Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Sizi Honda’yla Tanıştırayım

Sizi Honda’yla Tanıştırayım

“Kadının adı yok” diyenlere duyurulur. Şanlıurfa’dan Mehmet Yılmaz Bey’in kızının ismi, bir araba markası BMC’miş. BMC’yi çok sevdiği anlaşılan, ama sağlığında bir türlü sahip olamayan baba; kızına bu adı vermekten çekinmemiş. Yalnız, nüfus memuru, ismi “Bemece” olarak geçmiş...(Basından, 16 Kasım, 2004)
Anlaşılan o ki, artık “Kız gibi araba” yerine, “araba gibi kız” diyeceğiz. BMC Hanım, ismini değiştirmek için müracaat edecekmiş. Bence şükretsin otursun, muhterem pederleri, muhabbetleri dolayısıyla herhangi bir araba aksesuarının veya vazgeçilmezinin ismini de koyabilirdi. Mesela “korna”... Aile arasında şirinlik olsun diye “Dütdüt!”
Yoksa, “Ekonomik zorluklar dolayısıyla, nasılsa BMC’yi elde edemeyeceğim, muhtemelen evlâtlarım da.. Bu ülkede, arabaların itibarı daha çok. Hiç değilse, onurumuzla ‘araba’ gibi yaşayalım” mı demek istemiş, özenmiştir. “İnsanlığı” bir tenzil i rütbe gibi mi görmüştür. Düşünmek gerekir.
Bir ara “Murat” ismini de koyanlar çoğalmıştı. Şimdiye kadar hiç şüphelenmemiştim. Demek ki garibanlar, “Mercedes”leri asla olamayacağı için; “Bari, ‘Murad/ımız’ olsun kabilinden bir avuntuyla hareket etmişler.
Ya da, 1960 İhtilâlinden sonra yapılan, ama bir türlü yürümeyen “Devrim Otomobili”ne nispetle, hürmeten, “Bari bu sefer, devrimlerimizi yürütelim” diye mi; “Devrim” ismi sıkça konmuştur bilemiyorum.
Kendini, arabalarıyla özdeşleştirenleri duymuştuk. Demek ki, aile fertlerini de böyle görenler var... Kızını olduğuna göre, eşlerini de “arabalaştıranlar” bulunuyordur şüphesiz. Meselâ: “Hanım! Sen Chevrolet gibisin ama gözüm 6 vitesli Passat’da. Yeniliğin gözü kör olsun!”
Huzurevlerine terk edilenler; “hurda” diye nitelenmiş, yaşlı, gözden, elden ayaktan düşmüş arabalar galiba...
Aldıkları eğitimle övündüğümüz gençlerimizle geçen bir konuşma:
“Büyüyünce ‘Ferrari’ olacağım, ‘Kaplumbağa’ Amca!”
Mehmet Yılmaz, 10 yıl önce vefat etmiş. Kuşkusuz bu kadar kıymetli “dünya binekleri”, BMC’lerimiz, BMW’lerimiz, Opel’lerimiz; “Ahret taşıtı” olarak da işe yarıyordur.
Ve var sayalım ki; seneler sonra Mehmet Bey gerçekten “BMC” sahibi olsun ve o arada kızı BMC Hanım’a evlenme teklifi yapılsın:
“Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle BMC’nizi istemeye geldim.”
Kafası karışan baba: “BCM’i asla ve kat’a... Ama 10 tane ‘BMC kızım’ feda olsun!”
Gene, bir “Evlenme merasimi”ne göz atalım:
“Kızımız BMC’yle, oğlumuz Jaguar’ın mutlu gününde, dostlarımızı selâmlarım! Tanrı gıcır gıcır, yani pırıl pırıl evlâtlar nasip etsin!”
Delikanlılarımızdan özlü sözler:
“Kız mı dediniz. Elimi sallasam, ellisi... Arabadan mı bahsettin abi! Kaç modeldi?”
“Hayatta istediğiniz gibi düşebilir, keyfinizce ölebilirsiniz. Yeter ki, arabamın önüne çıkmayınız... Yaşasın! BMW’min ‘demokratik hak ve hürriyetleri, çarpma özgürlüğü!”
Üniversiteli, modern bir genç kız:
“İyi ki, arabaların arka koltukları çok rahat ve ergonomik...”
“Onun arabası var. Güzel mi güzel!”

Kadının değil, esasında insanlığın “adı” yok. İnsan olmanın anlamı, “şerefi”...
Kul ve ümmet olarak kalmanın; kalbin haysiyeti ve şahsiyeti... O yüzdendir ki, insanlıkla- arabalık arasında fark gözetilmiyor; bireyler arabalarıyla akrabalaşıp, aynîleşiyor.
İdealler, ufuklar küçülüyor. Dünyalar, dört lastiğe sığışıyor, sıkışıyor.
“Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûrelerinden, Kızıl Elma Ülkülerinden”; şekildeki, “Çağdaş medeniyet seviyesine” geliyoruz. Cazibeli “Avrupa Otomobillerinin” kuyruğuna takılıp, tekerlekleri altında eziliyoruz.
Bir taksiye, nesneye maliklik; eşe dosta, aileye, bir âlim-sanatkâr mertebesine sahip olmaktan; maneviyat ilgilerinden üstünleşiyor... Alâka, başarı, sevme, yücelme duygusu, maddî düzlemlere yöneliyor ve sınırlı kalıyor.
“Araba” sadece dış dünyalarda değil; iç dünyalarda da birincil önemi alıyor. “Mülk” olmaktan çıkıyor. İnsanlar, arabalarıyla konuşuyor, yazıyor, yatıp kalkıyor.
“Makine” hâkimiyetini ortaya koyuyor. Araba bizi sürüyor ve yürütüyor. Ardından koşturuyor. Nihayetinde “kutsallaşıyor”.
“Güzel isim koymanın” mânâsı değişiyor. “Araba saplantısını”; kızına isim koyacak kadar ileri giderek, “hayati bir değer” yükleyenler görülüyor.
“Koruma” altına alınan insan değil, arabalar oluyor...
Maddeye sahip olmayı, aslî hedef olarak, önüne koyanlar; “Maddî gücün zorbaları”na da, kayıtsız şartsız teslim oluyor.
Arabayı, insanın üstüne taşıyan anlayış; insanı ve yaratıcısı Tanrı’yı, kanunlarını da hiçe sayıp, tahfif mi ediyor?
“Makinalaşmak” isteyen şairle; insanı “arabalaştıranlar” arasında paralellik mi kuruluyor?
“Eder’imiz” , arabamızın kıymeti kadar mıdır?
Fakat taksilerimize de çok haksızlık etmeyelim. Neticede; ikide bir “canavarlaşıp”, biçareleri paramparça etmez miyiz?
Zavallılar, kesik kesik öksürmekten, en fazla ikide bir yolda durup, inatçılık etmekten, ayak sürümekten başka ne yapabilirler.” (Hüzeyme Yeşim Koçak, Bana Gönülden Çalıp Söyle)
***
2004’den bu yana mesele daha da giriftleşmiş.
Yeni haber, en önemli hayalini gerçekleştiren bir çiftin övünülesi marifetinden. Vatandaş yeni doğan oğluna, motosiklet sevdası yüzünden Honda ismini koymuş, Honda’nın kurucusu Japon iş insanını da çok seviyormuş ayrıca.
İnsan sormadan edemiyor, neticede motosiklet bir taşıt. Acaba o mu bizi taşıyor, yoksa biz mi onu sırtımızda başımızda taşıyoruz.
Heykellere, geçmişin helvadan putlarına filan gülüp geçiyoruz da; makine, eşya yeni putlarımız mı?
Neyle sevgi, aşk ilişkisi gerçekleştiriyoruz. İnsanlık artık nazarımızda en üstün mertebe değil mi?
Kaddafi’yi linç edip öldüren askerlere, son model cep telefonu hediye edildiğini hatırlıyorum. Askerler korkunç mutluydu, dehşete kapılmıştım.
Değerlerimiz nasıl da altüst, paramparça… Savrulmuşuz. Kendi köklerimizden, kültürümüzden vazgeçişimizin emarelerinden göstergelerinden biri olabilir mi benzeri haberler?
Sokaklarımızda yabancı isimler, markalar, mösyöler, madamlar. Nasıl da bu kadar kimliğimize Fransız kaldık.
Madam’ın(!) birine sordum. “Dışarıdaki feci faaliyetlerini bırakın, daha 100 sene önce ülkemizde sömürgeci sürülerin halkımıza kadınlarımıza ne muamele yaptığından, hangi zulümleri reva gördüğünden haberiniz var mı?” Şaşırdı, cevabı Türkçe isimlerin itibarı yokmuş, kimse rağbet etmiyormuş, Arapça isimler de konmasınmış.
Biz kimin torunlarıyız Allah aşkına, yani şimdi babalarımızı da mı tartışmalıyız.
Nasıl da kurban gibiyiz, gönüllü teslimiz fakat teslimat kime.
Avrupa üstünlüğünü mutlak tanırsak, savaşı baştan kaybetmez miyiz? Zafer aslında kimindir?
Biz bu memleketin turistleri miyiz, aksine sahipleri miyiz?
Hayatımızca kaç yenilgi tattık. Yoksa makinelerinde mi mağlubuyuz.
“Honda vatana millete hayırlı olsun” muş; hangi vatana millete, özüyle ne alâka?
Bizi kimler idare ediyor. Ve.. umurumuzda mı? Nasılsa yaşayıp gidiyoruz işte.
Başka bir soru, kalp âmirlerimiz kim?
***
2024’ün TDK tarafından seçilen ibaresi: Kalabalık yalnızlık.
Aslında kim yalnız biliyor musunuz?
Türkçe yalnız… Temel merkezi değerler, kalabalık içinde yalnız. İlim irfan, yerleşecek gönüller arayan aşk yalnız, mukaddesat adalet hukuk yalnız, zirveler ve söz yalnız…
Kutlu bir mirası, devredeceği geliştireceği namzetleri gençleri yanında ve ilerisinde bulamayan atalar, aksakallar yalnız. Yoksa kalabalıklar, sayılar ve numaralar ziyade…
Şuurlu, nerden gelip nereye gittiğinin muhasebesini yapacak, akil ve ruh zengini bir millet aranıyor.
***
Hondalar hoş güzel de, fonda arka planda neler var?


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi