Taş hikâyesi
Mekke’den Konya’ya doğru yola çıkıyorlardı. Hazırlıklarını tamamlamışlardı.
Kâbe’de eşle dostla vedalaştılar, yükleri ağırdı. Şeyh Sadreddin Konevî’nin içinde olduğu kervan, çölde ilerlerken nadir bir yeşilliğin ortasında mola verdi.
“Herkes devesini tutup bir yerde durmuştu.”
Yüzyılların tozu vardı üzerinde.
TAŞ; kör, sağır ve dilsiz değildi. Bilâkis hasretliydi, çook hasretliydi.
İn cin uykuya vardığında, varlıklar gaflete daldığında gözünü bile kırpmamış, neredeyse hiç dinlenmemiş, tahammül edememişti.
Atalarının, Habîb’in peygamberliğini teyit ederek, Ebu Cehil’in elinde dile gelip, şahadet getirmesi gibi; hatta bir tanesinin nübüvvetten önce de – o TAŞ halinde- “Ebediyet Güneşini” görünce selâm vermesi benzeri bir yakınlık, Sevgiliyle özel bir ân, işaret, Rab’in bir iltimasını bekliyordu. Ama günler geceler, asırlar boyu bunu niyaz ediyordu.
Ne zulümler görmüştü; çöl ıssızlığında ne günahkâr ayaklar çevresinden geçmiş; cinayet, savaş ve katliamların sesi, her çağın bedevîleri ve her asrın haramilerinin ürkütücü nefesi üzerine sinmişti.
Kepazelik, masiyet dolu çürük hayatların, kokuşma ve katmerli kötülüğün kokusu ciğerlerine işlemişti. İsyanlar, küfür dikilişleri hep önüne gelmişti. Şahit olmuştu ve acıyı iliklerine dek hissetmişti.
Çölün tozuna bulanırken, özlemden ‘taş gibi olurken” artık dayanamıyordu. Düşleri gerçekleşmeliydi. Bir aşk kapısını da aralayacak bir şifre, bir enerji bahşedilmeliydi. Çatlayacaktı “Sabır taşı” değildi.
Şeyh Sadreddin Konevî, çevreye göz atarken, gözüne iri, mavi bir taş ilişti. Mahfesini( deve, fil gibi hayvanların sırtına konulan, üzerine oturmaya yarayan sepet), taşın üzerine koydu.
İnci madeni gibi ağızlarını açarak, latife ederek: “Biz de bugün bu mavi taşın misafiri olalım” dedi. Müjdeci, şifalı sesi asırları tutuyordu:
“Ümit ve talep ettiğim her hangi bir şey bana ulaşmasa idi,
Avuçlarının cömertliğinden, ben talebi bilmezdim.” diyordu sanki.
Taş irkildi, işitmişti. Bazı sözler, bambaşka bir tesirle harekete geçiriyordu. Bul(uş)muştu, tutuşmuştu. Farklı bir biliş hâli yaşıyordu. Müştak, benliğinden taşan açık bir sevgi lisanıyla konuştu: “Hoş geldiniz, menziliniz mübarek olsun!” şeklinde mukabele etti.
Cansız bir cisim olarak, imtihana, belâya tâbi tutulmamıştı. Ama şimdiden şedit bir korkuyla sarılmış, yaman bir sınavın telâşına kapılmıştı. Ayrılık sancısı.
Belki bir insandı, belki hakka hakikate susamış bir topluluktu, kuru kalabalıktı ya da; adıyla sanıyla bir taştı belki. Zaten sûret köpüktü, uçar giderdi; ne önemi vardı. Zaman her şeyi süzerdi. Ruh kalırdı bakî.
Bütün bir hayata yayılacak sonsuzluk saatinde, asıl şu dakikada yaşadığını hissediyordu.
Bir “Yüce’nin” ilgisi, niyeti, sevgisi; “yakınlığın” alâmetleri… Yaralarını Konevî gibileri saracaktı. Kalbi de dili de birdi. Sevginin lisanıyla neşvelendi. Taleb(elik) güzeldi. Arkadaşı da mı olamazdı yani.
“Bu mahfe ve sahibi sonsuza kadar burada, benimle kalsa, nazar etseydi” diye niyaz etti…
“Yaratılmış bütün varlıklar Seven durumundaydı” oysaki. Kimi, neyi, neden seveceğini biliyor ve seviyordu bazı varlıklar.
Bir derin, sevgili “adam” geldi çöle. Kurumuş çölü, baştan ayağa Sevdayla boyasın damgalasın diye. Sadreddin Konevî, kendisine yeni bir hayat getirecek kişiydi. Ki insan her şeyin sevgilisiydi.
Bundan böyle yalnızca aşkı di(n)leyecekti. Mesafeler uzaksa da, “azimle” kısalacak, dürülecekti. Taş elleriyle ayaklarıyla, O’na ve yoluna biat edecekti.
Sadreddin Konevî uzanıp mahfeden bir eşyasını aldı.
Sabahleyin oradan çıkıp, akşam çökene kadar yolculuğu sürdürüp, başka bir yerde konakladı. El ayak çekildi, herkes uykuya vardı. Şeyh abdest alıp, ibadet ederken, o taş Şeyh’in ayağına yüz sürdü.
“Dün gece Cenâb-ı Hazret bu değersiz de, hakîr de misafirdi. Bu gece de bendeniz uygunsa Cenâb-ı Hazretinize konuk olayım” diye yakardı.
Sevgiliyle hemdem olmanın zevki, safası unutulur gibi değildi. Kâmil insan bir neydi; ebediyete kadar nağmelerine kulak verilirdi. Zamanın üstüne çıkan neydi; şüphesiz ölümsüz muhabbet sesiydi.
“Yazık ki, şimdiye dek, kendi nefsimi yurt edinmiştim, ne çirkindi.”
Ayrıca taşlık illeti, keyfiyeti tedavi edilebilirdi. Hakk’a bigâne olan küfrün vasıfları ve marazı gibi değildi.
Taşa bu bildirildi. İzleri takip edecekti. Ayaklanmalı, harekete geçmeliydi. Artık yosun ve küf tutamazdı.
Bütün benliğinden taşan bir zevkle, engelleri aşarak, yuvarlana yuvarlana, uçurumlardan aşağı düşerek, tepeleri çıkarak, yokuş aşağı ve yukarı, dikey ve yatay, fakat içi yanarak yolculuk ediyordu.
Ertesi akşam, başka bir mekânda karar eylediler. Sabah olunca “Sevgili” bir baktı ki, “âşık taş” dayanamayıp yerinden kopup gelmiş, mekânı, sevdiklerini, varını yoğunu terk edip, safralarını atmış, seccade gibi kıble tarafında duruyor. Herhalde vücutsuzdu; bundan böyle taş yerinde ağır değildi. “Âşık Su” gibi akar, erir giderdi.
Hizmetçilerine “bu taşı alın” diye emretti. Onlar da taşı, deveye koyup Şam’da Ümeyye Camii yakınlarına bıraktılar.
Hazreti Şeyh, develerinde yüklü olan cümle cevahir ve mallarını Şam’daki fakir fukaraya dağıttı. Yoluna devam etti.
Sonra… Gerçek bir fakir misali, Konya’da Çeşme Başı’nda durdular.
Nereye giderse gitsin peşindeydi. Amansız takipteydi, Sevgiliyi izlerinden yakalardı, aşkla mücehhez kelimelerinden sözlerinden tanırdı.
Kırk peçeye bürünse, yerin dibine girse, sema katlarına gizlense de Yâri kokusundan bulurdu. Koşardı, taş(ardı), sürünürdü, uçardı. Kutlu nazarlar altında yaşardı.
“Cehennemin değil aşkın yakıtı olmak dileğim. Kokunu alınca ben bittim, Hazreti Yakup gibi “gözlendim”. Yüzyıllar, cins(iyet)ler, dereler tepeler, engeller aştım. Nideyim, adi taş isem de cevherliktir kastım emelim.”
İşte Büyük Şeyh’in Şam’dan göçmesinden tam yirmi üç sene sonra, mezkûr mavi taş, artık sarı bir renk almış, Konya’da Şeyh’in yanına çıkageldi.
Selâm verip dedi ki: “Cenâbınız ile birlikte defnolup, birlikte haşrolalım.”
(Onun mevcudiyetiyle gölgeleneyim. Bedenimin her zerresine, Onun sevgisi yayılsın. Ölüydüm, dirileyim.
Taş bağrım parçalansın! Bütün yönler, dilli dilsiz cihetler, çizilmemiş hedefler “Aşk Yolu’na çıksın!
(Davud’un ellerindeki; Hıra dağ’ındaki, Tur-i Sina’daki taşlarla bir olsun. Örümcekli, güvercinli bir mağaranın serinliğinde gönensin. Bedirlerle küffarı yensin. Değdiğim yerde Kem İblisler devrilsin!)
“Kerem edin, ayakucunuzda dinleneyim.”
Hazreti Şeyh buyurdular ki:
“Taşı buraya koyun. Ta kıyamete değin seccade ola!”
Nihayet, Şeyh’in kabrinin başucuna yerleştirildi taş. Artık ebediyete kadar ayrılmayacaklardı.
Ve… mutluluktan yarıldı. İçinden “Mecnunlaşmış”, Leyla peşindeki nice Kays çıkacaktı. Karşısında ise Konevî’yi de bağrına alan bir Yârler Zinciri, en son “Nihaî Sevgili” uzanıyordu.
…
Şeyh Musa es-Sadrî, “Taş hikâyesiyle” beraber bütün Regâyibü’l- Menâkıb’ı gönlünde dolaştırıyor; bir işaret taşı olan kitabının mümtaz bir ulunun, Sadreddin Konevî’nin şahsiyetine ve ölümsüz eserlerine sevk ederek, nice taş gönüllüye rehberlik yapacağını, nice seven kalpleri de muhabbette taş gibi kavileştirip sağlamlaştıracağını umut ediyor, şükredip, semavî bir sevinçle coşuyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.