“Bir zamanlar gelinlerin yüzlerini yazarlardı. “Yüz yazısı” namıyla bu ameliyatın elyevm yalnız ismi kalmışsa da cismi bil-külliye mün’adim olmuş değildir. İstanbul’a pek yakın yerlerde, meselâ Çanakkalesi gibi İstanbul’un bir mahallesi olan mahallerde bile hâlâ gelinlerin yüzlerini yazarlar.
Bu “Yüz yazmak” ne olduğunu bilir misiniz(…) ? Evvela gelinin yüzünü yolarlar.(…) ağdayı yüzün derisi üzerine yapıştırıp kıllar güzelce sarsın diye biraz zaman terk olunduktan sonra bir ucundan çekip çatır çatır koparırlar.(…)
Gerdandan baş saçları hizalarına kadar yüzün her tarafına birçok defalar bu belalı sakız yapıştırıla yapıştırıla yüz tamamıyla yolunduktan sonra derisi tıpkı defler üzerine gerilmiş kursaklar gibi parıl parıl parlar.
İşte yüz bu suretle yolunduktan sonra üzerine bir kat beyaz düzgün ve onun üzerine de bir kat koyu zamk sürerler. Hani şu kâğıt yapıştırmak için eritip mayi haline konmuş zamklar yok mu? İşte böyle bir mayii gelinin yüzüne sürerler.
Badehu gayet ince kırkılmış gümüş veyahut altı tellerin ve beyaz ve sarı ince pullar ile bu yüzü nakşetmeye başlarlar: Mesela alnı üzerine çifte ay yıldız ve yanaklar üzerine mühr-i Süleyman ve çeneye devair-ı müttehidü’l-merkez gibi aşkâl-i acibe ve garibeyi resmederler ki şu halde gelinin yüzü bir nikab-ı acibe ile tastamam örtülmüş olur.
Ne korkunç şey! Değil mi? Ama o zaman bu yüz yazısı güzel olmak gayretinde bulunan kadınların can attıkları bir tuvaletti. Hatta biz yalnız tellemeyi, pullamayı söyledik de kaşların simsiyah ve yanak ve dudakların kıpkırmızı boyandığını ve gözlere çekilen sürmelerin uçları kulaklara doğru uzatılıp götürüldüğünü yazmadık.”
…
Ahmet Mithat Efendi’nin Jön Türk isimli romanının girişinden, bir düğün sahnesiydi iktibas ettiğimiz.
O dönem, güzellik -sonuçta kutsanan evlilik bağı- uğruna çekilen çileler, ıstırap, garip âdetler bir tarafa, o kadar özenden sonra; bir de beğenilmeyip gülünç duruma düşmek, ironiyle resmedilmek de, kadınlar için ayrı bir facia olsa gerek.
Üstat Ahmet Mithat Efendi, teknolojinin de yardımıyla kadın erkek hep beraber; günümüzdeki bedenle, yüzle oynamaları, şekilden şekile girmeyi görse; söz gelişi vücuttaki kalıcı envaiçeşit dövmeleri, normal hatta güzel bir sûrete sahip olsa da yaratılış isyanlarını, yeni zorlamalı çehre-beden-cinsiyet yaratma, kader yazma denemelerine şahitlik etse ne derdi bilmiyorum.
Gönüllerde çiçek açtırmak, sevdiklerinin ismini kazımak, bir gülistanı, bayram yerini inşâ etmek yerine; tatminsizliğin, huzursuzluğun, herhalde bir karmaşanın, zihin ve yürek dağınıklığının eseri gibi gelen modern kaskatı zamklarla oluşturulmuş maskeleri, acayip makyajları, çehrelere çirkin alâmetleri yerleştirmeyi ve kişilik sorunu haline getirmeyi.. bunca şekilciliği, hem iç hem de dış tabiatla oynamayı, bozmayı, hiç akledemeyeceği bağımlılıklarımızı; gönle karşı böylesi feci ih(ti)malleri, yaratılışımıza karşı reva gördüğümüz muameleyi, fıtrata toptan muhalefeti, sahteciliği, hileli simaları, ruhları bilse ne yazardı düşünemiyorum.
Belki de şimdiki bilumum karalama, çizme, yoğun tanrıcılık rolünün getirdiği şerli sapkın dünya yazılarından sonra; çoktan ortadan kalkmış “yüz yazma” âdetini hoş görür ve masumiyet hanesine kaydederek güler geçerdi.
…
GÖNÜL YAZILARI
Cumartesi günü, Gülbahçe’de, Konyalı yazar kadınların tertiplediği güzel bir etkinlik vardı. Bilge insan, değerli yazar Mehmet Ali Uz Beyefendi konuğumuzdu.
Hoş bir sohbetin gerçekleştiği iki saat boyunca, Mehmet Ali Hocamız, birlik beraberlik mesajlarından, kadın yazarlara düşen görevlere; kültürümüze dair kıymetli anılara, tespitlere, yol açıcı tekliflere değindi, bir dizi önemli noktaya temas etti. Sırasında eleştirdi.
Özellikle Konya kültürünün tarihî zenginliği ve manevî mirasımızın mükemmeliyeti konusunda ufuk açıcı fikirlerini dinlemek, dimağ ve gönlümüzü hareketlendirdi tazeledi.
Dikkatimizi, ilgimizi sadece Hz. Mevlânâ değil; sultanlar, peygamberler, veliler diyarı olarak diğer nuranî yıldızlara da vermek, bilhassa Selçuklular üzerinde durmak elzemdi.
Ayrıca kültür yelpazemizi genişletmek, seçkin azîm hedeflerle ilerlemek gibi yerleşmiş bir şuuru gerektiren düşünce ve eylemlerin severek altını çizdi.
Programı düzenleyen araştırmacı yazarlarımızdan Nezahat Bekleyiciler ve Anuş Gökçe hanımefendilere teşekkür ediyor, benzeri programların, başarılarının devamını diliyorum.