Çocukluğumun geçtiği evdeyim. Eski eşyaları görüyorum. Eskimiş şeyleri. Tek gözü kopmuş ve diğer gözü sallansa da hala inatla kopmamış olan oyuncak ayıları, saçları parlaklığını çoktan yitirmiş ve yolunmuş olan bebekleri, çoğu üzerime hala olsa da çocukluğumda giydiğim giysileri… Hiç birisini atmamışım demek ki.İrade dışında, göz açıp kapama süresi içerisinde geçmişe geri dönüşler oluşuyor zihnimde böylece. Onlara her bakışta. Her. Bu eşyaların… Sorsanız bu eşyaların hiç birisini de hatırlamıyorum derdim aslında. Meğer öyle değilmiş. Ya da hatırda tutup hatırlamak başka, ‘akla gelmesi’ başka şeyler miymiş? Bilmem ki.
Gizli, güçlü, derin, büyük ve girdaba benzeyen bir kaynaktan, koca bir hüzün doğup geliyor kucağıma sonra. Hüzün. Gerçi, kucağa sığmayacak ebattaki bir şey bu. O beni kucaklıyor belki de o halde. Ortada bir kucaklama, kucaklaşma, kapsayış ve bütünleşme var ya, kimin etken ya da kimin edilgen olduğu mu önemli zaten? Kendisiyle başa çıkılamayacak kadar kuvvetli yalnız bu bebek, ya da, anne. Ama bundan bahsetmeyeceğim şimdi. Hem asıl önemli olan da şudur: eski olan illa mahzun mudur, hüzün mü kokar? Eski eşyaların ettikleri, hani?
çoktan Başka bir zamana ve mekana ait olan eşyaların, şimdi ve burada duruyor olması ne garip! Kişisel tarihimin sessiz tanıkları. Çevresinde annemin ve babamın gençlikleri ve benim çocukluğumun hala dönüp dönüp dolandığı, dolaştığı, yaşandığı, göze görünmeyen anılar. Sebepsiz yere, kurumuş ve eskimiş eski eşyaların bir kuytusundan bitiverip peydah olan yaşanmışlıklar… Çocukluğumdaki travmalar da, ortalama bir şekilde düşününce, herkesinki kadar ve herkesinki gibidir aslında. Daha fazla ya da bambaşka şeyler değil. Ne bileyim, herkesin babası azarlayıcı olmamış mıdır eskiden? Herkesin annesi ya da, bir türlü beğenmeyen, sivri dilli ve eleştirel bir lisan kullanmamış mıdır çocuğuyla konuşurken? İşte durduk yere ortaya çıkan, bu eşyalardan doğan ama babası belirsiz olan bu anılar da öyle şeyler. Bu hüznün kaynağını, aşağı yukarı böyle tarif edebilirim. Ya da belki, yalnızca, çocukluğumun elimden ve çoktan uçup gitmiş olması gerçeği bu denli mahzunlaştırıyordur insanı. Yad edilince yüz ekşiten ve yürek burkan anılara ev sahipliği yapıyor olsa da insan o yuvayı, belki de ana vatanını özlüyordur sadece. Rahmetli Doğan Cüceloğlu’nun dediği gibi hani: “Çocukluk, insanın ana vatanıdır.” Öyle galiba.
İleriki yıllarda yurt tutulan mekanların hiç birisinin ata yurda ve ana vatana dönüşmediğini siz de fark etmişsinizdir hem. Aidiyet duygusu ancak, insanı hep çocukluğuna çeken, az önce bahsettiğim o girdabın içindeki bir yerlerde kalıyor da ömür boyu süren bir uzlete, sürgüne ve hasrete mahkumiyet başlıyor, yıllar içinde. Altın kafesin içinde bile olsa vatanını özleyen mahzun ve boynu bükük bülbülleriz bizler de tabi. Dert de söyletirmiş ya, hiçbir şeyi sahiplenmediği kadar kendi çocukluğunu sahiplenen ve bu anılarından bahsederken gözleri ışıldayan geveze birer papağana dönüşen, işte ne bileyim, bülbül mü desem, papağan mı desem, ama kanadı bir şekilde kesinlikle kırılmış olan kuşlarız bizler de böylece.
Göçmen kuşlar… Ana vatanı olmayan değil, her gittiği yerde ana yurdu arayan ve bulamayıp yeni yerlere keşif yapmaya çıkan kuşlar. Yorgun kuşlar. Ve tek gözü kopmuş olan bu oyuncak ayı, saçları yoluk bebekler ve çocukluk giysileri de yoruyor beni. Çocukluğumun geçtiği ev, hasretimi dindirmek yerine katlıyor.