Vakit doldu. Sanırım son durak. Beklenilen her neyse, artık hiç gelmeyecek. Zaten hiçbir zamanda gelmeyecekti. Bildiğimiz, bildiğiniz ve bilinen her şey unutuldu. Öğretilenler artık sadece sözlerde… Kavramlar anlamını yitirdi. Her şey birbirinin aynısı bundan sonra. Bütün renkler kayboldu. Artık yalnızca siyah ve beyaz var. Ha bir de kırmızı. ‘ Kan ‘ kırmızı…
Kulakları sağır eden bir çığlık, kulakları sağır eden bir suskunluk… İnsanlar avazı çıktığı kadar bağırıyor, avazı çıktığı kadar susuyor. Anladık ki; çokluk aslında hiçlikmiş. Çokluk aslında yoklukmuş. Çokluk aslında hiç yokmuş gibi varolmakmış. Boşunaymış bunca çokluk. Boşunaymış bunca yüz, silüet, portre, nefes.
Kalabalıklar karanlıkmış. Kalabalıklar angaryaymış. Kalabalıklar kainatın sırtına yükmüş meğer. Kalabalıklar…yalnızca kalabalıkmış.
İnsan sürekli yürüdüğünü, daima yolda olduğunu, hedefe ulaşmak için durmadan koştuğunu zannederken; hiç kimse tek adım dahi atamamış meğer. Olduğu yerde bile sayamamış beşeriyet. Hep geriye gitmiş. Yüzyıl geriye. Bin yıl geriye… Tıpkı ‘ insanlık’ gibi. Tıpkı insanlığın toparlanıp, dünyadan çekip gittiği gibi…
Yeryüzündekiler ölü, gökyüzündekiler diriymiş meğer. Dilsizler hiç susmadan konuşabilir, konuşanlar sonsuza kadar susabilirmiş. Ağaçlar, dağlar, taşlar ağlarmış. Kuşlar yaraları sarar; dünya ile hiç tanışmayan küçücük bedenler, dünyanın yükünü taşırmış.
Bazı hayatların yanında kelebeklerin ömrü asırlar sürermiş. Ölümün bile çaresiz kaldığı anlar varmış. Ölümün bile öğretemedikleri varmış. Ne yazık ki ancak bunu öğrenebildik.
…
Gelmesini asla istemediğim o gün geldi. O gün maalesef bugün. Küçüklüğümden beri duyduğum ve her nedense çocukken bile içimde nedenini bilmediğim bir boşluk hissettiren, anlamazken bile beni üzen, adı geçen o belde için mutlaka bir şeyler yapılması gerektiğini, bana tekrar tekrar hatırlatan, hissettiren, tembihleyen düşüncelerimle aldım kalemi elime bugün. Sayfalar beni çağırdı. Uzun zamandır sabırsızlıkla bu yüce davayı yazmayı isteyen kalemim, ‘daha fazla bekleme’ dedi. Üniversite yıllarımdan bu yana bu davayı yazma konusunda kendimle mücadele ettim hep. Zihnimden geçenleri duymamaya çalıştım çoğu zaman. Cesaret edemedim çünkü. Kıyamadım. Yapılan bu zulmü, haksızlığı, çaresizliği, insanı kahreden bu sessizliği somutlaştırmak istemedim. Kabul etmek istemedim belki de kendimce…
Ama artık eminim; bu dava mutlaka yazılmalı. Hem de her yere. Mutlaka okunmalı. Mutlaka konuşulmalı. Canlı – cansız bütün varlıklara anlatılmalı bir bir. Fersah fersah aktarılmalı. Dilden dile dolaşmalı tüm evrende. Duymayan tek bir kişi bile kalmamalı. Yerdeki karıncadan gökteki yıldıza kadar herkes her şeyi bilmeli…
Anlamayanlara, anlamak istemeyenlere, görmezden gelenlere, yok sayanlara tekrar tekrar gösterilmeli, izletilmeli bu zulüm! Bu yüce dava asla unutulmamalı, asla sıradanlaşmamalı. Aşılmasına, alışılmasına izin verilmemeli.
“ İnsanım” , “ Müslümanım” diyen herkes üstlenmeli bu vazifeyi. Çünkü bu mücadele, Peygamberimiz (s.a.v.)’ in mücadelesi. Bu direniş, Peygamberimiz (s.a.v. ) ’ in direnişi. O güzel, mübarek belde; Mescid – i Aksa’ mız Peygamberimiz (s.a.v. ) ‘ in mirası, kıymetli emaneti… Allah – u Alem (c.c. ) ‘ in nasip edeceği müjdelenmiş zafer, Peygamberimiz (s.a.v.) ‘ in arzusu, en büyük hayali…
Zamanın dışında bir yer orası… Yeryüzünün kalbi. Arşa talip olanların sımsıkı sarıldığı bir yer. Yusuf ( a. s. ) gibi güzel, onun gibi bir başına bırakılan, ışıksız kalan mahzun bir yer. İnsanlığı ayakta tutan, kendisi ayaklar altına alınan elemli, küskün bir yer. Sokaklarında Peygamberlerin yürüdüğü, topraklarına kan kokusu sinmiş, dünyanın kaderine terk ettiği öksüz topraklar…
Nitekim bebeklerin, çocukların paramparça olduğu, kullanılmadan ameliyat yapılmasının imkansız olduğu tıbbi gereçlerin yokluğuyla, çocukların direkt tedavi edilmeye çalışılması, onlarca dikiş atılması, acıya, açlığa, daha fazla korkuya dayanamayarak ölen binlerce bebeğin ve çocuğun bulunduğu, yaralıların en ilkel yöntemlerle hastanelere taşındığı, tüm dünyayla iletişimin kesildiği bir yerin, yaşadığımız ‘ bu çağ’ ile bir alakası olamaz.
Buna karşın tüm dünyaya insanlık dersi veren, asla vazgeçmeden, yılmadan, yıkılmadan ayakta; onurlu bir dik duruşla, imanın sarsılmaz gücünü gösteren, canından can gitse de davasından dönmeyen, her yeni zulümle düşen ama gerisin geri yeniden ayağa kalkan, ne halde olursa olsun şükreden, evlatlarını aldı diye Allah’ a hamd edenlerin olduğu, doğmayanların bile cenneti arzuladığı, ‘ biz yalnızca Allah’ tan korkarız’ diyerek anne – babasının şehit oluşunu tebessümle anlatarak, adını tarihin bembeyaz sayfalarına altın harflerle yazdıran bir milletin de bu çağ ile bir alakası olamaz diye düşünüyorum.
Dedim ya, zamanın dışında bir yer orası. Zamanın çok gerisinde, zamanın çok üstünde bir yer…
Peki şimdi bir düşünelim.
Davranışlarımızla, düşüncelerimizle, bu konuya olan yaklaşımımızla, yaptıklarımızla – yapamadıklarımızla, sergilediğimiz duruşla sizce biz zamanın neresindeyiz? On yıllar sonra hatırladığımızda kendimizi nasıl hissederiz? Bizden sonraki nesillere neyi, nasıl anlatırız?
Tarih bizi nereye yazar dersiniz?
Onurlu Filistin halkına ve onlar için her anlamda mücadele eden,
vicdan sahibi tüm insanlara ithafen…