Dışımıza kimi kemirgenleri, muzırları sokmaz, ihtiyatla dururken; içimize neleri buyur ediyor; odalar, (baş)köşeler tahsis ediyoruz?
İrademizi kimler sömürüyor. Gürül gürül konuşurken kaybettiğimiz ses, yerini tıslamalara, haince fısıldanmalara, iğvalara mı bırakıyor.
Nefis sembollerinden birinin yılan olması, sürüngenliği boşuna değil. Sizi kalbinizden ısırıyor ve uyuşturuyor. Tatlı diliyle siz onu değil, o sizi yuvanızdan, gönül evinden çıkarıyor.
Zehir’e zamanla alışıyor, gizli düşmanlarınızla birlik içinde uyu(şu)yorsunuz, hatta kanka(!) bile olup, mesela iyiyi kötüden yeterince ayırt edemiyorsunuz.
Yolda yalpalama, duraklama, geri düşüşler mümkün, fakat büyük bir zaman kaybıyla ömür de tüketilebilir.
Kötülük deyince çoğumuz hırsızlık, katl olayları gibi eylemleri anlıyoruz.
Oysa kibarca, usulca işlenen cürümler de var: çirkin maksatlı fikirlerle yanlış yönlendirmeler, müspet bir harekete mani olmalar, önünü kesmeler; özgürlük, sanat, … gibi etiketlerle zararlı bir çığır açmalar, üremeli fenalıklar.
Pek munisçe katılıverdiğimiz dedikodular, başkaları hakkındaki pestenkerani yorumlar, peşin hükümler, onulmaz suç damgalarıyla görünmez kafeslere tıkmak, şerre rızalar, farkına varmadığımız bin bir şey de günahın, kötülüğün bir parçası oluyor.
Sonra “kalbim temiz” aklamaları, yanlışı küçültmeler (Kime karşı işlendiği ayrı mesele) devamlılığı, daha büyüklerine de zemini hazırlıyor.
Millete karşı işlenilen (organize)kötülükler, yılan başları ise ayrı fasıl.
***
Hâlbuki kalpte ne savaşlar, mücadeleler sürüyor. Aslında pek de hoşumuza gitmeyecek birileri saltanat kurmuş, ruhunuz hakkında fermanlar çıkarıyor; o meçhul(!) şahsın nasıl da hevesle buyruklarını tutuyorsunuz.
Bazen üzerinizdeki bütün emeklerin boşa gittiğini, muhafazalı kalbin örtüsünün yırtıldığını hissediyorsunuz. Herhâlde bu farkındalığı yakalamak da iyi sayılır.
Çünkü yılan(lar) tarafından zehirlendikçe, kendinize ve çevrenize karşı işlenen cürümlerin, çirkin fiillerin ayrımına varmıyorsunuz.
Çok belirgin sapkınca işler yapan kimseleri dinliyor ve hayretler içinde kalıyoruz. Zira onlara göre, daima başkaları haksızca faaliyetler yapıyor, zulmediyor. Zâtımız ise hep tertemiz, pir ü pak. Yaşayışlarında, düşüncelerinde sürekli haklılar. Samimiyetle buna inananlar var.
Bazen bu müdafaa durumu, kendini temize çıkarma takıntısı; ikazlara yahut değişik (eleştirel) düşünceleri bulunanlara karşı saldırıların da müsebbibi olabiliyor. Kişi mütecaviz ve zorbalaşıyor.
Had bildirme, ağzının payını verme, kendi tarafına yonttuğu doğruları, gerçekleri muhatabına tebliğ(!) etme vs. Üstenciliğin, zirvedeki taçlı(!) bir rehberlik hâlinin sonucu.
Bir de size karşı çıkan bir başka Güzide(!) Erdem(!) Seçkin(!) gibi, güzele muhalif “Ben’ler” mevcut.
Söz gelişi en sevdiğini iddia ettiği şahıslara dahi pervasızca kinle dolu ağzını uzatıyor; ziyankâr, akla sığmaz hareketler yapıp, gönlünü heba ediyor.
“Öteki Ben” ne idüğü belirsiz vitaminler alıp, (zevkle) tarafınızca ve çevrece besleniyor, Cennet’ten atılmış Azılı’yla ittifak kurup; sizi bazen parmağında bile oynatıyor.
Bir zaman sonra türlü eziyetlerle çırpınırken, belki şaşıp kalıyorsunuz kendinize reva gördüğünüz duruma.
“Bodrum kattakiler” diye tanımlıyor bilgeler zulmet içindeki; yılanın çıyanın sıçanların cirit attığı pis mekânların sahiplerini.
Üstelik bindiğiniz asansör sık sık kirli ellerce bozuluyor, katlar arası dolaşıp duruyor, bodrumlarda, zifiri karanlıklarda konaklamak durumunda kalıyor.
Zor ama yılanın başını bir ezsek…