Tarla Bahçe Tohum
İnsanoğlu bazen “dağ” gibi hisseder kendini. Bazen şehir, ırmak ve deniz.. Bazen çöplük. Belki eşelense her birine meyil, istidat; yön duygusu.
Veya Muhabbet bağında, tadında bir bahçe.
“(..)
dut bu âru ünnek pahper
kama pet kama tâ
mısır metinlerinde okuduğum cümleler
seninle okuduğum büsbütün başka şeylerdi
seninle bir bahçedeyiz geliyor bana
orada hem var hem yok gibiyim
daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum
insanlığımdan çıkarak
kama pet kama tâ” (Asaf Hâlet Çelebi)
Bazen de tarla...
Önemli olan, nesnelere, dışa bakarken, yüzeyde kalmayıp, nazar ve fikri birleştirmek. Bakarken durup düşünmek; görürken işitmek, ruh(un)a dokunmak, beş duyunun ötesine açılmak. Ve fikrederken; o duyuşu hazzı, aklın işlerken aldığı lezzeti, aşkı; keşif, yarış, uçuş tadını kendine döndürerek, evirip çevirmek; mâl etmek, işlemek...
Tarla bir zemin olarak da ele alınabilir belki. Bir iman zemini, insanlığımızın neşet edeceği, fışkıracağı bir mekân… Bu anlamda, kadın kadar erkek de tarladır.
İçimizde de, tarladaki gibi olaylar, tepkiler, eylemler gelişir. Güzellik, büyüme sancıları çekeriz. Dünyanın merkeziyken, kalp merkezimizde de yeni bir dünya doğar, s(üreriz).
…
Bahçede…
İnsanın ekim dikim söküm yapılabilecek, hayatî bir kâinat merkezi olduğuna; yenilenme ebediyet şuuruna; ondaki mânâ yapılanmasına, manevî boyutuna dair işaretler belirirdi.
O tohum, bitki, fidan; bir güzelliğin, devasa bir hakikatin açıklaması, bildirisiydi…
Orada bir batın, bir de zahir vardı. Tohumlar gizliydi, ürün de aşikâr.
Kimileri tohumdu, gönül yeşertirdi.
Kireçli, kıraç bir bahçeyizdir bazen… Bir el gelir, ter döker; zaman ve mekân değişir; dikenler, ısırganlar yere çalınır atılır; tarihiniz ve hikâyeniz farklılaşır, gebe kalınırdı.
Hz. Mevlânâ müjdeciydi:
“Tohumun yoksa, o dua yüzünden Tanrı sana bir fidan bağışlar,
hem de ne iyi çalıştırmış da yetiştirmiş bunu, dedirtecek bir fidan.
Hani Meryem gibi; onun da derdi vardı, tohumu yoktu; ama kudret sahibi
o fidanı yeşertiverdi.”
Tarlada…
Yeniden oluş, toprağı takviye edip güçlendirme, nadasa bırakış, doğuş…
Gizli bir yürüyüş, örtülü bir çağıldayış, varoluşsal bir hızla çabayla, kabını çatlatıp delme, alt katlardan toprağın üstüne çıkma, yükselme, güneşi kucaklama isteği bulunurdu.
Bir diriliş türküsü, zaman ayarı, bir hayat büyüsü vardı. Türlü sesler, diller fink atardı…
Koyu bir hazırlık, telâş, soylu bir bekleyiş.. görünmezden delil, bir haber, fırlatıldığı “çukurdan” kurtulma, eğitim savaşı, sınırlara kafa tutan bir yol gözükürdü.
…
Çimeni, çiçekleri sık sık sulardık. Ama ağaç sabırla, meydan okuyacaktı. Bizi ısrarla gölgelerine, meyvelerine çağıracaktı.
Nice tohumlar atılırdı zihinlerimize… Tohum, çürüyecek miydi, kalacak mıydı?
Beden bir kimlik noktasıysa; ruh bir tarladır belki, sürülmek ister. “Ruhun da tarımı vardır”( Sezai Karakoç)
Üzerinde durmak, çapalamak, aramak, derinliklere bakmak icap eder. Ölçülüp biçilmek, yoklanmak, sınanmak ister.
Hayatın anlamı, belki “gönül bahçelerimizin” içindeydi.
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Adamın teki yeri kazıyordu. Birisi geldi ve dedi ki, “Bu sağlam toprağı neden berbat ediyorsun?”. Bunu diyen şahıs toprak hakkında bilgi sahibi değildi. Hangi toprağın iyi, hangisinin kötü olduğunu bilmiyordu. Eğer toprağı bozmasaydı(kazmasaydı), o toprak bozulurdu. Böyle bozmalardan amaç toprağı yeniden canlandırmaktır” . Yoksa güdük kalınırdı.
Belki tarla-bahçe, okunası yazılası bir metindi. Sadece mekân değil; asıl insan, zamana yazılan bir metindi. Elde bir ayıraç.. sürmek gerekti.
“İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır. Ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!”( Muhyiddin-i Arabi)
Ekmek biçmek, mahsul toplamak, sonra vaktini, dirilişini bekleyen bir tohum olarak toprağa gömülmek, ölmek…
Yalnızca, bahçe, çiçek, sevgili, hoşunuza gidenler değil; bütün bir âlem olmayı dilemek, ayrılığı gayrılığı kaldırmak, “Bir”lemek…
Veya Muhabbet bağında, tadında bir bahçe.
“(..)
dut bu âru ünnek pahper
kama pet kama tâ
mısır metinlerinde okuduğum cümleler
seninle okuduğum büsbütün başka şeylerdi
seninle bir bahçedeyiz geliyor bana
orada hem var hem yok gibiyim
daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum
insanlığımdan çıkarak
kama pet kama tâ” (Asaf Hâlet Çelebi)
Bazen de tarla...
Önemli olan, nesnelere, dışa bakarken, yüzeyde kalmayıp, nazar ve fikri birleştirmek. Bakarken durup düşünmek; görürken işitmek, ruh(un)a dokunmak, beş duyunun ötesine açılmak. Ve fikrederken; o duyuşu hazzı, aklın işlerken aldığı lezzeti, aşkı; keşif, yarış, uçuş tadını kendine döndürerek, evirip çevirmek; mâl etmek, işlemek...
Tarla bir zemin olarak da ele alınabilir belki. Bir iman zemini, insanlığımızın neşet edeceği, fışkıracağı bir mekân… Bu anlamda, kadın kadar erkek de tarladır.
İçimizde de, tarladaki gibi olaylar, tepkiler, eylemler gelişir. Güzellik, büyüme sancıları çekeriz. Dünyanın merkeziyken, kalp merkezimizde de yeni bir dünya doğar, s(üreriz).
…
Bahçede…
İnsanın ekim dikim söküm yapılabilecek, hayatî bir kâinat merkezi olduğuna; yenilenme ebediyet şuuruna; ondaki mânâ yapılanmasına, manevî boyutuna dair işaretler belirirdi.
O tohum, bitki, fidan; bir güzelliğin, devasa bir hakikatin açıklaması, bildirisiydi…
Orada bir batın, bir de zahir vardı. Tohumlar gizliydi, ürün de aşikâr.
Kimileri tohumdu, gönül yeşertirdi.
Kireçli, kıraç bir bahçeyizdir bazen… Bir el gelir, ter döker; zaman ve mekân değişir; dikenler, ısırganlar yere çalınır atılır; tarihiniz ve hikâyeniz farklılaşır, gebe kalınırdı.
Hz. Mevlânâ müjdeciydi:
“Tohumun yoksa, o dua yüzünden Tanrı sana bir fidan bağışlar,
hem de ne iyi çalıştırmış da yetiştirmiş bunu, dedirtecek bir fidan.
Hani Meryem gibi; onun da derdi vardı, tohumu yoktu; ama kudret sahibi
o fidanı yeşertiverdi.”
Tarlada…
Yeniden oluş, toprağı takviye edip güçlendirme, nadasa bırakış, doğuş…
Gizli bir yürüyüş, örtülü bir çağıldayış, varoluşsal bir hızla çabayla, kabını çatlatıp delme, alt katlardan toprağın üstüne çıkma, yükselme, güneşi kucaklama isteği bulunurdu.
Bir diriliş türküsü, zaman ayarı, bir hayat büyüsü vardı. Türlü sesler, diller fink atardı…
Koyu bir hazırlık, telâş, soylu bir bekleyiş.. görünmezden delil, bir haber, fırlatıldığı “çukurdan” kurtulma, eğitim savaşı, sınırlara kafa tutan bir yol gözükürdü.
…
Çimeni, çiçekleri sık sık sulardık. Ama ağaç sabırla, meydan okuyacaktı. Bizi ısrarla gölgelerine, meyvelerine çağıracaktı.
Nice tohumlar atılırdı zihinlerimize… Tohum, çürüyecek miydi, kalacak mıydı?
Beden bir kimlik noktasıysa; ruh bir tarladır belki, sürülmek ister. “Ruhun da tarımı vardır”( Sezai Karakoç)
Üzerinde durmak, çapalamak, aramak, derinliklere bakmak icap eder. Ölçülüp biçilmek, yoklanmak, sınanmak ister.
Hayatın anlamı, belki “gönül bahçelerimizin” içindeydi.
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Adamın teki yeri kazıyordu. Birisi geldi ve dedi ki, “Bu sağlam toprağı neden berbat ediyorsun?”. Bunu diyen şahıs toprak hakkında bilgi sahibi değildi. Hangi toprağın iyi, hangisinin kötü olduğunu bilmiyordu. Eğer toprağı bozmasaydı(kazmasaydı), o toprak bozulurdu. Böyle bozmalardan amaç toprağı yeniden canlandırmaktır” . Yoksa güdük kalınırdı.
Belki tarla-bahçe, okunası yazılası bir metindi. Sadece mekân değil; asıl insan, zamana yazılan bir metindi. Elde bir ayıraç.. sürmek gerekti.
“İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır. Ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!”( Muhyiddin-i Arabi)
Ekmek biçmek, mahsul toplamak, sonra vaktini, dirilişini bekleyen bir tohum olarak toprağa gömülmek, ölmek…
Yalnızca, bahçe, çiçek, sevgili, hoşunuza gidenler değil; bütün bir âlem olmayı dilemek, ayrılığı gayrılığı kaldırmak, “Bir”lemek…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.