Hak şamarının sesi olmaz
Zulümle abat olunmaz, zulüm başlı başına bir karanlıktır çünkü. Zulüm denince akla gelen savaş, işkence ve şiddet gibi sadece baskıya ve zorbalığa dayanan insanlık dışı muameleler değil bunlarla birlikte aynı zaman da hak ve adaletin yerini bulmaması, emanetin sahibinden başkasına verilmesi, görevlerin ehil olmayanlara verilmesidir. Zulümlerin en büyüğü ise Allah’a ait olan yetkileri insanın kullanmaya kalkışmasıdır. Bunlardan bir tanesi insanı Allah’ın takdir kıldığı memleketinden kovmak, sürgün etmek, insanı yerinden ve yurdundan etmek, evini barkını yakmak ve yıkmak, hayatı zindan etmektir.
İşte bu zulümlerden biri çok acı ve çok dramatik bir şekilde ülkemizde yaşanmıştı. İstiklal savaşının ardından yeni Türki’ye Cumhuriyeti kurulup meclis çalışmaya başlayınca saltanat kaldırılmış ancak dünyada tüm Müslümanları bir arada tutan halifelik makamı devam ediyordu. Saltanatın kaldırılasının ardından 8 Kasım 1922'de, meclisteki oylamayla Abdülmecit Efendi halife olarak seçilmişti. Son halife Abdülmecit Efendi, kedisine halife seçildiği bildirildikten sonra tüm İslam dünyasına yönelik bir bildiri yayınladı. Ardından meclis heyeti ile birlikte Hırka’i Şerifi ziyaret ederek görevine başlamış, ardından Cuma alaylarına çıkmış, yabancı elçileri kabul etmişti. Ankara Hükümeti ise tüm bunlardan rahatsız olmuştu. Bunun üzerine TBMM’ ye verilen bir teklif ile 3 Mart 1924’te halifelik kaldırılarak 1350 yıllık İslami bir kurum da ortadan kaldırılmış oldu. Halifeliğin kaldırılması ile birlikte aynı kararda Osmanlı hanedanı da çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden bütün fertleri yurtdışına sürgün edildi.
Bu zulmün dramatik yönü sadece hanedan mensuplarının yabancı memleketlerde sürgün, gurbet ve sefalet hayatı yaşamaları, yalnız ve sahipsiz kalmaları değil onlarla birlikte halifelik makamı ilga olduğu için tüm ümmetin başsız kalmasıdır. Bunun sonucunda da tesbih taneleri gibi dağılması, bin bir türlü savaş, işgal, katliam ve talan ile sömürülmesi, yakılması, yıkılması ve müstemleke haline dönmesidir. Daha büyük dram ise sahipsiz kalan Müslüman ülkelerin, Müslüman toplumların tıpkı Osmanlı hanedanı gibi açlık, susuzluk, sefalet, sürgün ve işkence içinde zindan hayatı yaşaması ve esaret altına girmesidir.
Uzun yıllar ecnebi memleketlerinde beş kuruşa muhtaç olarak ser sefil, sefalet içinde adeta açlıkla mücadele ederek, bazıları asırlarca efendilik yaptıkları ülkelerde hizmetçi olarak yaşadı hanedan mensupları. Çoğu kez cenazeleri bile sahipsiz kaldı. Temeli Lozan’da verilen sözlere dayanan bu karar Müslüman yüreklerde büyük yaralar açmıştı. Ancak savaştan yeni çıkmış, tarumar olmuş ülkede bu konuda yapılacak bir şey kalmamıştı. İtiraz edebilecek bir güç, bir durum da kalmamıştı. Lozan’da emperyalist güçler aslında söyle demişlerdi: ‘‘Size bedeninizi geri vereceğiz ancak siz de bize ruhunuzu teslim edeceksiniz,’’ demişlerdi. İşte halifenin sürgün edilip Avrupa ülkelerine gönderilmesi ile adeta ruhumuzu bu emperyalist güçlere gönderip teslim ediyorduk.
Sürgün kararı üzerine Abdülmecid Efendi ve ailesi de diğer Osmanlı hanedanı üyeleri gibi yurtdışına sürgüne gönderildi. Eski Şark Ekspresi ile çıktıkları yolculuk, Osmanlı hanedanı için aslında yeni bir hayatın daha doğrusu büyük sıkıntıların, sefalet dolu bir hayatın başlangıcıydı. Sonu belli olmayan bir yolculuktu bu, nasıl geçeceği, nerede karar kılacağı belli olmayan bir sürgün hayatıydı bu. Önce İsviçre’ye gitmiş, oradan Fransa’ya geçmişti. Halife Abdülmecid'in sürgün hayatı, 1944 tarihinde Paris'te yalnızlık içinde vefat etmesiyle son buldu. Cenazesinin Türkiye’de defnedilmesine izin verilmedi.
Dolmabahçe Sarayı'ndan alınan halife, ailesi ve özel kalem müdürüyle birlikte, Avrupa'ya gönderilmek üzere Çatalca Tren Garı'na getirildi. Bir sorun çıkmaması için Sirkeci değil Çatalca Tren Garı özellikle seçilmişti. Gerçekten de halife ve maiyetindekiler olaysız gürültüsüz bir şekilde ülkeden uzaklaştırıldılar. Kimsenin ruhu duymadan koskoca halife geri dönüşü olmayacak bir şekilde sürgüne gönderildi. Unutmamak gerekir ki; hak şamarının sesi olmaz ama yarası da hiç iyi olmaz. Haksızlığın yanında yer almanın sonu her zaman hüsrandır. İşte Haccacı Zalim. İşte Firavun, işte Hüsnü Mübarek. İşte Çavusesku, İşte Ebu cehil.
Osmanlı hanedanının sürgüne gönderildiği 3 Mart 1924 tarihinden tam 96 yıl sonra 2018’de Türkiye'de ilk defa Osmanlı hanedanından bazı kişiler siyasete atıldı. Tarihin özüne dönmeye başladığı, tarihin adeta bu haksızlıkları yapanları tokatlayıp dövmeye başladığı bir milattır bu tarih. Her zaman söylendiği gibi bir ırmağı mecrasından çıkarabilirsiniz ama o ırmak akar, akar bir gün gelir yine kendi yatağına, kendi mecrasına geri döner, yine kendi yatağından akıp gider. Aktığı toprakları sular, ağaçlara, bitkilere, hayvanlara, insanlara, insanlığa can verir, hayat verir. Irmaklar tutsak edilemez çünkü.
Allah zalimlere mühlet verir ama sonsuza kadar fırsat vermez. Hiç bir zaman zulümle abat olunmaz. Zulümle abat olan olursa da akıbeti berbat olur. İnanıyorum ki gelecekte en gür seda İslam’ın olacaktır ve İslam’ın nuru yeniden aydınlatacaktır yeryüzünü. Bütün yeryüzü acılarını dindirip kahır karası hüzünleri bitirecektir. İslam’ın nuru, esaret zincirlerini kırıp bir kenara atacak ve yeryüzüne aydınlığı hediye edecektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.