Burayı anlatayım. Bulunduğum yeri.
Yukarıda olan bir yükseklikte değil, uzakta olan bir yükseklikteyim. Uğultulu bir yerde. Öncelikle bunu bilmelisiniz. Tabi rüzgar teninizi tatlı tatlı okşamaz, kırbaçlar buralarda.
Canınız yanar, yanmasına. Belli bir noktaya kadar hissedilen bir acıyla yanar. Zira o noktadan sonra, vücut kendini acı hissine karşı kapatıp bir nevi korumaya alır. Hissetmezsiniz. Dolayısıyla acı hissiyle barışıp, bir anlaşmaya varmış gibisinizdir artık bir nevi. Fakat o sesler… Uğultunun, rüzgarın ve kırbaçların sesleri. İşitme duyusunun, hissetme yetisinden çok daha güçlü ve baskın olduğunu anlarsınız. Sese karşı, acıya karşı olduğu gibi duyarsız kalarak hiçbir zaman sağırlaşmadığınızı fark ettiğinizde anlarsınız bunu.
Fakat bu tespitte bir şikayet, serzeniş ya da veryansın yok. Hiç yok. Zira o sesle aram kötü değil. Rüzgarın yaptığı gibi acı ya da korku vermiyor bu. Hatta bu uğultu buralara daha mistik ya da belki daha destansı bir hava katıyor. Dolayısıyla ses güzel. Bu uzaklıktaki ulaşılmazlık da öyle. Güzel. Terk edilmişlikteki ıssızlık değil, seçilmişlikteki ayrıcalık var bunda sanki. Seçilmişlik, evet. Cüzi iradenizi kangren edip devre dışı bırakarak, yalnızca kendi kurallarını yazan göksel ve ilahi bir karar gibi bu. Ve bunun muhatabı olan ayrıcalıklı kişi olmak, bu yalnızlık, ulaşılmazlık ve dokunulmazlık da beni onurlandırıyor elbette.
Üstelik, buraları anlatırken, renk ve ışık faktörlerini anmadım bile daha. Aydınlık ve karanlık arasındaki sayısız ton için ‘loş’ deyip geçivermenin, en hafif tanımıyla vicdansızlık ya da cehalet olacağı gibi ve kadar, sayısız ve tarifsiz ton ve renk geçişi gözümü değilse de, gönlümü alıyor buralarda. Aşık olur gibi. Evet o renklere aşık oluyorum. Siyah, beyaz, mavi ve Güneş’ten yadigar kızıl tonlara. Seslere yakışan renkler hep bunlar. “Demek ki uğultulu seslerin renkleri ve tonları bunlarmış en çok” diyorum içimden. Saçlarım ve eteklerim o rüzgarda uçuşup, yükseklik ve uzaklık kavramlarıyla selamlaşırken, işte öyle geçiyor içimden.
‘İçimden geçenler’ konusu var bir de tabi. Fakat kim boş verdiyse ya da boş veren her kimse, içimden geçen başka bir şey de yok aslında. “Düşünmek, kasıtlı bir eylemdir ama akla gelen ya da içten geçen düşüncelerde beşeri bir irade yoktur” dersek, tam da öyle işte, o iradeye de boş verilmiş gibi işte. Sıfır… Boş… Güzel! Ama çok güzel.
Kilometrelerce aşağıdaki görüntülere şöyle bir bakıyorum, bu uçurumun kıyısından. Korkmadan ve bir an bile şüpheye düşmeyecek kadar güvenle, en uca kadar yürüyüp gidiyorum. Nasılsa rüzgarın kırbaçları, aşağıya düşmeme izin vermez, beni tutarmış gibi. Sevdiğinden değil tabi, beni orada tutup daha fazla kırbaçlamak istediği için. Çünkü artık canımı yakamadığını bilmiyor. Düşmekten koruyor işte, bilmeden. Bilmeden ve ‘aslında’ iyilik yapanların düştüğü acınası hal ile. Neyse. Aşağıda gördüklerimi anlatacaktım.
İnsanlar var. Elbette gözlerim tek tek seçemiyor onları. Fakat hepsinin toplamı ve birleşimiyle oluşan ortak ve yoğun enerjiyi algılıyorum. Hayat gailesi denilen koşuşturmacalarını, hesaplarını, davalarını ve kavgalarını. İnanır mısınız, sorsak öleceklerini bilerek yaşıyor olmalarına karşın, neden bir an olsun oradaki vakitlerini huşu ve sulh içinde geçirmediklerini anlayamıyorum. Hoş, aşağıdayken benim de onlardan hiçbir farkım yoktu. Bu yüzden kınayamam aslında hiç birisini. Onca kalabalığın arasından seçilerek bu uzlete layık görülen tek seçilmiş olduğum için şükredebilirim ancak. Alnımı gökyüzüne dayayarak secdeye kapanabilirim.
Sahi, ne oldu da seçildim, buralara getirildim, ne zaman oldu tüm bunlar gibi soruların zihnimi terk etmesi, hatırlayamadığım kadar eskilere dayanıyor. Uzun süredir, demiştim ya, bir şey düşündüğüm yok. Tek yaptığım, bu dokunulmazlığa, ulaşılmazlığa ve ayrıcalığa şükredip, tüm bu uğultunun ve beni çevreleyen loş katmanların tadını çıkartmak.