Kıyamet mi diyeyim, milat mı diyeyim...
İşte bir şeyler kopmadan, doğmadan ve olmadan önceki, tarihi bizlerce belirsiz zamanlarda...
Bir kadın vardı hep. Hep vardı. Kendimi bilmeden önceki zamanlarda bile o beni bilirdi. Hayatımda, yanımda, arkamda, içimde ve dışımda... O kadını çok iyi hatirliyorum. Şimdi gittikçe puslanan, islenen ve silinen hatırasına rağmen, birinin size hissettirdiği duyguları hiç unutmazmışsınız ya hani, ben de onun bana hissettirdiklerini, dahası, yaşattıklarını ve düşündürdüklerini hatırlıyorum. Gün gibi; sanki her şey şimdi ve burada yaşanıyor ve oluveriyor; zuhur ediyor gibi hatırlıyorum.
Ki insanlar ya dosttur, ya da, düşmandır. İkisinin arasındaki, griye boyanmış sıfatları kabul etmiyorum bu konuda. Yalnız, X'in Y' ye olan eşitliğinin tersten okunamadığı, yani söz konusu denklemde Y'nin de X'e olan bir eşitliğinden bahsedilemeyeceği tuhaf bir matematik vardır bu konuda. Yanisi, bir insan dost değilse, düşmandan sayılır. Fakat düşman değilse, dosttan sayıldığı söylenemez o kişinin. "Şüphe varsa, şüphe yoktur." şeklinde yapılmış bilgece çıkarıma benzetebiliriz bunu. Şüphe varsa, bir bit yeniğinin olduğu, şüphesiz bir şekilde, kesindir. Dost olmayan kişi de, düşmandan sayılır o halde... Umarım anlatabilmişimdir.
Bunları neden mi söyledim? O kadından bahsediyordum, değil mi? Düşman kelimesini kullanmaktan geri duran, kucaklayıcı ve insanî bir bakış açısıyla bile, onun grinin açık tonlarında olduğu; pekala dost olmadığı ama düşmandan da sayılamayacağı söz edilemezdi. Basbayağı beyaz, apaçık bir dosttu o. Grinin tüm tonlarını 'insanlik hali'nden sayabilecek kadar ılımlı ve hoşgörülü ve grileri reddeden en gaddarca ve zalimce yaklaşımda bile onun apaçık bir dost; hatta can dostu olduğu söylenebilirdi.
Bitmek bilmeyen bir affetme, kucaklama, ne olursa olsun bağrına basma eylemleri falan işte... İçinde yüzdüğünüz merhamet denizinin, en fırtınalı gecelerde bile, sabahına sizi sağ salim kıyıya ulaştırmış olması. Kapalı göz kapaklarınızın içine damlayan ilk güneş ışıklarıyla güne uyanmanız ve sonra koşup onun yanına gitmeniz... Kahvaltıda da yine onun pişirdiği yumurtalı ekmekleri yemeniz...
O uğursuz kıyamet tam olarak nerede, ne zaman ve neden koptuysa artık... Milattan önceki, bu bahsettiğim hayat şartları çok güzeldi. Tek bir kişiden yayılan o beyaz ışık, geri kalan her şey simsiyah olsa bile hem gözümü hem de gonlumu alıyor; içimdeki ümidi ve yaşama sevincini besleyip canlı tutuyordu.
O uğursuz kıyamet tam olarak nerede, ne zaman ve neden koptuysa artık... Şimdi hatırası günden güne puslanan, islenen ve silinen kadının tüm o beyazlığını, dostluğunu hatta varlığını alıp götürdü. Ya da o, kendi isteğiyle gitti! Ki sanırım, ikincisi...
Gidişine dair elle tutulur ve makul olan hiç bir açıklama yapmadan gitti. Dahası, bir açıklama yapmaya yeltenmeden, zahmet etmeden ve buna gerek görmeden gitti. Bilirim onu. Mayasına işlemiş olan 'farklı olma' itkisiyle bunu öyle yaptı biraz da. Hani normalde kim 40 yıllık dostunu öyle aniden bırakıp gider? İşte konu, normal ve alışılmış olandan farklılaşmak ve böylece üstünleşmek, ona göre. Belki bunu içinde 'nirvana, fenafillah, hakikat' geçen kallavî sözcüklerle açıklıyordur kendine şimdi. Büyük ihtimalle...
O kadının suretini; fiziksel varlığını nadiren de olsa hala görüyorum şimdi aslında. Aynı vücudun içinde yaşayan, bambaşka kişiyi hala görüyorum, ender olarak. Artık dost olmayan, aniden terk edişiyle düsmanlaşmış kişi, bir kara delik gibi yok etmeye çalışıyor beni şimdi. Durmuyor. Yok etmeye, alt etmeye, mat etmeye, işimi bitirmeye çalışıyor her fırsatta.
Zamanının can dostu... Bu hali kutsallaştırmaya ve tüm bunları içinde 'nirvana, fenafillah ve hakikat' geçen sözcüklerle açıklamaya calışadursun... Cennet ve cehennemin 'burada' olduğuna inanacak kadar dönmüş ve değişmiş olsun... Adaletin ve hakkın yerini bulacağı günde, o kıyametin nerede, ne zaman ve neden koptuğunu, sen sussan da dilin anlatacak bir gün nasılsa.