Zaferin cömertliği diye bir şey hakikaten var. Varmış. O an tanık olduğum şeyi böyle tanımlayabilirdim. Baş rolünde o gencin olduğu anıyı, kısa bir film gibi anlatıp gözünüzde canlandırmaya çalışayım şimdi.
Anı dediysem, daha geçtiğimiz yazın sonlarındaydı. Bir yaşanmışlığın ismini hatıra koyabilmek için daha fazla bir süre, daha uzun bir zaman menzili gereklidir oysa. E geriye dönüp bakınca, kat edilmiş bir mesafe lazımdır ne de olsa. Fakat bu benimki aslında o kadar kıymetsiz bir yaşanmışlıktı ki, zamana gerek bırakmayan bir uzam giriverdi araya sanki. Uzaklaşmış, uzakta ve böylece önemsiz bir şeye dönüşüverdi hepsi. O halde böyle değersiz bir şeyi size anlatmayı mı layık görüyorum diye sitem de etmeyin ama şimdi. Yalnızca, hatırımdan tamamen silinmeden önce durumu olduğu gibi betimleyip, birkaç şey söylemek istiyorum.
Ne demiştik? Zaferin cömertliği… Söz oraya gelmeden önce kahramanımızdan bahsetmeliyim. Dediğim bu genç, gençliğini bir an önce üzerinden silkeleyip atmak istiyordu galiba. Öyle birisiydi. Sanki o soluk tozun altından parlak ve ışıl ışıl bir orta yaşlılık meydana çıkacakmış gibi. Gerçekte olanın bunun tam da tersi olduğunu henüz sezemeyecek kadar toydu aslında. O an sahip olduğu ışıltının zamanla daha da parlayacağını sanıyordu. Yazık… Tam da bu sebepten büyük görünmek, adam olmak arzusundaydı. Adam olmanın, yaşlanmakla ilgili olduğunu düşünüyordu her halde. Henüz 21 22 yaşlarında olmasına rağmen, üst dudağını gözden tamamen gizleyen gür bıyıkları bunu düşündürdü bana. Hukuk fakültesinde okuyormuş. Fiyakalı bir mesleği olacaktı o halde; itibar gören. Fakat onu, başta bahsettiğim gibi muzaffer ve böylece de cömert yapan şey bu değil; babasıydı. Devletin çok yüksek düzeyinde görevli olan babası. Öyle ki, titri üzerini ince giyinenleri titretir. O derece.
Bayramdı o gün. Yaptıkları akraba ziyaretinde herkes sıraya girmiş, adamın elini öpüyordu o sırada. Tabi bu tabloyu görünce nasıl kayıtsız kalabilir ki bir insan, bizimki de babasının yanında durmuş, ilgi, sevgi, tebrik ve övgüleri kabul ediyordu tüm misafirperverliğiyle. Ne de büyümüş, yakışıklı bir delikanlı olmuştu öyle? Hem, boyu posu da babasınınkini geçmiş! Tü tü tü! Avukat mı olacaktı, yoksa, hakim mi? Ne olursa olsun, memleketteki adaletsizliğe bir çare bulacaktı illaki! Bizimkinin bıyıkları da her seferinde gürleşiyor, boyu daha da uzuyor ve gözlerinin içi gülüyordu bu iltifatların karşısında. İşte hep bu şekilde, yaklaşık 45 dakika sürmüştü bayramlaşma faslı. Kimse yorulmamıştı. Ne övgüden, ne de övgüyü kabul etmekten…
Tüm bunlar, malum uyruktan olan göçmenlerin yoğun olarak göç edip yaşadığı bir mahallenin içindeki eski ve bahçeli evde zuhur etti. Evin çoktan vefat etmiş büyüklerine ait olan bu ev, işte tam da böyle günlerde bir toplanma ve buluşma yeri olsun diye, evlatlar ve torunlar tarafından açık tutulmuş; yaşayan ve yaşanılır bir halde bırakılmıştı.
Sonra, düşkün ve garip diye tanımlanan, dilimizi biraz anlasa da çat pat konuşabilen yaşlı bir adam, işte o bayramlaşma seremonisi bittikten hemen sonra ve bizimki de hava almak için dış bahçe kapısının önüne çıktığı zaman yalpalaya yalpalaya, tam da bu tarafa doğru gelirken göründü. Hikaye de burada başlıyor. Kısa filmimizin koptuğu an! Ama nasıl pejmürde, ne kadar derbeder bir halde bilemezsiniz. Bir görseniz… Öyle böyle değil. (Yokluk ve yoksulluk, herkesi öyle bir hale koyabilir elbette; kınadığımı sanmayın sakın. Fakat ben durumu anlatmakla mükellefim burada yalnızca. Elçiye de zeval olmaz.) Tabi bayram bu, yanımıza gelip para isteyeceği belliydi. Yanımıza dediğime bakmayın gerçi, ben olanları -olacakları- biraz uzaktan izliyordum. Yalpalayışların, bizimkine doğru yöneldiği ta uzaktan anlaşılabiliyordu. Nitekim öyle de oldu. Keşke olmasaydı! Zira bunun akabinde olanlar, kalbimi o kadar kırdı ki… Bu kırıklığa belki merhem olur diye anlatıyorum tüm bunları zaten.
Az önceki övgülerin karşısında tüm içtenliğini ve davetkarlığını takınan bizim 21lik, yaşlı adamın kendisine 2 metreden fazla yaklaşmasına bile izin vermedi. Pandemiden değil… Şimdi burada ansam ayıp olacak sözlerle onu kovdu. Dedesi yaşındaki zavallı adamı kovdu. E, ne oldu şimdi o zaferin cömertliğine, cıvıl cıvıl ve sıcak kanlı gence? Yoksa, zaten düşkün olan birisinin yanında muzaffer olmak bile mi bu kadar kıymetsiz, kolay ve böylece de bu kadar kolay reddedilebilecek bir hal almıştı? Elin tersiyle itilebilecek kadar alçak ve değersiz bir ‘yükseklik’ baş döndürücü değildi demek ki. Anlayabiliyordum…
Anlayabiliyorum da yakıştıramıyorum işte! İnsan olmanın şerefine ve manasına layık mıdır bu? Muzaffer olmadan da cömert olabilir miyiz acaba bir gün?