hamid idi.
Eşimin önemli bir akrabalık bağı da Burhanzadelerle… Zeynelabidin Efendi, Konya Belediye başkanı Burhanzade Seyit Rifat Efendi’nin damadıdır. Zeynelabidin Efendi, Seyit Rifat Efendi’nin kızı Ruveyde Hanım’la evlidir.
Seyit Rifat Efendi’nin diğer bir damadı da, Konya Maarif Müdürü M. Ferit Uğur’dur. Dolayısıyla M. Ferit Uğur’la Zeynelabidin Efendi, bacanaktır. M. Ferit Uğur’un eşi ise, Naciye Hanımdır.
Atıf Efendi’nin annesi de Nakıpzadelerden Sıdıka Hanım’dır. Özetleyecek olursak eşim Nazif Bey, hem Seydişehir’in Çavuş Kasabası’nda metfun büyük âlim ve mutasavvıf Memiş Efendi’nin, hem de Burhanzadeler dolayısıyla Taş Medrese ve Ahmet Efendi Hamamı Mütevellisi Şeyh Ahmet Efendi’nin soyundan gelen torunudur.
Bir akrabalık bağı da meşhur hattat Adil Binallarla. Hattat Adil Binal, Kadriye Hanım’ın teyzesinin oğludur.
Bu geniş aile derinlemesine incelendiğinde, onların Erenmemişlerle olduğu gibi, Konya’nın pek çok tanınmış ailesi ile de akraba olduğu görülür.
Uz-Küçükkoner: Aileye ilk gelin gelişinizden biraz bahseder misiniz?
S. Yardımcı: Gelin geldiğim zaman Nazif’in nenesi sağdı. Nene tam bir Osmanlı hanımefendisi eve, evin düzenine ve intizamına hâkim çok becerikli, çok bilgili bu konuda mutfağa hakimiyeti o bilgisinden geliyor. Kendisi de seksen dört yaşındaydı, biz bir sene beraber oturduk. Nenemi bir sene sonra kaybettik, ama aklı filan son derece başında, hiç kimsenin idare etmesine gerek kalmayacak yapıdaydı. Kayınvalidem de 56-57 yaşındaydı ben gelin geldiğim zaman, ama onun bir kayınvalidesi vardı evde…
M. Uz: Yani sizin iki kayınvalideniz oldu.
S. Yardımcı: Benim iki tane oldu, ama evde öyle bir ortam vardı ki saygıya dayanan bir ortam. Yani herkes kendi yerini, sınırlarını biliyor ve evde en ufacık bir problemin olduğunu ben görmedim evliliğim süresi içinde.
M. Uz: Yeni gelini ezme diye bir olay yok yani?
S.Yardımcı: Hayır yok. Ben bir de üstelik, nene bana sanki evin en küçük çocuğuymuşum gibi böyle bir muamele. Çünkü nenem mutfağa hâkimiyeti elinde, yemeği hâlâ o yapıyor, her şeyden o sorumlu, kayınvalidem ona yardımcı bana da getir götür işi kalıyor. Ama mutfak düzenleri mükemmel.
Uz-Küçükkoner: Meram’da yaşantı nasıldı?
S. Yardımcı: Yazın Meram’da oturuluyor; kış gelince Tekke mahallesindeki eve göçülüyormuş ama benim gelin geldiğim senelerde Tekke mahallesindeki eve gidilmiyor yaz-kış Meram’da oturuluyordu. Yaşadığımız süre içerisinde yazdan kışa hazırlık yani baharla birlikte hazırlık başlıyordu. Hani baharda ne olur diyeceksiniz? Baharda ilk önce iğde çiçekleri açar, bunlar toplanıyor ve bir kısmı kurutuluyor. Nenem onlara küçük keseler yapmış, kenarlarını iğne oyası ile süslemiş, kuruyan iğde çiçeklerini bu keselerin içine koyuyor ve sandıktaki çamaşırların arasına yerleştiriyor. İşte şimdilerde yeni yeni görülen, moda olan lavantaların yerine bizde bir görenek, demek ki iğde çiçekleri olurdu ve o sandık açıldığı zaman mis gibi iğde çiçeklerinin kokusu yayılırdı. Ama o keseleri görmenizi isterdim. Küçük keseler, ipek kumaşlar kenarları bitiş yerlerini iğne oyasıyla oyalamış içinde de iğde çiçekleri. Diğer toplanan iğde çiçekleri ne yapılırdı derseniz, onlarla da reçel.
Uz-Küçükkoner : İğde reçeli yapmayı büyük nineden mi öğrendiniz?
S.Yardımcı: Evet o ailenin reçeli.
Baharda daha sonra zambaklar açmaya başlıyor. Önce zambak şerbeti ardından zambak reçeli. Tarlada gelincik bol miktarda olurdu ve gelincik şerbeti yapılırdı. Bunlar bir misafir gelince ikram edilmek için hazır bulundurulurdu. Bizler Türk ailesi olarak her şeyi tatlıyla bitirmez miyiz? Tatlı yiyelim tatlı konuşalım denir. Geleneklerimiz o kadar güzel ki bir bakıyorsunuz Konya’mızda kız istemeye gidilir şerbet içelim denilir. Doğum oluyor, loğusa şerbeti, mevlit okutuyoruz limonata… Yani hep evde yapılan çok ekonomik yani bizim mutfağımız
M. Uz: Bizim şerbetlerimiz hem sağlıklı, hem de ekonomik bir de çok eski ta Selçukluya kadar giden bir gelenek değil mi?
S.Yardımcı: Ben hep sürdürülsün istiyorum. Özellikle evimde yani evlenmeden önce de doğduğum büyüdüğüm evde de bu vardı. Ben Konya’nın çok köklü bir mahallesinde büyüdüm. Annem, babam o mahalleye evlenmiş, benim bütün çocukluğum Kadılar Sokağı’nda geçti ve ben o mahallede doğmaktan, yaşamaktan dolayı kendimi çok ayrıcalıklı hissediyorum. Konyalı mısınız diyorlar, evet Konyalı’yım ama Kadılar Sokağı’ndanım, diyorum. Görgüsü, geleneklerine bağlılığı, komşuluk ilişkileri dikkat çekicidir.
Uz-Küçükkoner: Kadılar Sokağı’nda kimler komşularınızdı?
S.Yardımcı: Karpuzoğulları kapıkarşı komşumuzdu Konya’nın önde gelen manifaturacılarından, Tapucu Ahmet Efendi, bitişik komşumuz “Feraiz’de, İslâm miras hukukunda uzman olduğunu biliyor muydunuz?” Kadılar komşumuz, Veli Efendi amca (Veli Sabri Uyar Hoca) Bakırcılar keza komşumuz, sokağın bitiminde sola döndüğünüzde caminin bitişiğinde Karaağaçlar (Ecz. Karaağaçlar Adil Karaağaçların babası) zaten Kadılarla hala dayı çocukları onlar. Muammer Çelik, Hadimli Vehbi hocanın oğlu, annesi Naime Hanım, sol tarafta da Dr. Ali İhsan Dayıoğlugil, çeşmenin hemen yanındaki yerde de Saraçlar, yolun sonunda Gevrakiler komşumuzdu. Azime Hanımın küçük kız kardeşi Yaşar Hanım da öyle. Sokağın yukarısında sola doğru da Mullafoğulları… Bugün Türkiye’nin en önde gelen kuyumcularından Molular, bizim evin tam karşısında da şoför Muhlis Bey vardı.
Bu insanlar inançları gibi yaşayan mükemmel insanlardı. Bu aileler hâlâ bu yaşantılarını devam ettiriyorlar.
Uz-Küçükkoner: Peki baharda reçelleri, şerbetleri de yaptık, sonra?
S.Yardımcı: Şimdi bundan sonra bahçede sebze ekimi başlıyor. İlk bizim sebzeler çıkmadan bahçede doğal olarak sirken çıkıyor, ebegümeci var mesela. Ebegümecinin yaprakları, yaprak sarma olarak kullanılır, sirkenin kavurması yapılır, kendiliğinden çıkan yabani semizotları da var, diğerinden daha farklı ekşi olur. Arkasından labada dediğimiz bitki var, onun da sarması olur. Sirken yani yabani ıspanak… Bu bitkiler unutuluyor, ama ben unutulsun istemiyorum.
Uz-Küçükkoner Bunlar biliniyor ama maalesef yenmiyor.
S.Yardımcı: Yeni nesil bilmeği için yenmiyor, oysaki bilse toplayacak. Ben şimdi torunlarıma durmadan gösteriyorum, öğrensinler diye…
Derken kendi sebzelerimiz çıkmaya başlıyor. Bahçede yetişen sebzelerden bakıyorsunuz birden kara kabaklar oluvermiş. Bir de Meram’ın âdeti var, kimin sebzesi ilk önce yetişmişse komşulara dağıtılıyor. Çok olduğundan burada kış hazırlıkları yeniden devreye giriyor ve bu kara kabaklar boylamasına diliniyor ve kurutuluyor kışın yenmek için. Kabakların çiçeklerine bakılır, erkek olan çiçeklerden, kabak çiçeği dolması için koparılır. Ben ilk önce bu çiçekler koparılarak boşa gidiyor diye üzülüyorum, neneme de diyorum, “Bunlar sebze olacak” diye. “Ama kızım onlar zaten erkek çiçek, meyve vermeyecek” diyor. Bakar mısınız güzelliğe. Bu çiçeklerden ya zeytinyağlı ya da etli dolma yapılırdı ki Konya’da ekseriye o dönemler için etli dolma daha makbuldü.
Uz: Şimdi burada bir ara verelim. Biliyorsunuz Nisan ve Mayıs aylarında yerli sebze çıkmaz, bir önceki dönemden kurutulan sebzeler, meyveler tükenmiştir, hatta bu döneme kazık söktüren aylar da denir, ama kültürümüz ne kadar geniş ki bahçede kendiliğinden çıkan otlardan yemekler yapılıyor bu aynı zamanda ekonomik bir alışkanlıktır.
S.Yardımcı: Unuttuk, baharla birlikte, bahçede güneğikler çıkar. Bu güneğikler toplanır, bol yumurta ile bir salata ve mercimekli bulgur pilavı yapılır. Bahçede mor menekşeler de çıkmıştır. Bunlar, bulgur pilavının üzerine kapatılır, kokusu sinsin diye… Onların yenmesinde de sakınca yoktur. Mor menekşeli bulgur pilavı yanında güneğik salatası ayranla çok güzel yenir. Bunlar baharın müjdecisidir. Arkasından sebzeler tek tek çıktıkça, biber, yeşil fasulye, nane, tarhun kurutulur. Tarhun, Konya’nın özel bir otu, unutulmasını hiç istemem, özellikle tarhun yahnisinin… Artık sebzelerimiz eski lezzetinde değil çünkü dereden gelen su eskisi gibi değil ve sebze yetiştirilemiyor. Tarhun ve diğer sebzelerimizi biz çeşmeden sulamak zorunda kalıyoruz. Yapraklar olunca kuruluyor, yazın asmaların içinde koruklar seyreltirken toplanan bu koruklardan koruk ekşisi yapılıyor. Bu bizim eski bir şerbetimizdir.
Uz-Küçükkoner: Şimdi bu koruk ekşisini yeni nesil bilmez. Ondaki tat, koku hiçbir şeyde yok…
S.Yardımcı: Neden yok çünkü limon geliyor şimdi. Oysaki ekşili kabak yemeğine koruk konulur. Calla diye de bir yemeğimiz vardır, kuşbaşı et ve erikle pişirilir. Konya’nın o büyük yeşil eriklerinden. Sonra böbrek erikler; hem seyretmek hem de ağacı rahatlatmak bakımından daha mora çalmadan toplanır, turşusu olur. Vişne yapraklarıyla ve tuzlu suyla birlikte kurulur. Vişne yaprağı onun mayalanmasını sağlıyor bir de rengini güzelleştiriyor.
Yavaş yavaş böyle yaza doğru geçilir ve kayısılar olgunlaşmaya başlar. Olgun kayısı yarıldığı zaman kararır. Bunlar pestil yapılarak değerlendirilir.
Uz-Küçükkoner: Sizin bildiğimiz kadarıyla bir kitabınız var. Muhteva olarak da Konya’da yayınlanan diğer yemek kitaplarından biraz farklı. Nasıl başladınız kitabı yazmaya?
S.Yardımcı: Şimdi bize gelen misafirlere özellikle Konya dışından gelenlere ben Konya yemekleri yapıyorum. Yazdan hazırladıklarım da var, kışın yapılacaklar da… Mesela hiçbir zaman yeşil fasulye alıp da pişirmiyorum kuruttuğum yeşil fasulyeyi kuşbaşı etle pişiriyorum. Bunu nasıl yaptın diyorlar. İşte yazın kurutulan kabak, patlıcan sarıyoruz. Et kabağı da çok güzel dondurularak saklanabiliyor.
İşte böyle başlamış oldu. Ona tarif ver buna tarif ver… Şimdi ben göz kararı şunu yaptım diyince olmuyor. Ben ister istemez onları yazıp bir ölçüye koymaya başladım. Derken bir projemiz vardı bizim, “bağımlılıkla mücadele”. Nasıl yapılacak, ama buna da para lazım. O zaman eşim dedi ki, “Sen şu yemek kitabını yaz, biz bunu satalım, elde edilen gelirle şu bağımlılıkla mücadele edelim”. Konu, madde bağımlılığı idi. Bu kitap satışından 2001 yılında 5 milyar gibi bir para elde ettik. Profesör arkadaşlarımız vardı; geldiler, madde bağımlılığı derken özellikle bu çıraklık okullarında, atölyelerde yaygın hale gelen tiner ve bally bağımlılığı ile mücadele yapıldı.
Benim bir özelliğim var, değerlerin kaybolmasını istemiyorum. Yani paylaşmak istiyorum. Bizim ailedeki bir yemek sadece bizim evin içinde kalmasın, herkes öğrensin, yapılsın, nesilden nesile aktarılsın. Bunlar birer kültür mirasıdır. Mesela yurt dışında bir yere gidiyorsunuz, ilk merak edilen şeylerden birisi ne yenilip içildiğidir. Yöresel bir tadı var mıdır? Nelere değer veriyorlar vs.
Uz-Küçükkoner: İnsan birçok şeye değer verir de, bir de sizin elinizde çok zengin bir fotoğraf koleksiyonu var. Bunu nasıl elde ettiniz ve ne yapmayı düşünüyorsunuz?
S.Yardımcı: Önce ailenin elindeki fotoğrafları değerlendirdim. Çocuklara bunları aktarayım, ama birisine versem o da kendi çocuğuna bırakacak, herkesten bu fotoğraflara sizin verdiğiniz değeri vermesini bekleyemezsiniz. Belki o çocuğun ilgi alanına girmeyecek, neticede kaybolup gideceğine hep paylaşım diyorum, eşten-dosttan, hısımdan-akrabadan topladığım bu fotoğrafları herkesle paylaşayım istedim ve bir çatı altında toplayıp bir kitap haline getirmeyi istiyorum. 1905’lerden 1910’lardan yüz yıllık fotoğraflar var. Buradaki özellik yemek kitabında olduğu gibi aileye ait fotoğraflar…Gayem, anıları olan şeyleri bir araya getirmek.
Uz-Küçükkoner: Kayınvalidenizden biraz bahseder misiniz ve onunla olan ilişkinizden. Nasıl bir insandı?
S.Yardımcı: Öncelikle mahallenin önde gelen son derece sevilen ve sayılan, dertleri paylaşan bir insandı. Bir anımı anlatacağım: komşumuz geldi bir gün gelininden dert yanıyor, onu dinledi, gençtir olur geçer diye yatıştırdı gönderdi. Akşama doğru da o komşunun gelini geldi, kayınvalidesinden dert yanıyor. Kayınvalidem gene olgunlukla gelini de dinledi ve ona da nasihatler etti. Fakat bu arada bizim evde ki kızlarımızdan biri ikram yaparken kızcağızın söylediklerine, “Ama o olay aslında şöyle olmuş, böyle olmuş” diye bir iki kere lafa karışınca kayınvalidem kıza dönerek “Şerife eteğinin fermuarı açık kalmış” diye uyardı. Fakat anlamadı; hâlâ devam ediyor. Bir iki kere daha söyleyince misafir gelen kız, “Eteğini değiştiriversin Kadriye abla” diyiverdi. Hâlbuki bu evdeki kızla kayınvalidem arasında bir parola, ama kız anlamıyor bir türlü. Konuşma demek istiyor ama ne çare… Kayınvalidem aile içinde ve dışındaki komşulara ait olan sırların bile aktarılmaması gibi -bu özellik eşimde de vardı- çok titizlik gösterirdi. Ailemizde de olaylar çok büyütülmez olgunlukla hareket edilirdi.
Uz-Küçükkoner: Peki siz aileye ilk girdiğinizde ne dikkatinizi çekmişti? Yani bir saygıdan bahsettiniz, bunun haricinde ilginizi çeken ne olmuştu?
S.Yardımcı: Kendi ailemde de öyleydi. Saygı duyduğunuz zaman sevgide arkasından geliyor. Biz mantık evliliği yaptık. Ailece çok yakın görüşürdük, akraba gibi çok yakındık. Ama ben görüyorum ki siz büyüklerinize saygılı olursanız onlarda size aynı sevgi ve saygıyla yaklaşıyorlar. Kayınvalidem ile kayınpederim arasındaki ilişki, kayınvalidem ile görümceleri arasındaki ilişki çok farklıydı. Ben en çok onu yadırgamıştım. Hiç kimse birbirine ismiyle hitap etmiyordu. Evin içinde Kadriye Hanım ve Atıf Efendi diye konuşuyorlar; hatta görümceleri, kayınvalidemden yaşça büyük olmalarına rağmen, ağabeylerinin hanımı olması hasebiyle onlar da Kadriye Hanım derlerdi, bir hürmet vardı. Bu durumu görünce ben de iki sene eşime ismiyle hitap edemedim. Daha sonraları eşimin de ısrarıyla ismini söyleyebildim. Hatta halalardan birisi bana “Senin her huyunu beğeniyoruz ama koskoca Nazif Bey’e bir beyliği lâyık göremedin mi?” diye yadırgamıştı. Nasıl deyim, aile biraz aristokrat mı denilir, pederşahi mi denilir öyle bir aileydi. Bir anım daha var; muallim Ferit beyin oğlu Dr. Fethi Bey Sorbon’da tahsil görmüş, Konya’nın ilk yurt dışı eğitimli insanlarından biri. Mesela O bana hiçbir zaman ismimle hitap etmemiştir. Yaşça kendisinden çok küçük olduğum halde hep Saime Hanım demiştir. Ben O’nu hep Avrupaî bir insan olarak düşünürdüm ki, bize misafirliğe geldiği bir zaman ben de 17 yaşımda filanım, yaptığım kahveyi getirdim, hanımlardan başlayarak ikram etmeye başladığım sırada, Fethi Bey bana, “Gelin hanım gelin hanım biz pederşahi bir aileyiz önce erkeklerden başlayacaksın. Siz bize saygı duyacaksınız ki bizde size saygı duyalım” diye beni ikaz etmişti. Ama ben ailede böyle bir düzen olmasına karşın, hanımların erkeklerin arkasında yer aldığını hiç görmedim. Ama hanımlar da hiç önde de değillerdi. Eşimin de bana vermiş olduğu mesaj da hep buydu: “Önümde olma arkamda hele hiç olma, hep yanımda ol” derdi ve biz evliliğimiz süresince kendisiyle bu beraberliği uyguladık. İkinci Organize Sanayinde iş yerimizi açtığımız zaman da hep yan yanaydık ki biz beton işi yapıyoruz. Çalışanlarımızla da öyle hep yan yanayız. Ben hanımları bir denge unsuru olarak görüyorum zaten.
Benlik yok yani biz var. Bir de aile bağları… Kendi ailemde de aile bağları çok sıkıdır benim. Evlendim eşimin ailesi de böyle. Mesela bayramlarda birinci günü aile mutlaka bir araya toplanıyor, bayram yemeği beraber yeniliyor. Yazın bütün çocuklar bir araya geliyor. Her vesile ile aile sofrası bizim için çok kutsal. Birlikte oturuluyor, konuşuluyor, yemek bizim için bir bahane... Meram’da bizim soframız daima açıktır. Nazif’in dedesinin de sofrası açık bir insanmış. Avukat Tevfik Efendi şimdi kalksa gelse, Meram’ın bu haline ne derdi bilinmez ama o zaman gedavet Meram’da iyi hissedilmiyor diye yemekler hazırlanır Dere’ye, Köyceğiz’e doğru çıkılırmış. Köyceğiz’de, Yardımcı çeşmesi var o çeşmenin orda yemekler yeniliyor.
Şimdi genç erkekler aileye bağlı olursa sorun olmaz. Bu dediğimden genç kızlar korkmasınlar ailesine, annesine, babasına bağlı bir erkek eşine de bağlı olur. Ailede o saygıyı görerek yetişen genç kızlar ve erkekler evlendikleri zaman o evde büyüklere hürmet zaten olacaktır. Ben kayınvalideme, “İyi ki Nazif gibi bir evlat yetiştirmişsin ve iyi ki benim eşim olmuş” derdim.
Uz-Küçükkoner: Kayınvalideniz eski olaylardan bahseder miydi?
S.Yardımcı: Kayınvalidemin çocuklarına verdiği mesaj şuydu: Hiçbir zaman babasının suçlandığı böyle bir şeye teşebbüs etmediğini, bunlara inanmamalarını ve üzülmemelerini kendilerine aktardığını biliyorum. Kayınvalidemin hiçbir zaman da Cumhuriyet veya Atatürk aleyhine konuştuğunu ben hiç duymadım. Çocuklarına da böyle bir şeyi nakletmemiş, gayet medeni bir insandı. Kaldı ki Zeynelabidin Efendi Beyrut’ta olduğu dönemde kızlarım satranç öğrensinler diye Fransızca konuşan bir Ermeni kadın getirtmişti eve. Kayınvalidem çok güzel satranç oynardı. Ama öyle basit değil, oynayalım, kalkalım başından gibi bir şey değildi. Özellikle kız kardeşleri bize kalmaya geldiğinde satranç masası bir kenarda durur bir hamle yapılır, ertesi güne kadar karşıdaki bir hamle yapardı ve en çok 3-4 hamlede oyun biterdi.
Babasıyla da gururlanırdı. “İleri görüşlü, çok bilgili, konularına hâkim, çok bonkör ve nasihatleri çok yerinde olurdu” derdi.
Uz-Küçükkoner: Kayınvalidenizin tahsili var mıydı?
S.Yardımcı: Sanırım kayınvalidem önce Fransız mektebine gitmiş bir müddet, ama ne kadar olduğunu bilmiyorum. Yalnız çocukluğu Beyrut’ta, Kahire’de ve Suudi Arabistan’da geçmiş. Çok iyi Arapça bilirdi. Babaları yurt dışına çıkınca çocuklarını da bir müddet sonra yanına aldırıyor. Annesi Şam’da vefat ediyor zaten. İki ablası Beyrut’ta evleniyor. Suudî Arabistan Kralı sanırım bu aileyi misafir ediyor, ev veriyor onlara; Arap halayıklar filan…
Zeynelabidin Efendi Cennetü’l Bakî de metfun, fakat kabir yeri belli değil. Dede zaten İskenderun’da ki evinde fotoğraftan da belli, Nazif 4-5 yaşındayken yanına gidiyor. 1938 senesinde İskenderun Türkiye’ye dahil olunca dede Suudi Arabistan’a gidiyor ve 4-5 sene orada yaşadıktan sonra vefat ediyor.
Uz-Küçükkoner: Biraz da derneklerden bahsedelim başkanlığını yaptığınız
S.Yardımcı: Türk Anneler Derneği, 1975 yılında kuruldu. Ben kurucular içindeyim. Yirmi sene başkan yardımcılığı yaptım, son on yıldır da başkanlığını yapıyorum. İlk başkanımız Nimet Uzluk Hanımefendi. Konya halkı yaptığı yardımın nereye ulaştığını bilirse daima sizin arkanızdadır. Biz bunun güzel örneklerini yaşıyoruz. Ve halk gönül rahatlığı ile yardımını size veriyor.
Öncelikle çocuk yuvasıyla başladık. 0-7 yaş ve 7-18 yaş çocuk yuvası. Yetiştirme yurdu Odun Pazarında o zaman, şimdi daha bakımlı daha farklı. Senelerce Anneler Derneği olarak 7-18 yaş çocuklarının iç giyimini biz yaptık. Masalar açılıyordu, kimin evinde olursa olsun, Sümerbank’tan patıskalar toplarla alınıyor, bir grup kesiyor, bir grup dikiyor, biz bütün enerjimizi, bütün gücümüzü çocuk yuvasına harcıyorduk. Özellikle 7-18 yaşa... On sekiz yaşında koruma kalkıyor. O çocuk üniversiteye gidiyor ve de burs alamıyorsa durumu daha da zor oluyordu. Bu sebeple bizim burslarımız onlara yönelikti. Üniversite açılınca en büyük sorunlardan birisi de, yurt sorunu oldu. Konya’da kalacak yer sıkıntılıydı. Bunun üzerine Osman Gilistralı ve O’nun varisleri Feridiye Karakolu’nun arka tarafında bize bir arsalarını hibe ettiler. Arkasından diğer hayırseverler… Demirciden demirini, çimentocudan çimentosu, kerestesi derken biz oraya 3 katlı, 120 öğrenciyi barındıracak bir yurt binası inşa ettik. O binanın yanına bir de kreş yaptık. Şu anda Konya’nın en iyi çocuk yuvası, Türk Anneler Derneği Çocuk Yuvası’dır. Bu binayı biz yaptıktan sonra Milli Eğitim’e devrettik. Uzun süre yurt binasını kendimiz işlettik. Sonra Kredi ve Yurtlar Kurumu’na devrettik, kirasını alıyoruz. O kirayı da burs için kullanıyoruz. Şu anda Konya Selçuk Üniversite’sinde okuyan 150 öğrencinin bursunu ve yemek fişini karşılıyoruz. Yemek fişleri üniversitede aylık oluyor. İnanır mısınız onları da ramazanda topluyoruz. Çok büyük miktarda yardım yapamayanlar da bir yemek fişi alarak en azından bir çocuğun ihtiyacını karşılıyor ve bu fişler damlaya damlaya 150- 200 öğrenciye yetecek kadar fiş birikiyor.
Halk Eğitim’le birlikte çalışıyoruz. Halk Eğitim’in kasabalara, kırsal kesimde açmış olduğu kurslar var. Kurs açıyorum, öğretmen götürüyorum yetmiyor. Halkın maddi imkânları çok dar. Öğrenci gelmek istiyor ama makası yok, kumaş lazım, yapacağı el işine göre malzeme lâzım, bunlar için de para lâzım. Halk Eğitim bize diyor ki, şuraya ben kurs açtım, şu sayıda da öğrencim var; öğretmende bize bir malzeme listesi yapıyor. Biz de, bize yardımda bulunan arkadaşlara rica ediyoruz: Bir top patiska alır mısınız? Bir top kumaş alır mısınız? İptir, makastır derken bu işi de böyle hallediyoruz. Halk Eğitim diyor ki: köye kurs açacağım ama overlok makinesi yok ya da bilgisayar yok diyor onu da temin ediyoruz. Bir köyümüz var, Konya’ya yakın Kayalı Köyü. Bu köy artık bizim köyümüzdür. Elimizi hiç üstünden çekmediğimiz bir köy. Halk Eğitim oraya bilgisayar kursu açtı. Biz bilgisayar aldık, verdik. Çok güzel bir köy, ağacı eksik bir köy aslında. Muhtarı bu köyün bir yamacını bize ayırdı. Her sene oraya 500, 1000 bazen 400 ağaç dikiyoruz. Ve Anneler Derneği Ormanı oluşturmaya çalışıyoruz.
Çocuk yuvasını hiç ihmal etmiyoruz. Kapalı oyun alanı yokmuş. Bir mimar arkadaşımız projesini çizdi ve kışın oynayabilecekleri kapalı oyun alanına kavuşmuş oldu çocuklarımız.
Derneğimizde her sene bir kursumuz var. Genç kızlarımıza, kadınlarımıza yönelik olarak. Halk Eğitimle birlikte, onların binasında İngilizce ve bilgisayar kurslarımız oldu. Kendi binamızda da kırk pare, takı, resim, ahşap boyama kurslarımız devam ediyor.
Uz-Küçükkoner: Dernek faaliyetleri sırasında öğrencilerle ilgili değişik olaylarla mutlaka karşılaşıyorsunuzdur. Üzücü veya sevindirici olanlarda vardır elbette. Aklınıza gelen ilgi çekici bir hatıranızı anlatır mısınız?
S.Yardımcı: 150 öğrencimiz var diye söylemiştim ama bunlardan on-on beş tanesi Arnavutluk’tan, Makedonya’dan, Bosna-Hersek’ten, Uygur bölgesinden ve Kerkük’ten gelen çocuklarımız. Millî Eğitim Bakanlığı derneklere diyor ki: Yurt dışından gelen öğrencilerle ilgilenirseniz onlar kendilerini burada yabancı hissetmezler, Konya’da da bir yakınları bulunsun. Sorunlarıyla siz ilgilenin diye… Bazen bizi çok şaşırtan, duygulandıran olaylarda oluyor tabiî ki, olmaz mı? O zaman çok çaresiz kalıyorum ve kendi kendime diyorum ki: keşke daha çok imkân olsa da daha çok çocuk okutsak. Bir gün dernek binasına iki öğrenci geldi, ikisine de bursu vereceğiz ve bir de yemek fişi. Bir tanesi yemek fişini almak istemedi. “Senin yemek fişine ihtiyacın yok mu?” dedik. “Bizim üniversitede yemeklerimiz çok büyük porsiyon oluyor, arkadaşımla paylaşabiliriz. Siz bu yemek fişlerini ihtiyacı olan başka bir öğrenciye verin” dedi. Bu beni son derece duygulandırmıştı. Ne kadar gözü, gönlü tok milletimiz var. Yani ihtiyacı olanı alıyor, kalanını bir başkası faydalansın diye bırakıyor.
Öğrencilerimize burs verirken, bunu, onları incitmeden yapmak da istiyoruz, biz dernek olarak. Gene böyle bir kış günüydü. Aslan gibi bir delikanlı geldi, bursunu alacak. Ayakkabısını çıkardı, ayağında çorabı yok. Arkadaşlarımızla birbirimize baktık. Bazen insan bakışarak ta anlaşabiliyor. Bir arkadaşımız hemen odadan çıktı. Ben anladım yapmak istediği şeyi. Çocuk bursunu aldı ve gitmek istiyor ama biz konuşarak oyalamaya çalışıyoruz gitmesin diye. Derken arkadaşımız geldi, bana işaret etti, başkan olduğum için. “Bakın önümüzde bayram var. Ve herkesle yan yana olamadığımız için şeker ikram edemiyoruz. Bir çorabımız var, bunu size hediye etmek istiyoruz” dedim. Çocuk “ Benim hiç âdetim değildir çorap giymem” dedi ama çorabı da aldı. O çorapsızlığını da geçiştirmek istedi, ama dışarıda da eksi on gibi bir soğukluk vardı.
Bizim öğrencilerle çok geleneksel bir olayımız daha var. Biz Anneler Derneği olduğumuz için anneler günü bizim için hoş bir şey ve onlar da bizim anneler günümüzü kutlamak istiyorlar. Her sene burs verdiğimiz öğrencileri davet ediyoruz ve anneler gününde yemek yiyoruz. Daha önceden kararlaştırdığımız mekânda, tüm anneler ve öğrencilerle birlikte oluyoruz. Bu aynı zamanda, o sene mezun olacak öğrenciler için de bir veda yemeği gibi oluyor.
Yaptığımız aktivitelerden biri de huzur evini hiçbir zaman ihmal etmiyoruz. Özellikle yatalak hastaların olduğu bölümü. Malzeme götürüyoruz. Sağlıklı olanlara tülbenttir, yelektir vs. diğer kısımdakilere büyük boy hasta bezi…
Halk Eğitim kurslarına açıldığında malzeme götürüyoruz. Vali eşleri bizim fahri başkanlarımız ve kaç dönemdir sağ olsunlar bizleri hiç yalnız bırakmadılar. Ağaç dikimi ve kursların yılsonu sergilerinde de hep beraber oluyoruz. Kursların sadece açılış ve kapanışlarında değil, zaman zaman gidip kursları ziyaret ediyoruz. Diş tabibi arkadaşlarımız var. Ya diş taraması yapıp diş fırçası ve diş macunu dağıtıyoruz, ya da sağlık taraması yapıyoruz. Çocuk bakımıyla ilgili, kemik erimesiyle ilgili, kısaca kadın sağlığıyla ilgili ne varsa bilgilendirmeye çalışıyoruz. Sağlık müdürlüğünden yardım alıyoruz bu konularla ilgili.
Kayalı Köyü Okulunda da bizim çok emeğimiz var. Oradaki çocukların kırtasiye masrafı olsun, üstü başı olsun... O köy gitsek de gitmesek de değil, gidiyoruz ve bizim köyümüzdür diyebiliyoruz.
Uz-Küçükkoner: Görmüş geçirmiş bir insan olarak gençlerimize ne tavsiyelerde bulunur sunuz?
S.Yardımcı: Gençlerden ziyade Meram halkına çok diyeceğim var. Meram demek çam ağaçları demek değil. Meram’da meyve ağaçlarının da korunması lâzım. Yerli meyvelerin de korunması gerekir. Giderek bunlar kayboluyor, çiçeklerimiz kayboluyor. Ben özlemle yer küpelisi, şebboylar, aslanağzı görmek istiyorum. Sarı erik kaybolmak üzere… Erik yahnisi yapıyoruz, neyle yapacağız sarı erikler yok olursa? O lezzeti siz biliyorsanız başka bir erikten aynı tadı alamıyorsunuz. Kış armutları, tavşan başı elmalarımız kalmadı neredeyse. Meram’ın kendine has dokusu, meyveleri, sebzeleri, çiçekleri kaybolsun istemiyorum. Pazarlarda neden turfanda bekler gibi yerli sebzeyi bekliyoruz? Önemli bunlar.
Yemek her kapıyı açıyor. Bakarsanız siyasetçilere her şey yemek masasında konuşuluyor. En önemli kararlar yemek yerken alınıyor. Yemeklerde çok şey paylaşılıyor. Yemek bir kültürdür. Bu kültürün kaybolmaması içinde, yerel lezzetlere ihtiyacımız var. Şehir dışından ya da yurt dışından gelmiş bir misafire kalıplaşmış yemekleri yapmak çok kolay. Ama onlara, burada bulabileceği özel lezzetlerde sunmak gerekir diye düşünüyorum.
Uz-Küçükkoner: Hiç unutamadığınız bir hatıranızı anlatır mısınız?
S.Yardımcı: . Refi Cevat Ulunay, Zeynelabidin Efendi’nin çok yakın arkadaşı. Refi Cevat Bey bir zamanlar Mevlâna ihtifaline gelmiş. Programı birlikte izliyoruz. O’nun yanında eşi, eşinin yanında da ben oturuyorum. Yani eşimle O’nun arasında iki bayan var. Ulunay, iki bayanın arasından eğilip eğilip eşimin yüzüne bakıyor. Bir müddet sonra direk olarak eşime “Siz nerelisiniz?”diye sordu. Nazif’te “Konyalı’yım” deyince “Siz Zeynelabidin Efendi’nin nesi oluyorsunuz?” diye soruverdi. Eşim de “Torunu oluyorum efendim” dedi. “Ben hiçbir zaman yanılmadım, gözler aynı gözler…” demişti. Bizzat bunu ben de yaşadığım için hiç unutamıyorum.
Uz-Küçükkoner: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
S.Yardımcı: Evet, Meram Belediyesi’ne önemli bir mesajım var. Meram Belediyesi olarak suyuyla, geleneksel meyveleriyle Meram’ı ihmal etmesinler. Çünkü başka Meram yok
Uz-Küçükkoner: Zaman ayırdığınız, bizi evinizde ağırladığınız ve verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz.
S.Yardımcı: Rica ederim.
İçinde bulunduğumuz yıl, onun Konya yemekleri ile ilgili kitabının ikinci baskısı yapıldı.
Konya kültürüne bağlı bir insan olarak tanınan Saime Yardımcı iki kız, bir erkek ve dört torun sahibidir. Kitap çalışmaları devam etmektedir.
Saime Hanımefendi ile geçen ramazan bayramından hemen sonra hazırlamakta olduğumuz bir makale için gazetede bir araya gelmiştik. Kendisinden Türk Anneler Derneği ile ilgili bilgi almış ve o gün Meram’daki bahçelerinde kendileriyle bir röportaj yapmak üzere sözleşmiştik. Aradan bir hayli zaman geçti. Kurban bayramından iki gün önce Meram’da bir araya gelmek üzere telefonda anlaştık.
Saime Hanımefendi bizi güneşli pırıl pırıl bir havada Meram’daki bahçelerinde karşıladı. Ev sahibesi oruçlu ağzıyla büyük bir misafirperverlik göstererek, bizden bir-iki saat önce gelip, misafirleri üşümesin diye sobayı ve şömineyi yaktırmış. Önce, yıkılmaya terk edilen Avukat Tevfik Efendi’nin köşkünün resimlerini çektik. Bu tarihi ev, Meram’da tabiatın tahripkâr tesirlerine direnen son eser. Daha niceleri böyle yok olup gitti. Biri birinden muhteşem o çelebi konaklarından da eser kalmadı. Belki bu da bir çelebi konağı idi. Araştırınca ortaya çıkacak.
Daha sonra Saime Hanım’ın bir asır kadar önce kayınpederinin yaptırdığı bağ evini gezdik. Bu evde hatıralar olduğu gibi muhafaza edilmiş. Bir asır önce çakılan tavanlar, tabanlar, sedirler ve merdivenler aynen duruyor. Sonradan yapılan evde de, mutfakta bakır kaplar, duvarlarda beratlar, ortada pirinç mangallar dikkat çekiyor.
Bütün aile fertlerinin bahçede diktiği bir ağacı var. Hatıralar aynen yaşatılıyor. Hatıraları, gelenek ve kültürü şehrimizde böyle yaşatan bir aile daha olduğunu tahmin etmiyorum.
Daha sonra, etrafa tatlı bir sıcaklık saçan şöminenin karşısında güzel bir sohbet başladı. Saime Hanımefendi bir ara, “Biz ataerkil bir aileyiz” deyince sohbet bu alana kaydı. Merhum Nazif Yardımcı Bey eşine, “Ne arkamda ol, ne de önümde, hep yanımda ol’ dermiş. İşte bu anlayış, eşlerin biri birine olan güven ve saygının bir ifadesi. Zannedildiğinin aksine, ataerkil ailede de kadının ayrı bir yeri vardı. Saime Hanım konu ile ilgili bir hatırasını da nakletti. Dr. Fethi Ferit Uğur Beyler ailenin yakın akrabası. Bir gün onların, ailece bir ziyaretleri sırasında Saime Hanım elinde kahve tepsisi ile içeri girmiş ve ikrama bayanlardan başlamak istemiş. Dr. Fethi Bey hemen müdahale etmiş, “Saime Hanım! Biz ataerkil bir aileyiz. İkrama beylerden başlayın” diye uyarmış.
Fethi Ferit Bey, babasının yolunda hayrülhalef bir evlât, aynı zamanda da bir kültür adamı. “Konya Kültürüne Hizmet Edenler” isimli kitabımla ilgili çalışmam sırasında, araştırmama rağmen, Fethi Ferit Uğur merhumla ilgili yeterli bilgi bulamadığım için kitaba alamamıştım. Şimdi, Saime Hanımefendi vasıtasıyla Fethi Ferit Bey’in yakınlarına ulaşma imkânını da bulmuş olduk.
Az daha unutuyorduk. Kuru kuruya sohbet olur mu? Şöminenin karşısında, mis gibi bir çay ve yanında tamamı bahçeden elde edilmiş, kayısı kurusundan elma ve armut kurusuna, kayısı pestilinden cevize zengin bir yerli yemiş ikramı. Hele o derin dondurucuda muhafaza edilen şekerpare kayısı kurusunun tadı bir başka idi. Bunlar, bizim eskiden her evde bulunan geleneksel yiyeceklerimizdendi. Çarşıdan yemiş ve meyve almaya gerek yoktu. Mevsimine göre evlerde mutlaka bir şeyler bulunurdu. Ama bu güzel geleneğimiz de artık unutulup terk edildi. Saime Hanım, meyvelerin nasıl kurutulacağının püf noktalarını da biliyor. İleride bu konu üzerinde de etraflıca duracağız.
Saime Hanım’ın eşi, geçen yıllarda kaybettiğimiz merhum Nazif Yardımcı Bey de tarihine, kültürüne ve geleneklerine bağlı çok değerli bir dosttu. Vefatından önceki yıllarda Bozkırlıları, özellikle Memiş Efendi’nin soyundan gelen akrabalarını bir araya getirmek için çok gayret sarf etti. Bozkırlılar Derneği’ne canlılık kazandırdı. Çalışmalarında muvaffak da oldu.
Meram’daki sohbet, yayınlamak istediğimiz röportaj için yeterli olmadı. Bayram sonrasında bu sefer şehir evlerinde bir araya geldik.
Saime Hanım’ın çok zengin bir fotoğraf arşivi var. O, bu günlerde yüzlerce resmi tasnif etmeye ve fotoğraflardaki şahısları tespit etmeye çalışıyor. Bu fotoğrafların yüzlercesi Konya manzaraları ile ilgili. Bunlar da kendisine Fethi Ferit Bey’in ailesinden intikal etmiş. Bu iki toplantıda Saime Hanım’dan geçmişle ilgili çok şey öğrendik. Araya resimler de girince vaktin nasıl geçtiğinin farkında olamadık.
Bilindiği gibi, bu röportaj serisini Funda Küçükkoner Hanım yönetiyordu. Konunun bir asırdan fazla çok gerilere gitmesi sebebiyle röportajı birlikte yapma mecburiyeti hâsıl oldu. Aşağıda çok eski resim, kabir taşları ve hatıralarla dolu bir söyleşi bulacaksınız.
Okuyucularımıza bir de müjde vermek isterim. Bugüne kadar hep Meram’la ilgili kitap ve yazıların çoğu, Meram’da yaşamayan, bir gece olsun, Gedavet’e bağrını verip yatmayan insanlar tarafından yazılmıştır. İnşallah fırsat bulur, nasip olursa Meram’ı, Saime ve Funda Hanımlarla birlikte, hayatı Meram’da geçen insanlar olarak, işlenmeyen birçok yönüyle anlatmaya çalışcağız.
Bu girişten sonra artık sorulara geçebiliriz.
M. Ali Uz
Uz-Küçükkoner: Efendim siz köklü ve çok tanınmış bir aileye mensupsunuz. Ailenizden biraz bahseder misiniz?
S. Yardımcı: Eşim Nazif Yardımcı ile 1961 yılında evlendik. Eşim, Memiş Efendi’nin oğlu, Hacı Fettah Kabristanı’nda metfun, Muhammed Bahaüddin Efendi’nin büyük mahdumu Zeynelâbidin Efendi’nin torunu idi. Eşimin annesi Kadriye Hanım, Zeynelabidin Efendi’nin küçük kızı oluyordu. Zeynelabidin Efendi’nin diğer iki kardeşi de, Rifat Efendi ile Ahmet Ziya Efendi’dir.
Eşimin babası da Tekke Mahallesinde Avukatlar unvanıyla anılan aileden, Su Komisyonu Reisi ve Belediye Encümen Üyesi Av. Tevfik Efendi’nin küçük oğlu Atıf Efendi idi. Atıf Efendi’nin ağabeyi, yani eşimin amcası da meşhur, diş tabibi, yazar ve şair Muzaffer Hamid idi.
Eşimin önemli bir akrabalık bağı da Burhanzadelerle… Zeynelabidin Efendi, Konya Belediye başkanı Burhanzade Seyit Rifat Efendi’nin damadıdır. Zeynelabidin Efendi, Seyit Rifat Efendi’nin kızı Ruveyde Hanım’la evlidir.
Seyit Rifat Efendi’nin diğer bir damadı da, Konya Maarif Müdürü M. Ferit Uğur’dur. Dolayısıyla M. Ferit Uğur’la Zeynelabidin Efendi, bacanaktır. M. Ferit Uğur’un eşi ise, Naciye Hanımdır.
Atıf Efendi’nin annesi de Nakıpzadelerden Sıdıka Hanım’dır. Özetleyecek olursak eşim Nazif Bey, hem Seydişehir’in Çavuş Kasabası’nda metfun büyük âlim ve mutasavvıf Memiş Efendi’nin, hem de Burhanzadeler dolayısıyla Taş Medrese ve Ahmet Efendi Hamamı Mütevellisi Şeyh Ahmet Efendi’nin soyundan gelen torunudur.
Bir akrabalık bağı da meşhur hattat Adil Binallarla. Hattat Adil Binal, Kadriye Hanım’ın teyzesinin oğludur.
Bu geniş aile derinlemesine incelendiğinde, onların Erenmemişlerle olduğu gibi, Konya’nın pek çok tanınmış ailesi ile de akraba olduğu görülür.
Uz-Küçükkoner: Aileye ilk gelin gelişinizden biraz bahseder misiniz?
S. Yardımcı: Gelin geldiğim zaman Nazif’in nenesi sağdı. Nene tam bir Osmanlı hanımefendisi eve, evin düzenine ve intizamına hâkim çok becerikli, çok bilgili bu konuda mutfağa hakimiyeti o bilgisinden geliyor. Kendisi de seksen dört yaşındaydı, biz bir sene beraber oturduk. Nenemi bir sene sonra kaybettik, ama aklı filan son derece başında, hiç kimsenin idare etmesine gerek kalmayacak yapıdaydı. Kayınvalidem de 56-57 yaşındaydı ben gelin geldiğim zaman, ama onun bir kayınvalidesi vardı evde…
M. Uz: Yani sizin iki kayınvalideniz oldu.
S. Yardımcı: Benim iki tane oldu, ama evde öyle bir ortam vardı ki saygıya dayanan bir ortam. Yani herkes kendi yerini, sınırlarını biliyor ve evde en ufacık bir problemin olduğunu ben görmedim evliliğim süresi içinde.
M. Uz: Yeni gelini ezme diye bir olay yok yani?
S.Yardımcı: Hayır yok. Ben bir de üstelik, nene bana sanki evin en küçük çocuğuymuşum gibi böyle bir muamele. Çünkü nenem mutfağa hâkimiyeti elinde, yemeği hâlâ o yapıyor, her şeyden o sorumlu, kayınvalidem ona yardımcı bana da getir götür işi kalıyor. Ama mutfak düzenleri mükemmel.
Uz-Küçükkoner: Meram’da yaşantı nasıldı?
S. Yardımcı: Yazın Meram’da oturuluyor; kış gelince Tekke mahallesindeki eve göçülüyormuş ama benim gelin geldiğim senelerde Tekke mahallesindeki eve gidilmiyor yaz-kış Meram’da oturuluyordu. Yaşadığımız süre içerisinde yazdan kışa hazırlık yani baharla birlikte hazırlık başlıyordu. Hani baharda ne olur diyeceksiniz? Baharda ilk önce iğde çiçekleri açar, bunlar toplanıyor ve bir kısmı kurutuluyor. Nenem onlara küçük keseler yapmış, kenarlarını iğne oyası ile süslemiş, kuruyan iğde çiçeklerini bu keselerin içine koyuyor ve sandıktaki çamaşırların arasına yerleştiriyor. İşte şimdilerde yeni yeni görülen, moda olan lavantaların yerine bizde bir görenek, demek ki iğde çiçekleri olurdu ve o sandık açıldığı zaman mis gibi iğde çiçeklerinin kokusu yayılırdı. Ama o keseleri görmenizi isterdim. Küçük keseler, ipek kumaşlar kenarları bitiş yerlerini iğne oyasıyla oyalamış içinde de iğde çiçekleri. Diğer toplanan iğde çiçekleri ne yapılırdı derseniz, onlarla da reçel.
Uz-Küçükkoner : İğde reçeli yapmayı büyük nineden mi öğrendiniz?
S.Yardımcı: Evet o ailenin reçeli.
Baharda daha sonra zambaklar açmaya başlıyor. Önce zambak şerbeti ardından zambak reçeli. Tarlada gelincik bol miktarda olurdu ve gelincik şerbeti yapılırdı. Bunlar bir misafir gelince ikram edilmek için hazır bulundurulurdu. Bizler Türk ailesi olarak her şeyi tatlıyla bitirmez miyiz? Tatlı yiyelim tatlı konuşalım denir. Geleneklerimiz o kadar güzel ki bir bakıyorsunuz Konya’mızda kız istemeye gidilir şerbet içelim denilir. Doğum oluyor, loğusa şerbeti, mevlit okutuyoruz limonata… Yani hep evde yapılan çok ekonomik yani bizim mutfağımız
M. Uz: Bizim şerbetlerimiz hem sağlıklı, hem de ekonomik bir de çok eski ta Selçukluya kadar giden bir gelenek değil mi?
S.Yardımcı: Ben hep sürdürülsün istiyorum. Özellikle evimde yani evlenmeden önce de doğduğum büyüdüğüm evde de bu vardı. Ben Konya’nın çok köklü bir mahallesinde büyüdüm. Annem, babam o mahalleye evlenmiş, benim bütün çocukluğum Kadılar Sokağı’nda geçti ve ben o mahallede doğmaktan, yaşamaktan dolayı kendimi çok ayrıcalıklı hissediyorum. Konyalı mısınız diyorlar, evet Konyalı’yım ama Kadılar Sokağı’ndanım, diyorum. Görgüsü, geleneklerine bağlılığı, komşuluk ilişkileri dikkat çekicidir.
Uz-Küçükkoner: Kadılar Sokağı’nda kimler komşularınızdı?
S.Yardımcı: Karpuzoğulları kapıkarşı komşumuzdu Konya’nın önde gelen manifaturacılarından, Tapucu Ahmet Efendi, bitişik komşumuz “Feraiz’de, İslâm miras hukukunda uzman olduğunu biliyor muydunuz?” Kadılar komşumuz, Veli Efendi amca (Veli Sabri Uyar Hoca) Bakırcılar keza komşumuz, sokağın bitiminde sola döndüğünüzde caminin bitişiğinde Karaağaçlar (Ecz. Karaağaçlar Adil Karaağaçların babası) zaten Kadılarla hala dayı çocukları onlar. Muammer Çelik, Hadimli Vehbi hocanın oğlu, annesi Naime Hanım, sol tarafta da Dr. Ali İhsan Dayıoğlugil, çeşmenin hemen yanındaki yerde de Saraçlar, yolun sonunda Gevrakiler komşumuzdu. Azime Hanımın küçük kız kardeşi Yaşar Hanım da öyle. Sokağın yukarısında sola doğru da Mullafoğulları… Bugün Türkiye’nin en önde gelen kuyumcularından Molular, bizim evin tam karşısında da şoför Muhlis Bey vardı.
Bu insanlar inançları gibi yaşayan mükemmel insanlardı. Bu aileler hâlâ bu yaşantılarını devam ettiriyorlar.
Uz-Küçükkoner: Peki baharda reçelleri, şerbetleri de yaptık, sonra?
S.Yardımcı: Şimdi bundan sonra bahçede sebze ekimi başlıyor. İlk bizim sebzeler çıkmadan bahçede doğal olarak sirken çıkıyor, ebegümeci var mesela. Ebegümecinin yaprakları, yaprak sarma olarak kullanılır, sirkenin kavurması yapılır, kendiliğinden çıkan yabani semizotları da var, diğerinden daha farklı ekşi olur. Arkasından labada dediğimiz bitki var, onun da sarması olur. Sirken yani yabani ıspanak… Bu bitkiler unutuluyor, ama ben unutulsun istemiyorum.
Uz-Küçükkoner Bunlar biliniyor ama maalesef yenmiyor.
S.Yardımcı: Yeni nesil bilmeği için yenmiyor, oysaki bilse toplayacak. Ben şimdi torunlarıma durmadan gösteriyorum, öğrensinler diye…
Derken kendi sebzelerimiz çıkmaya başlıyor. Bahçede yetişen sebzelerden bakıyorsunuz birden kara kabaklar oluvermiş. Bir de Meram’ın âdeti var, kimin sebzesi ilk önce yetişmişse komşulara dağıtılıyor. Çok olduğundan burada kış hazırlıkları yeniden devreye giriyor ve bu kara kabaklar boylamasına diliniyor ve kurutuluyor kışın yenmek için. Kabakların çiçeklerine bakılır, erkek olan çiçeklerden, kabak çiçeği dolması için koparılır. Ben ilk önce bu çiçekler koparılarak boşa gidiyor diye üzülüyorum, neneme de diyorum, “Bunlar sebze olacak” diye. “Ama kızım onlar zaten erkek çiçek, meyve vermeyecek” diyor. Bakar mısınız güzelliğe. Bu çiçeklerden ya zeytinyağlı ya da etli dolma yapılırdı ki Konya’da ekseriye o dönemler için etli dolma daha makbuldü.
Uz: Şimdi burada bir ara verelim. Biliyorsunuz Nisan ve Mayıs aylarında yerli sebze çıkmaz, bir önceki dönemden kurutulan sebzeler, meyveler tükenmiştir, hatta bu döneme kazık söktüren aylar da denir, ama kültürümüz ne kadar geniş ki bahçede kendiliğinden çıkan otlardan yemekler yapılıyor bu aynı zamanda ekonomik bir alışkanlıktır.
S.Yardımcı: Unuttuk, baharla birlikte, bahçede güneğikler çıkar. Bu güneğikler toplanır, bol yumurta ile bir salata ve mercimekli bulgur pilavı yapılır. Bahçede mor menekşeler de çıkmıştır. Bunlar, bulgur pilavının üzerine kapatılır, kokusu sinsin diye… Onların yenmesinde de sakınca yoktur. Mor menekşeli bulgur pilavı yanında güneğik salatası ayranla çok güzel yenir. Bunlar baharın müjdecisidir. Arkasından sebzeler tek tek çıktıkça, biber, yeşil fasulye, nane, tarhun kurutulur. Tarhun, Konya’nın özel bir otu, unutulmasını hiç istemem, özellikle tarhun yahnisinin… Artık sebzelerimiz eski lezzetinde değil çünkü dereden gelen su eskisi gibi değil ve sebze yetiştirilemiyor. Tarhun ve diğer sebzelerimizi biz çeşmeden sulamak zorunda kalıyoruz. Yapraklar olunca kuruluyor, yazın asmaların içinde koruklar seyreltirken toplanan bu koruklardan koruk ekşisi yapılıyor. Bu bizim eski bir şerbetimizdir.
Uz-Küçükkoner: Şimdi bu koruk ekşisini yeni nesil bilmez. Ondaki tat, koku hiçbir şeyde yok…
S.Yardımcı: Neden yok çünkü limon geliyor şimdi. Oysaki ekşili kabak yemeğine koruk konulur. Calla diye de bir yemeğimiz vardır, kuşbaşı et ve erikle pişirilir. Konya’nın o büyük yeşil eriklerinden. Sonra böbrek erikler; hem seyretmek hem de ağacı rahatlatmak bakımından daha mora çalmadan toplanır, turşusu olur. Vişne yapraklarıyla ve tuzlu suyla birlikte kurulur. Vişne yaprağı onun mayalanmasını sağlıyor bir de rengini güzelleştiriyor.
Yavaş yavaş böyle yaza doğru geçilir ve kayısılar olgunlaşmaya başlar. Olgun kayısı yarıldığı zaman kararır. Bunlar pestil yapılarak değerlendirilir.
Uz-Küçükkoner: Sizin bildiğimiz kadarıyla bir kitabınız var. Muhteva olarak da Konya’da yayınlanan diğer yemek kitaplarından biraz farklı. Nasıl başladınız kitabı yazmaya?
S.Yardımcı: Şimdi bize gelen misafirlere özellikle Konya dışından gelenlere ben Konya yemekleri yapıyorum. Yazdan hazırladıklarım da var, kışın yapılacaklar da… Mesela hiçbir zaman yeşil fasulye alıp da pişirmiyorum kuruttuğum yeşil fasulyeyi kuşbaşı etle pişiriyorum. Bunu nasıl yaptın diyorlar. İşte yazın kurutulan kabak, patlıcan sarıyoruz. Et kabağı da çok güzel dondurularak saklanabiliyor.
İşte böyle başlamış oldu. Ona tarif ver buna tarif ver… Şimdi ben göz kararı şunu yaptım diyince olmuyor. Ben ister istemez onları yazıp bir ölçüye koymaya başladım. Derken bir projemiz vardı bizim, “bağımlılıkla mücadele”. Nasıl yapılacak, ama buna da para lazım. O zaman eşim dedi ki, “Sen şu yemek kitabını yaz, biz bunu satalım, elde edilen gelirle şu bağımlılıkla mücadele edelim”. Konu, madde bağımlılığı idi. Bu kitap satışından 2001 yılında 5 milyar gibi bir para elde ettik. Profesör arkadaşlarımız vardı; geldiler, madde bağımlılığı derken özellikle bu çıraklık okullarında, atölyelerde yaygın hale gelen tiner ve bally bağımlılığı ile mücadele yapıldı.
Benim bir özelliğim var, değerlerin kaybolmasını istemiyorum. Yani paylaşmak istiyorum. Bizim ailedeki bir yemek sadece bizim evin içinde kalmasın, herkes öğrensin, yapılsın, nesilden nesile aktarılsın. Bunlar birer kültür mirasıdır. Mesela yurt dışında bir yere gidiyorsunuz, ilk merak edilen şeylerden birisi ne yenilip içildiğidir. Yöresel bir tadı var mıdır? Nelere değer veriyorlar vs.
Uz-Küçükkoner: İnsan birçok şeye değer verir de, bir de sizin elinizde çok zengin bir fotoğraf koleksiyonu var. Bunu nasıl elde ettiniz ve ne yapmayı düşünüyorsunuz?
S.Yardımcı: Önce ailenin elindeki fotoğrafları değerlendirdim. Çocuklara bunları aktarayım, ama birisine versem o da kendi çocuğuna bırakacak, herkesten bu fotoğraflara sizin verdiğiniz değeri vermesini bekleyemezsiniz. Belki o çocuğun ilgi alanına girmeyecek, neticede kaybolup gideceğine hep paylaşım diyorum, eşten-dosttan, hısımdan-akrabadan topladığım bu fotoğrafları herkesle paylaşayım istedim ve bir çatı altında toplayıp bir kitap haline getirmeyi istiyorum. 1905’lerden 1910’lardan yüz yıllık fotoğraflar var. Buradaki özellik yemek kitabında olduğu gibi aileye ait fotoğraflar…Gayem, anıları olan şeyleri bir araya getirmek.
Uz-Küçükkoner: Kayınvalidenizden biraz bahseder misiniz ve onunla olan ilişkinizden. Nasıl bir insandı?
S.Yardımcı: Öncelikle mahallenin önde gelen son derece sevilen ve sayılan, dertleri paylaşan bir insandı. Bir anımı anlatacağım: komşumuz geldi bir gün gelininden dert yanıyor, onu dinledi, gençtir olur geçer diye yatıştırdı gönderdi. Akşama doğru da o komşunun gelini geldi, kayınvalidesinden dert yanıyor. Kayınvalidem gene olgunlukla gelini de dinledi ve ona da nasihatler etti. Fakat bu arada bizim evde ki kızlarımızdan biri ikram yaparken kızcağızın söylediklerine, “Ama o olay aslında şöyle olmuş, böyle olmuş” diye bir iki kere lafa karışınca kayınvalidem kıza dönerek “Şerife eteğinin fermuarı açık kalmış” diye uyardı. Fakat anlamadı; hâlâ devam ediyor. Bir iki kere daha söyleyince misafir gelen kız, “Eteğini değiştiriversin Kadriye abla” diyiverdi. Hâlbuki bu evdeki kızla kayınvalidem arasında bir parola, ama kız anlamıyor bir türlü. Konuşma demek istiyor ama ne çare… Kayınvalidem aile içinde ve dışındaki komşulara ait olan sırların bile aktarılmaması gibi -bu özellik eşimde de vardı- çok titizlik gösterirdi. Ailemizde de olaylar çok büyütülmez olgunlukla hareket edilirdi.
Uz-Küçükkoner: Peki siz aileye ilk girdiğinizde ne dikkatinizi çekmişti? Yani bir saygıdan bahsettiniz, bunun haricinde ilginizi çeken ne olmuştu?
S.Yardımcı: Kendi ailemde de öyleydi. Saygı duyduğunuz zaman sevgide arkasından geliyor. Biz mantık evliliği yaptık. Ailece çok yakın görüşürdük, akraba gibi çok yakındık. Ama ben görüyorum ki siz büyüklerinize saygılı olursanız onlarda size aynı sevgi ve saygıyla yaklaşıyorlar. Kayınvalidem ile kayınpederim arasındaki ilişki, kayınvalidem ile görümceleri arasındaki ilişki çok farklıydı. Ben en çok onu yadırgamıştım. Hiç kimse birbirine ismiyle hitap etmiyordu. Evin içinde Kadriye Hanım ve Atıf Efendi diye konuşuyorlar; hatta görümceleri, kayınvalidemden yaşça büyük olmalarına rağmen, ağabeylerinin hanımı olması hasebiyle onlar da Kadriye Hanım derlerdi, bir hürmet vardı. Bu durumu görünce ben de iki sene eşime ismiyle hitap edemedim. Daha sonraları eşimin de ısrarıyla ismini söyleyebildim. Hatta halalardan birisi bana “Senin her huyunu beğeniyoruz ama koskoca Nazif Bey’e bir beyliği lâyık göremedin mi?” diye yadırgamıştı. Nasıl deyim, aile biraz aristokrat mı denilir, pederşahi mi denilir öyle bir aileydi. Bir anım daha var; muallim Ferit beyin oğlu Dr. Fethi Bey Sorbon’da tahsil görmüş, Konya’nın ilk yurt dışı eğitimli insanlarından biri. Mesela O bana hiçbir zaman ismimle hitap etmemiştir. Yaşça kendisinden çok küçük olduğum halde hep Saime Hanım demiştir. Ben O’nu hep Avrupaî bir insan olarak düşünürdüm ki, bize misafirliğe geldiği bir zaman ben de 17 yaşımda filanım, yaptığım kahveyi getirdim, hanımlardan başlayarak ikram etmeye başladığım sırada, Fethi Bey bana, “Gelin hanım gelin hanım biz pederşahi bir aileyiz önce erkeklerden başlayacaksın. Siz bize saygı duyacaksınız ki bizde size saygı duyalım” diye beni ikaz etmişti. Ama ben ailede böyle bir düzen olmasına karşın, hanımların erkeklerin arkasında yer aldığını hiç görmedim. Ama hanımlar da hiç önde de değillerdi. Eşimin de bana vermiş olduğu mesaj da hep buydu: “Önümde olma arkamda hele hiç olma, hep yanımda ol” derdi ve biz evliliğimiz süresince kendisiyle bu beraberliği uyguladık. İkinci Organize Sanayinde iş yerimizi açtığımız zaman da hep yan yanaydık ki biz beton işi yapıyoruz. Çalışanlarımızla da öyle hep yan yanayız. Ben hanımları bir denge unsuru olarak görüyorum zaten.
Benlik yok yani biz var. Bir de aile bağları… Kendi ailemde de aile bağları çok sıkıdır benim. Evlendim eşimin ailesi de böyle. Mesela bayramlarda birinci günü aile mutlaka bir araya toplanıyor, bayram yemeği beraber yeniliyor. Yazın bütün çocuklar bir araya geliyor. Her vesile ile aile sofrası bizim için çok kutsal. Birlikte oturuluyor, konuşuluyor, yemek bizim için bir bahane... Meram’da bizim soframız daima açıktır. Nazif’in dedesinin de sofrası açık bir insanmış. Avukat Tevfik Efendi şimdi kalksa gelse, Meram’ın bu haline ne derdi bilinmez ama o zaman gedavet Meram’da iyi hissedilmiyor diye yemekler hazırlanır Dere’ye, Köyceğiz’e doğru çıkılırmış. Köyceğiz’de, Yardımcı çeşmesi var o çeşmenin orda yemekler yeniliyor.
Şimdi genç erkekler aileye bağlı olursa sorun olmaz. Bu dediğimden genç kızlar korkmasınlar ailesine, annesine, babasına bağlı bir erkek eşine de bağlı olur. Ailede o saygıyı görerek yetişen genç kızlar ve erkekler evlendikleri zaman o evde büyüklere hürmet zaten olacaktır. Ben kayınvalideme, “İyi ki Nazif gibi bir evlat yetiştirmişsin ve iyi ki benim eşim olmuş” derdim.
Uz-Küçükkoner: Kayınvalideniz eski olaylardan bahseder miydi?
S.Yardımcı: Kayınvalidemin çocuklarına verdiği mesaj şuydu: Hiçbir zaman babasının suçlandığı böyle bir şeye teşebbüs etmediğini, bunlara inanmamalarını ve üzülmemelerini kendilerine aktardığını biliyorum. Kayınvalidemin hiçbir zaman da Cumhuriyet veya Atatürk aleyhine konuştuğunu ben hiç duymadım. Çocuklarına da böyle bir şeyi nakletmemiş, gayet medeni bir insandı. Kaldı ki Zeynelabidin Efendi Beyrut’ta olduğu dönemde kızlarım satranç öğrensinler diye Fransızca konuşan bir Ermeni kadın getirtmişti eve. Kayınvalidem çok güzel satranç oynardı. Ama öyle basit değil, oynayalım, kalkalım başından gibi bir şey değildi. Özellikle kız kardeşleri bize kalmaya geldiğinde satranç masası bir kenarda durur bir hamle yapılır, ertesi güne kadar karşıdaki bir hamle yapardı ve en çok 3-4 hamlede oyun biterdi.
Babasıyla da gururlanırdı. “İleri görüşlü, çok bilgili, konularına hâkim, çok bonkör ve nasihatleri çok yerinde olurdu” derdi.
Uz-Küçükkoner: Kayınvalidenizin tahsili var mıydı?
S.Yardımcı: Sanırım kayınvalidem önce Fransız mektebine gitmiş bir müddet, ama ne kadar olduğunu bilmiyorum. Yalnız çocukluğu Beyrut’ta, Kahire’de ve Suudi Arabistan’da geçmiş. Çok iyi Arapça bilirdi. Babaları yurt dışına çıkınca çocuklarını da bir müddet sonra yanına aldırıyor. Annesi Şam’da vefat ediyor zaten. İki ablası Beyrut’ta evleniyor. Suudî Arabistan Kralı sanırım bu aileyi misafir ediyor, ev veriyor onlara; Arap halayıklar filan…
Zeynelabidin Efendi Cennetü’l Bakî de metfun, fakat kabir yeri belli değil. Dede zaten İskenderun’da ki evinde fotoğraftan da belli, Nazif 4-5 yaşındayken yanına gidiyor. 1938 senesinde İskenderun Türkiye’ye dahil olunca dede Suudi Arabistan’a gidiyor ve 4-5 sene orada yaşadıktan sonra vefat ediyor.
Uz-Küçükkoner: Biraz da derneklerden bahsedelim başkanlığını yaptığınız
S.Yardımcı: Türk Anneler Derneği, 1975 yılında kuruldu. Ben kurucular içindeyim. Yirmi sene başkan yardımcılığı yaptım, son on yıldır da başkanlığını yapıyorum. İlk başkanımız Nimet Uzluk Hanımefendi. Konya halkı yaptığı yardımın nereye ulaştığını bilirse daima sizin arkanızdadır. Biz bunun güzel örneklerini yaşıyoruz. Ve halk gönül rahatlığı ile yardımını size veriyor.
Öncelikle çocuk yuvasıyla başladık. 0-7 yaş ve 7-18 yaş çocuk yuvası. Yetiştirme yurdu Odun Pazarında o zaman, şimdi daha bakımlı daha farklı. Senelerce Anneler Derneği olarak 7-18 yaş çocuklarının iç giyimini biz yaptık. Masalar açılıyordu, kimin evinde olursa olsun, Sümerbank’tan patıskalar toplarla alınıyor, bir grup kesiyor, bir grup dikiyor, biz bütün enerjimizi, bütün gücümüzü çocuk yuvasına harcıyorduk. Özellikle 7-18 yaşa... On sekiz yaşında koruma kalkıyor. O çocuk üniversiteye gidiyor ve de burs alamıyorsa durumu daha da zor oluyordu. Bu sebeple bizim burslarımız onlara yönelikti. Üniversite açılınca en büyük sorunlardan birisi de, yurt sorunu oldu. Konya’da kalacak yer sıkıntılıydı. Bunun üzerine Osman Gilistralı ve O’nun varisleri Feridiye Karakolu’nun arka tarafında bize bir arsalarını hibe ettiler. Arkasından diğer hayırseverler… Demirciden demirini, çimentocudan çimentosu, kerestesi derken biz oraya 3 katlı, 120 öğrenciyi barındıracak bir yurt binası inşa ettik. O binanın yanına bir de kreş yaptık. Şu anda Konya’nın en iyi çocuk yuvası, Türk Anneler Derneği Çocuk Yuvası’dır. Bu binayı biz yaptıktan sonra Milli Eğitim’e devrettik. Uzun süre yurt binasını kendimiz işlettik. Sonra Kredi ve Yurtlar Kurumu’na devrettik, kirasını alıyoruz. O kirayı da burs için kullanıyoruz. Şu anda Konya Selçuk Üniversite’sinde okuyan 150 öğrencinin bursunu ve yemek fişini karşılıyoruz. Yemek fişleri üniversitede aylık oluyor. İnanır mısınız onları da ramazanda topluyoruz. Çok büyük miktarda yardım yapamayanlar da bir yemek fişi alarak en azından bir çocuğun ihtiyacını karşılıyor ve bu fişler damlaya damlaya 150- 200 öğrenciye yetecek kadar fiş birikiyor.
Halk Eğitim’le birlikte çalışıyoruz. Halk Eğitim’in kasabalara, kırsal kesimde açmış olduğu kurslar var. Kurs açıyorum, öğretmen götürüyorum yetmiyor. Halkın maddi imkânları çok dar. Öğrenci gelmek istiyor ama makası yok, kumaş lazım, yapacağı el işine göre malzeme lâzım, bunlar için de para lâzım. Halk Eğitim bize diyor ki, şuraya ben kurs açtım, şu sayıda da öğrencim var; öğretmende bize bir malzeme listesi yapıyor. Biz de, bize yardımda bulunan arkadaşlara rica ediyoruz: Bir top patiska alır mısınız? Bir top kumaş alır mısınız? İptir, makastır derken bu işi de böyle hallediyoruz. Halk Eğitim diyor ki: köye kurs açacağım ama overlok makinesi yok ya da bilgisayar yok diyor onu da temin ediyoruz. Bir köyümüz var, Konya’ya yakın Kayalı Köyü. Bu köy artık bizim köyümüzdür. Elimizi hiç üstünden çekmediğimiz bir köy. Halk Eğitim oraya bilgisayar kursu açtı. Biz bilgisayar aldık, verdik. Çok güzel bir köy, ağacı eksik bir köy aslında. Muhtarı bu köyün bir yamacını bize ayırdı. Her sene oraya 500, 1000 bazen 400 ağaç dikiyoruz. Ve Anneler Derneği Ormanı oluşturmaya çalışıyoruz.
Çocuk yuvasını hiç ihmal etmiyoruz. Kapalı oyun alanı yokmuş. Bir mimar arkadaşımız projesini çizdi ve kışın oynayabilecekleri kapalı oyun alanına kavuşmuş oldu çocuklarımız.
Derneğimizde her sene bir kursumuz var. Genç kızlarımıza, kadınlarımıza yönelik olarak. Halk Eğitimle birlikte, onların binasında İngilizce ve bilgisayar kurslarımız oldu. Kendi binamızda da kırk pare, takı, resim, ahşap boyama kurslarımız devam ediyor.
Uz-Küçükkoner: Dernek faaliyetleri sırasında öğrencilerle ilgili değişik olaylarla mutlaka karşılaşıyorsunuzdur. Üzücü veya sevindirici olanlarda vardır elbette. Aklınıza gelen ilgi çekici bir hatıranızı anlatır mısınız?
S.Yardımcı: 150 öğrencimiz var diye söylemiştim ama bunlardan on-on beş tanesi Arnavutluk’tan, Makedonya’dan, Bosna-Hersek’ten, Uygur bölgesinden ve Kerkük’ten gelen çocuklarımız. Millî Eğitim Bakanlığı derneklere diyor ki: Yurt dışından gelen öğrencilerle ilgilenirseniz onlar kendilerini burada yabancı hissetmezler, Konya’da da bir yakınları bulunsun. Sorunlarıyla siz ilgilenin diye… Bazen bizi çok şaşırtan, duygulandıran olaylarda oluyor tabiî ki, olmaz mı? O zaman çok çaresiz kalıyorum ve kendi kendime diyorum ki: keşke daha çok imkân olsa da daha çok çocuk okutsak. Bir gün dernek binasına iki öğrenci geldi, ikisine de bursu vereceğiz ve bir de yemek fişi. Bir tanesi yemek fişini almak istemedi. “Senin yemek fişine ihtiyacın yok mu?” dedik. “Bizim üniversitede yemeklerimiz çok büyük porsiyon oluyor, arkadaşımla paylaşabiliriz. Siz bu yemek fişlerini ihtiyacı olan başka bir öğrenciye verin” dedi. Bu beni son derece duygulandırmıştı. Ne kadar gözü, gönlü tok milletimiz var. Yani ihtiyacı olanı alıyor, kalanını bir başkası faydalansın diye bırakıyor.
Öğrencilerimize burs verirken, bunu, onları incitmeden yapmak da istiyoruz, biz dernek olarak. Gene böyle bir kış günüydü. Aslan gibi bir delikanlı geldi, bursunu alacak. Ayakkabısını çıkardı, ayağında çorabı yok. Arkadaşlarımızla birbirimize baktık. Bazen insan bakışarak ta anlaşabiliyor. Bir arkadaşımız hemen odadan çıktı. Ben anladım yapmak istediği şeyi. Çocuk bursunu aldı ve gitmek istiyor ama biz konuşarak oyalamaya çalışıyoruz gitmesin diye. Derken arkadaşımız geldi, bana işaret etti, başkan olduğum için. “Bakın önümüzde bayram var. Ve herkesle yan yana olamadığımız için şeker ikram edemiyoruz. Bir çorabımız var, bunu size hediye etmek istiyoruz” dedim. Çocuk “ Benim hiç âdetim değildir çorap giymem” dedi ama çorabı da aldı. O çorapsızlığını da geçiştirmek istedi, ama dışarıda da eksi on gibi bir soğukluk vardı.
Bizim öğrencilerle çok geleneksel bir olayımız daha var. Biz Anneler Derneği olduğumuz için anneler günü bizim için hoş bir şey ve onlar da bizim anneler günümüzü kutlamak istiyorlar. Her sene burs verdiğimiz öğrencileri davet ediyoruz ve anneler gününde yemek yiyoruz. Daha önceden kararlaştırdığımız mekânda, tüm anneler ve öğrencilerle birlikte oluyoruz. Bu aynı zamanda, o sene mezun olacak öğrenciler için de bir veda yemeği gibi oluyor.
Yaptığımız aktivitelerden biri de huzur evini hiçbir zaman ihmal etmiyoruz. Özellikle yatalak hastaların olduğu bölümü. Malzeme götürüyoruz. Sağlıklı olanlara tülbenttir, yelektir vs. diğer kısımdakilere büyük boy hasta bezi…
Halk Eğitim kurslarına açıldığında malzeme götürüyoruz. Vali eşleri bizim fahri başkanlarımız ve kaç dönemdir sağ olsunlar bizleri hiç yalnız bırakmadılar. Ağaç dikimi ve kursların yılsonu sergilerinde de hep beraber oluyoruz. Kursların sadece açılış ve kapanışlarında değil, zaman zaman gidip kursları ziyaret ediyoruz. Diş tabibi arkadaşlarımız var. Ya diş taraması yapıp diş fırçası ve diş macunu dağıtıyoruz, ya da sağlık taraması yapıyoruz. Çocuk bakımıyla ilgili, kemik erimesiyle ilgili, kısaca kadın sağlığıyla ilgili ne varsa bilgilendirmeye çalışıyoruz. Sağlık müdürlüğünden yardım alıyoruz bu konularla ilgili.
Kayalı Köyü Okulunda da bizim çok emeğimiz var. Oradaki çocukların kırtasiye masrafı olsun, üstü başı olsun... O köy gitsek de gitmesek de değil, gidiyoruz ve bizim köyümüzdür diyebiliyoruz.
Uz-Küçükkoner: Görmüş geçirmiş bir insan olarak gençlerimize ne tavsiyelerde bulunur sunuz?
S.Yardımcı: Gençlerden ziyade Meram halkına çok diyeceğim var. Meram demek çam ağaçları demek değil. Meram’da meyve ağaçlarının da korunması lâzım. Yerli meyvelerin de korunması gerekir. Giderek bunlar kayboluyor, çiçeklerimiz kayboluyor. Ben özlemle yer küpelisi, şebboylar, aslanağzı görmek istiyorum. Sarı erik kaybolmak üzere… Erik yahnisi yapıyoruz, neyle yapacağız sarı erikler yok olursa? O lezzeti siz biliyorsanız başka bir erikten aynı tadı alamıyorsunuz. Kış armutları, tavşan başı elmalarımız kalmadı neredeyse. Meram’ın kendine has dokusu, meyveleri, sebzeleri, çiçekleri kaybolsun istemiyorum. Pazarlarda neden turfanda bekler gibi yerli sebzeyi bekliyoruz? Önemli bunlar.
Yemek her kapıyı açıyor. Bakarsanız siyasetçilere her şey yemek masasında konuşuluyor. En önemli kararlar yemek yerken alınıyor. Yemeklerde çok şey paylaşılıyor. Yemek bir kültürdür. Bu kültürün kaybolmaması içinde, yerel lezzetlere ihtiyacımız var. Şehir dışından ya da yurt dışından gelmiş bir misafire kalıplaşmış yemekleri yapmak çok kolay. Ama onlara, burada bulabileceği özel lezzetlerde sunmak gerekir diye düşünüyorum.
Uz-Küçükkoner: Hiç unutamadığınız bir hatıranızı anlatır mısınız?
S.Yardımcı: . Refi Cevat Ulunay, Zeynelabidin Efendi’nin çok yakın arkadaşı. Refi Cevat Bey bir zamanlar Mevlâna ihtifaline gelmiş. Programı birlikte izliyoruz. O’nun yanında eşi, eşinin yanında da ben oturuyorum. Yani eşimle O’nun arasında iki bayan var. Ulunay, iki bayanın arasından eğilip eğilip eşimin yüzüne bakıyor. Bir müddet sonra direk olarak eşime “Siz nerelisiniz?”diye sordu. Nazif’te “Konyalı’yım” deyince “Siz Zeynelabidin Efendi’nin nesi oluyorsunuz?” diye soruverdi. Eşim de “Torunu oluyorum efendim” dedi. “Ben hiçbir zaman yanılmadım, gözler aynı gözler…” demişti. Bizzat bunu ben de yaşadığım için hiç unutamıyorum.
Uz-Küçükkoner: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
S.Yardımcı: Evet, Meram Belediyesi’ne önemli bir mesajım var. Meram Belediyesi olarak suyuyla, geleneksel meyveleriyle Meram’ı ihmal etmesinler. Çünkü başka Meram yok
Uz-Küçükkoner: Zaman ayırdığınız, bizi evinizde ağırladığınız ve verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz.
S.Yardımcı: Rica ederim.
KONYA İLİM VE KÜLTÜR ADAMLARIYLA SÖYLEŞİLER
Şefika Funda KÜÇÜKKONER
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.