Şanslıyım. Çoğu kimsenin sahip olamayacağı bir fırsat, kendiliğinden(?) elime geçti. Herkes gibi bir yerlere gider, ya da, bir yerlerden dönerken, yolum, bir bilgeye düştü. Bir bilgenin evinin içine kadar girip, sofrasına kadar iliştim. Dinlemekten çok konuşmaya karşı çok güçlü bir meyil duyan ben, susup oturdum. Kalakaldım. Dinledim.
Öğütlerini kulağıma küpe etmeye çalıştım desem, durumun hakkını veremem şimdi. O küpeler, sanki sıradan birer takıymış gibi… Öyle demek olmaz. Şöyle söylemeliyim belki: değil altın ya da platinden; dünya dışı elementlerden oluşmuş, kıymeti paha biçilemez taşlardan yapılmaydı, onlar.
İşte böyle. Yolum bir bilgeye düştü, sözün özü. Yaşadığım bu şanslı olayı da, sırmış gibi, yalnızca kendime saklayıp bencillik etmektense, kulaklarımdaki bu eşsiz ziyneti, size birazcık açıp, tasvir etmeye niyet ettim şimdi. Dil ne kadar döner, kalem ne kadarını yazabilirse, tabi.
Şunu da söylemeliyim: bu ziynetler, hala yerlerinde duruyorlar mı diye, her sabah koşup bir aynaya bakıyorum uyandığımda ilkin, son zamanlarda. Yani, ziyaretten beridir. Eğer karşımdaki görüntü, ışıltısından gözlerimi alır da, kamaşan bu bakışla hiçbir şey göremeyecek olursam, anlıyorum ki küpeler yerlerinde duruyorlar. Bu arada gözlerimin kamaşması, durumun layıkına uygunluğumdan değil, görüş kapasitemin dar oluşundan dolayı, biliyorum. Kabım küçükmüş ki, hemen doldu yani. Azıcık bir anlayış, beni doyurdu. Yoksa ne analar, ne babayiğitler var ki, ilim şarabından ne kadar içseler de, bir türlü doygunluğa ulaşamaz, ne olursa olsun taşamazlar. Ben doldum ki, taşkınlığım buralara kadar sirayet etti şimdi yani. Neyse. Fazla tevazu göstermeyeyim, gerçek sanırsınız. Gelelim esas meseleye. Küpelere!
Kendini tanımak, tanıtmak, anlamak ya da anlatmak gibi tanımlar şöyle dursun, cümlelerdeki o ‘kendi’yi tamamen yok etmek ve hatta mümkünse boğazlayıp öldürmek gerektiğini duydum. Kişisel hırs, ihtiras, intizar, iktidar, kırgınlık ve kızgınlıklara; hatta, neşeye ve sevince bile yer bırakmamak gerektiğini; kişiselliğe dair ne varsa ortadan kaldırmak gerektiğini buyurdu, bilge. Varlığa dair ne varsa, yakılıp kül edilmeliydi. Hem de kendimize bu kadar düşkün ve tutkunken! Sözlerin kalbime nüfuz etmesi de, pek öyle kolaycacık ve hemencecik olmadı zaten. Ancak küpelerime, gözüm gibi bakıyorum ben de, her gün. Günden güne parlayan küpelerime… Aklımda hep bu sözlerle uyuyup uyanmaya çalışıyorum, en azından.
Pekala… Kendimizi bertaraf edecektik kendimizden, edecektik ama ne için? Ne içindi bu yok oluş, adayış ve hibe?
“Varlık göstermediğin, ortaya bir varlık ve benlik koymadığın sürece, Hak Teala zuhur eder senden” dedi. Varlığımızı(nefsimizi) tüm ağırlığıyla hissedip hissettirdiğimiz sürece, bir “peki o zaman” yol verişiyle ve yalnız bırakılışıyla, tek başımıza kalacağımızı söyledi. Nefs, varlık gösterdikçe, Allah’tan bir uzlete ve böylece de bir zaafiyete ve kaosa sürüklenecektik, demek ki. Gören göz, tutan el ve diğer bütün bedeni uzuvlar ve kalbi duygular, bir masivanın içine sıkışacaktı, benliğimizi ve egomuzu rehber edindiğimiz sürece. Oysa, “Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür” diyordu, bir Hadis-i Şerif’inde.
İnanır mısınız, bana ayrılan bölümün sonuna geldim yine, ne yazık ki! Oysa daha yeni başlamıştım, değil mi? Bari son olarak şunları yazayım: kendimize olan güvenimiz, o ‘özgüven’ saçmalığımız, kişisel hüzünlerimiz ve hatta sevinçlerimiz, bir ‘tevekkül’ sırt dayamasıyla yer değiştirirse, arkamız, yedi kat semaya dayanırsa yani, sonsuzca güç ve kudreti, teslim edilen bünyemizde toplayacağız. Sonra ne tasa, ne acziyet, ne dert, ne keder…
Bilge’ye ziyaretlerim devam edecek. Kulaklarımı küpelerle donatma temennisindeyim. Tekrar yazarım.