Geçen gün, rahmetli halk ozanımız Neşet Ertaş’ın bir eserine denk geldim: Bir anadan dünyaya gelen yolcu. Şahane bir türkü! Ne var ki bu yazı, sayın Ertaş ya da o eserle ilgili olmayacak. Daha çok her birimizin, onun da söylediği gibi, bir anadan doğuşu aklıma takıldı. Bir anadan.
Hepimizin istisnasız olarak bir anneden dünyaya gelişi doğrudur ve çoğumuz da onun verdiği terbiye ve kültürle büyüyoruz, malum. Annelerin hayatımızdaki etkisi, ta doğuştan itibaren başlıyor yani. Hatta daha öncesinden itibaren başlıyor. (Annenin yediği yemekle besleniyoruz hatta birçoğuna göre de onların gebelik sırasındaki psikolojilerinden etkilenmiyor muyuz?)
Ve tabi her büyük görevde öyle olduğu gibi, bu iş de büyük sorumlulukları beraberinde getiriyor. Bir başkasının değil ama bizi büyüten annenin yaptığı hatalar ve yanlışlar, ileriki hayatımıza da etki edecek ölçüde hayati ve önemli sonuçlar doğurabiliyor. Şimdi resme biraz daha yakından bakıp konuyu esas bağlamak istediğim yere getirirsem, ‘ah bu zamane anneleri(!)’nden söz edeceğim.
Zamane anneleri diyorum çünkü bilişim ve teknolojinin hiç olmadığı kadar şaha kalktığı, akıllı telefonların her birimizin cebinde ya da çantasında kendilerine yer bulduğu, interneti olmayan yerleşim alanının artık kalmadığı günümüzün getirileri olan yaşam şartlarının kaçınılmazlığı altında yaşanan ve bu koşullarda yapılan anneliğin, yine şimdiye kadar hiç yapılmadığı şekilde eleştirilen, karalanan ve ayıplanan yönlerinden bahsetmemiz gerek. Daha açık söylemek gerekirse, zamane annelerine sanki biraz(!) fazla yüklenmemizden…
En başından başlayacak olursak, anne sütünün bebek için ne denli önemli olduğu bilgisi daha önce hiç bu kadar biliniyor ya da paylaşılıyor muydu acaba? Hayır. Bilgi çağı denilen bu olsa gerek zaten: bilginin açığa çıkması ve yayılması. Fakat, zayıf omuzlarımız bunca bilgiyi taşıyacak kadar güçlü müydü? Örneğin, bir sebepten ötürü sütü olmayan ya da yetmeyen bir lohusaya, çevresi tarafından nasıl bir suçluluk duygusu yüklendiğine defalarca şahit oldum. Sanki o bebeğin hayatındaki tüm şans ve rızkının miktarını, o sütün varlığı belirleyecekmiş gibi! Bilgelikten, olgunluktan ve iyi niyetten tamamen uzak bir şekilde, içi titreyen ve yüreği parçalanmış bir annenin üzerine bile isteye gidilmesine tanıklık ettim. Tabi niyet son derece halisti yine her zamanki gibi: ikaz etmek. Sanki anne sütünün ne denli mucizevi(!) bir besin olduğunu, o zavallı annenin kendisi zaten hiç duymamış ya da bilmiyormuş gibi… Dedim ya, omuzlarımız bilgiyi taşıyabilecek kadar güçlü değildi işte. Bilginin nasıl kullanılacağını bilemedik.
Ve çağın getirilerinden olan internet… Ninelerimiz ve annelerimiz bizim elimize hiç tablet ya da telefon vermezlermiş. Öyle değil mi? E o zamanlar bunlar vardı da biz mi istemedik sanki? Hem, şu anki çocuklar, ilerideki meslek hayatlarında zaten ekran ve internetle ilgili olan işleri yapmayacaklar mı? Cerrahların bile işlerinin önemli bir kısmında robotların ve yapay zekanın kullanılacağı öngörüsü, günümüzden yakın geleceğe ışık tutarak baktığımızda gayet mantıklı ve geçerli görünürken, bu dünyaya öncelikle oyunlarla başlamak neden sanki bir distopya olsun?
Maksat, anneyi suçlu hissettirmek gibi…
Evet bağımlılığın her türlüsünün sakıncalı olduğu gibi ekran bağımlılığı da öyledir ama internet öcü değil, çağın kaçınılmaz bir gerekliliğidir artık. Ve bu dünyaya ilkin oyunlarla giriş yapılması, bir çocuk için gayet mantıklıdır.
Tabi yazılacak daha çok şey var ama yazıyı buralarda bir yerlerde noktalamalıyım. Fakat anne sütü örneğiyle, bilgiyi insanca kullanmanın nasılında yaşanan sıkıntıyı ve tablet misaliyle de işlere daha açık fikirli ve öngörülü bir şekilde bakmamız gerektiğini yüzeysel de olsa yazdığımı sanıyorum.
Özetlemek gerekirse, bilgiyi daha insani ve akıllıca kullanabileceğimiz bir zihin ve onu taşıyabilecek kadar güçlü omuzlarımızın olmasını dileriz.