Değerli hikâyeci, gezgin, fotoğraf sanatçısı Zeki Oğuz hayata veda etti. Üzgünüz. Onunla, kitaplarıyla, renkli hatıralarıyla hoşça vakit geçirdik, güzel anlar yaşadık. Özleyeceğiz. Allah rahmet eylesin.
Dergiciliğinden tutunuz, şairliğine, köşe yazarlığına kadar, çok yönlü, insancıl, samimi bir kültür insanıydı. Dünya görüşüne belki katılmayabilirsiniz, fakat yeri kolay doldurulacak insanlardan değildi.
Onu kendi dilinden biraz tanıyalım istiyorum:
“Küçükken çok kapanık, düş kurmayı, büyüklerin anlattığı masalları, savaş öykülerini dinlemeyi, okumayı çok seven biriydim. Okumak için köyden şehre inince daha içine kapanık biri oldum. Konuşmakta, şehirde yaşayan insanlarla ilişki kurmakta zorlandım. Sonra, düşlerimi, çevremde yaşananları yazamaya başladım. Bu konuda en büyük desteği Türkçe öğretmenimden gördüm.
1968 yılında muhabirliğe başladığım Yeni Konya’da haber ve öykülerim yayınlanmaya başlayınca, ‘yazmak’ vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü benim için. 1970’lerde ise bunun bir zorunluluk olduğunu kavradım. Çevremde ezilen, itilip kakılan büyük bir kitle vardı ve onlar hallerini, isteklerini dile getiremiyorlardı. Benim için görev o zaman başlamıştı, o dönemden itibaren daha bilinçli olarak yazmaya başladım.” (Ahmet Gögercin, Zeki Oğuz’la Baş Başa, Sf. 18)
***
“Fotoğrafa olan ilgimin edebiyatçı kişiliğimle ilgisi olduğunu bir okuyucumun dikkatimi çekmesiyle daha iyi anladım. ‘Senin fotoğrafların öykülerine ne kadar benziyor’ demişti okuyucum. Sanırım kendiliğinden oluşan bir şey bu. Bir öykümde halı dokuyan bir kızı anlatıyorum, yaşamak için halı dokumaktan başka bir şansı yok o çocuğun. Baba sevgisi görmemiş, hüznü, acısı gözlerine yansıyor. Kirkiti her vuruşunda yüreğindeki öfke açığa çıkıyor. Bir şekilde tanışıyoruz onunla. Keşke senin gibi bir babam olsaydı diyecek kadar yüreğini açıyor. Fotoğrafını çekiyorum Acısı, hüznü gül yanaklarına düşüyor. Bir kare fotoğraf, bütün bir ömrü anlatan bir öykü. Bir anı öyküleştirerek de sonsuzlaştırabilir insan.
Ama bir kare fotoğrafta o anı yaşamak, yenden düşsel gezilere çıkmak ne güzel.
Çalı’nın logosu kurak bir dere kenarında boy atan cılız bir alıç keliydi. Birkaç yıl sonra gördüm ki kocaman bir ağaç olmuş.” (sf. 22-23)
***
Çalı’yı Şubat 1997’de yayınlamaya başladığımda iki temel sorunum vardı: bu işi memur maaşımla ne kadar süründürebilirdim, aboneye nasıl ulaşırdım. Yaygın bir dağıtım olanağım hiç yoktu. Bu yüzden Çalı’yı düzenli çıkaracağıma inanıncaya kadar hiç abone yapmadım. Daha önceki örneklerde olduğu gibi, birkaç sayı yayınlayıp kapatmak zorunda kalırsam abonelerime mahcup olurum diye korkuyordum. İlk iki sayıyı çevremizdeki genç değerlere yer vererek yayınladık. Tam anlamıyla amatörce bir dergiydi Yerelliği bile yansıtmaktan uzak hevesli gençlerin ürettiği bir yayın görünümündeydi. Öncelikle amatör uğraşıları aşıp, kent aydınlarına, onların sanatsal ürünlerine ulaşmak, dergiye kentli kimliği kazandırmak zorundaydım.
Bundan öte Çalı bölgeye, bütün Anadolu’ya seslenmeliydi. Anadolu’nun başka kentlerinde, başka ülkede yaşayan yazar, sanatçı dostlara dergiyi iletmeye başladım. Sağ olsunlar, bütün dostlar çağrıma ses verdiler
Özel sayılarla işe başladık. Kentimizde ve diğer kentlerde yaşayan değerlerimizi bütün yönleri ile dağıtan özel sayılar yaptık. Anma günleri, yaşayan değerlerimiz için onur günleri düzenledik. Başka kentlerimizde yayınlanan dergilerle dostça ilişkiler düzenleyerek yazar ile okurun buluşmasını sağladık.
Ayrıca, doğa-tarih gezileri, fotoğraf sergileri, saydam gösterileri ile canlı bir kültür-sanat ortamı yaratmaya çalıştık. Konya’ya gelenlerin büyük çoğunluğu önyargılarla geliyordu. Çoğuna göre Konya hiçbir albenisi olamayan bir bozkır kenti, taassubun yoğun olarak yaşandığı, gericiliğin kurtarılmış bölgesiydi Konya’nın hiç de sandıkları gibi olmadığını göstermeye çalıştık onlara.
Hırsıza, dolandırıcıya trilyonları kaptıran devlet, iş kültür-sanata gelince oldukça cimri davranıyordu. Biz daha çok okuyucularımız ve Çalı’ya gönül verenler sayesinde ayakta durmaya çalıştık. (sf. 27-30)
***
“Öykü, anı ya da belgesel, yazacağım şey ilkin kafamda oluşur. Özellikle belgesel olacaksa ciddi bir araştırma dönemim olur. Mesela Yörüklerle ilgili hazırladığım kitap için belki de yüz defa dağlara yanlarına gittim, onlarla görüştüm, aylarca yanlarında kaldım, onlarla birlikte yaşadım, yaşam biçimlerini bizzat gözleyip fotoğrafladım. Tabii çok fazla okumak da isteyen bir çalışma idi.
Öyküler ise, önce kafamda oluşur, sonra kâğıda dökerim. Önceleri elle yazar, sonra daktiloya çekerdim. Şimdi bilgisayar biraz daha kolaylaştırdı bu işi. Yine de elle yazdığım zamanlar aldığım hazzı bulamıyorum şimdi. ( sh. 62-63 )
***
Öyküde iyi bir yerde olduğuma inanıyorum. Türk öykücülüğünün dallarının birinde benim öykülerim de var.
İlk öykü kitaplarım Bebek, Hayrat, Âdem’in Kaburga Kemiği, Ürkek Bir Keklik’teki öyküler çok duygu yüklüydü. Yüreğimi acıtan şeyleri yazmıştım. Yaşantımla da yakından ilgili öykülerdi. 1975-1990 arası mücadele yıllarıydı benim için. 75-80 arası beş kere sürgüne gitmiştim. 80-90 arası akşama kadar domates biber satıp gece yarıları öykü yazdığım yıllar olmuştu. O kitaplar içindeki öyküler o zor şartlar içinde ortaya çıktılar.
Kitapları, gazetelerimi seyyar arabamın başında okuyor, gece çocuklar uyuduktan sonra, öykülerimi yazıyordum. Sanırım en çok bu dönemde yazdığım öyküler yayınlandı ulusal dergilerde.
90-95 arası kitaplaştı bunların çoğu, yazılış tarihleri daha eskidir.” ( Sf. 67-68)
Eski öykülerimde de vardır kadın ama Konya Bozkırlarında Bir Gezgin’ de daha yoğundur. Gurup olarak haftada bir ya da onbeş günde bir gezilere giderdik. Genelde öğrenci kızlar olurdu çevremde. Çıkmış gelmiş başka şehirlerden okumaya. Sıkıntılarını anlatacak, yanında kendilerini güvende hissedecek birilerine ihtiyaçları var. Yani kimi zaman bir abi, amca oldum onlara. Kimi zaman dert ortağı oldum (sh. 68)
Kadınlarla birlikte öykülerimde çocuklar da yer aldı.
“Benim güzel kahramanlarım onlar. Yamalı entarili, gül yüzlü cadılarım, herif olmaya özenen oğlanlar. Daha çocukturlar ama her biri bir işin ucundan tutmaya başlamışlardır bile. Körpe yürekleriyle çılgınca koşarlar beni görünce, Zeki emmimiz gelmiş diye. Onlara götürebileceğim bir kitap, bir parça şekerleme müthiş mutlu eder onları, tabii beni de. Dağ köylerinde, obalarda kitapları okunan bir başka yazar var mı bilmiyorum. Şunu gördüm oralarda, kitabı okuyup bir kenara atmıyorlar. Kilimlerim, ala çulların arasına saklıyorlar, eşsiz bir armağan gibi.
***
Gezilerim sırasında öyle şeyler gördüm yaşadım ki çoğu zaman insanlığımdan utandım. Anlattıklarım gördüklerimin yüzde biri değil. Ben anlatmazsam kim anlatacak onları.
Yılar önce bir otobüs dolusu insanla Bozkır’a doğru gidiyorduk. Yolun kenarında sabanla çift süren birini gördüm. Daha uzakta iken durdurdum otobüsü. İnip çift sürem dama doğru yürüdüm. Gördüğüm şey karşısında insanlığımdan utandım. Bir kare bile çekemeden otobüse geri döndüm. Adam boyunduruğun bir yanına eşeğini koşmuş, diğer tarafı gelini çekiyordu. Beni görünce gelin mazının içine oturuverdi. Adam da sabanın ucuna çöktü. Öyle melül mahzun duruşları vardı ki yürek dayanmaz. “ (sf. 75)
***
Zeki Oğuz’un bazı eserleri:
Sedef Kaplı Bıçak Miço, Dolavlı Yılmaz Güney, Seçme Öyküler, Cadılarıma Türküler, Akdeniz’den Toroslara Sarıkeçililer, Taşra ve Gezgin, Toprak ve Gelenek
***
“Zeki Oğuz’la Baş Başa” kitabının arka kapak yazısından:
“Her coğrafyanın her kentin kendi masalcısı vardır: orada yaşananları, örf ve âdetleri, acıları ve mutlulukları gelecek nesillere aktarırlar. İçinden çıktıkları toplumun hafızasına dönüşürler ve zor zamanlarda bir umuda dönüşerek yol gösterirler.
Konya, bu bağlamda en şanslı kentlerden birisidir. Bugüne kadar çok sayıda âlim, bilgin, sanatçı ve edebiyatçı yetiştirerek hafızasını diri ve geniş tutmayı basarmış, geleceğini güvenceye alacak ilim, irfan ve kültür zincirinin kopmasına izin vermemiş, güçlenerek gelişmesini sağlamış bereketli coğrafyalardan biridir.
Bu zincirin gümünüzdeki halkalarından biri de öykücü-sanatçı Zeki Oğuz’dur. Onu, kimileri gazeteci kimliğiyle, kimileri fotoğrafçı kimliğiyle, kimileri de gezgin kimliğiyle tanır. Bu parçalı kimliğine rağmen o Konya’nın kültür dünyamıza armağan ettiği, tüm yaşamını Konya’nın ve kültürünün tanıtılmasına, yaşatılmasına adamış tam bir aydındır.”
*Ahmet Gögercin, ZEKİ OĞUZ’LA BAŞ BAŞA Söyleşiler ve Yazılar, Çizgi Kitapevi, 2018