“Filmi hızlandır Montag, çabuk. Tıkla, Foto, Bak, Göz, Şimdi, Film, Burada, Orada, Hızlı, Adım, Yukarı, Aşağı, İçeri, dışarı, Neden, Nasıl, Kim, ne, Nerde, Ha? Uh! Pat! Küt, Bim, Bom, Bum! Özetler-özetler-özetler- özetler. Sonra havanın ortasında hepsi kayboluyor.”
(Ray Bradbury, Fahrenheit 451)
“Gelecekle, kitaplarla, kütüphanelerle ilgili, öfke dolu bir roman” diyor yazarı. “Kitap yakıcılar tarafından takip edilen, bilgiyi kurtarmaya çalışan, kitaplara âşık olan” bir adamın sıra dışı hikâyesi…
Ray Bradbury’nin 1953 senesinde yazdığı Fahrenheit 451* romanı, türünün önemli örneklerinden birinin olması yanı sıra; kuvvetli öngörülerle dolu, “sinema, televizyon, bilgisayar çağında da” günümüze ışık tutar mahiyettedir.
Zihin kontrolü olan, baskıcı, kuralcı bir polis devletinin, ideolojik bir şiddetin dayatmalarına maruz kalan, mutsuz ama durumun farkında olmayan fertlerin, kötü adamların yaşadığı; televizyonun egemenlik kurduğu, teknolojinin hüküm sürdüğü, zulmet içindeki dünyaların resmidir roman. İnsanlar birbirini görmez, duymazlar, sağlıklı iletişim kuramazlar.
Kitaptaki, işini seven itfaiyecinin (Guy Montag) asıl görevi; sistemin belirlediği, suçlu(!) ve belki kültürel hazine olarak tanımlanabilecek tüm seçkin kitapları ve onların yer aldığı mekânları yakmaktır. Vazifesi, “resmi sansürcü, yargıç ve infazcı” olmak; zihnin lüzumsuz düşüncelerden arındırılmasını sağlamaktır. Ta ki bir gün uyanana, hayatını ve mesleğini sorgulayıp, mücadele etmeye karar verene kadar.
Romandaki hâkim anlayışa göre; Atlara, köpeklere, el arabalarına sahip on dokuzuncu yüzyıl insanı.. ağır çekim(dir) Sonra, yirminci yüzyılda kamera hızlandırır. Kısaltılan kitaplar. Özetleştirilen. Özet haber veren dergiler, Bulvar gazeteleri. Her şey kapanışa hızlı sona indirgenmektedir. Mesela “kısaltılan Hamlet’te tek bilinen, ‘Artık nihayet bütün klasikleri okuyabilirsiniz; komşularınıza ayak uydurun’ iddiasında bulunan bir kitaptaki bir sayfalık özettir. Anaokulundan üniversiteye, sonra da tekrar anaokuluna; entelektüelliğin son beş yüz yıl veya daha fazlasındaki gidişatı budur.”
Düşünmeye, nitelikli bilgiler öğrenmeye ve tüm bunları hazmetmek için serbest zamana vakit yoktur. Söz gelişi televizyon “.. sana ne düşüneceğini söyler, bangır bangır kafana sokar. O haklı olmalıdır. Öyle haklı görünür ki. Vardığı sonuçları sana öyle peşpeşe söyler ki zihnin itiraz etmeye, ‘Ne saçma’ demeye vakti olmaz” (sf. 106)
Günümüzdeki çeşitli uygulamaları görünce, kitaptaki bazı tespitlerin yakıcılığına şaşırmamak elde değildir:
“Okul saatleri kısaltıldı; disiplin gevşetildi; felsefe, tarih ve dil dersleri iptal edildi; İngilizce ve imla dersleri giderek ihmal edildi, sonunda da neredeyse tamamen boşlandı. Hayat şimdide, iş öneme sahip, mesai sonrası her yerde hazza ulaşabilirsin. İnsan neden düğmelere basmak, elektrik anahtarlarını çekmek, somun ve cıvata takmak dışında bir şey öğrensin ki?” (sf. 76)
Nitekim “Okullardan denetmenler, eleştirmenler, bilgili insanlar ve hayal gücü kuvvetli yaratıcılar yerine koşucular, atlayıcılar, yarışçılar, vasıfsız işçiler, gaspçılar, kapkaççılar, havacılar ve yüzücüler çıktıkça ‘Entelektüel’ kelimesi tam da hak ettiği şekilde küfür haline gelecektir.”
“Herkes için daha çok spor, grup ruhu, eğlence ve düşünmene gerek yok değil mi? (…) Kitaplarda giderek daha çok resim. Daha çok fotoğraf. Zihin giderek daha az içer. Sabırsızlık. Bir yerlere, bir yerlere, bir yerlere giden, hiçbir yere gitmeyen kalabalıklarla dolu otobanlar(…)Neticede, insanlar mutlu olmak istiyordur. Sürekli hareket halinde tutularak, eğlence, zevk, heyecan verilerek” bu sağlanır.
Tek tip, aynı tornadan çıkmış, güdülebilir bireyler hedeflenmektedir. Eşitlik, saadet böyle temin edilecektir.
“Hepimiz birbirimize benzemeliyiz. Anayasanın dediği gibi, herkes hür ve eşit doğmaz ama herkes eşit hale getirilir. Her insan diğer herkesin suretidir, o zaman herkes mutlu olur çünkü sinmelerine yol açacak, kendilerini kıyaslayacakları dağlar yoktur: Yani! Yandaki evde bulunan bir kitap, dolu bir tabancadır. Yak onu! Silahın mermisini al. Adamın zihnine zorla gir. Okumuş adamın hedefinin ne olacağını kim bilebilir?” (sf. 79)
O halde kitapları yaşatmamalı, kesinlikle ortadan kaldırmalıdır:
“Siyahi insanlar Küçük Siyah Sambo’yu sevmiyor. Yak gitsin. Beyaz insanlar Tom Amca’nın Kulübesi’nden hazzetmiyor. Yak gitsin. Biri tütün ve akciğer kanseri üstüne kitap mı yazmış? Sigara üreticileri ağlıyor mu? Kitabı yak gitsin. Kavganı dışarıda et. Daha da iyisi yakma fırınının içinde. Cenazeler mutsuzluk verici ve pagan mı? Onları da ortadan kaldır. Bir insan ölünce, beş dakika sonra, ülkenin dört bir yanında hizmet veren helikopterlerle Mavi Duman Borusuna, Yakma Fırınlarına götürülüyor. Bir insan ölümünden on dakika sonra siyah toz zerrelerine dönüşüyor. Mezar taşı yazılarıyla uğraşmayalım. Boş ver onları. Hepsini yak, her şeyi yak. Ateş parlaktır ve ateş temizdir.” (sf. 81)
Bugün de, farklı yöntemlerle, beşeriyetin, ülkelerin üstün değerleri, medeniyet birikimleri, rehber işaret levhaları, cins beyinleri sinsi gizli ateşlerle yok edilip, tüketiliyor.
En mühimi, insana yüklenen mânâ kaybediliyor. Eserleri gibi, insan da isimsiz, sıfatsız, aidiyetsiz, izsiz; küle, rüzgâra, toza, karanlığa karışıyor.
Son tahlilde; herhalde işimiz zorsa da, azimle, bilgi, ülkü ve dirayetle tez elden, kalbin güçlerini uyandırmak lâzım.
Bize yaraşan şekilde, Dost ateşiyle güzelleştirmek ve ışıklandırmak. Tefekkürden, ilimden, tekâmül ve yüksek gayelerden vaz geçemeyiz.
Romanın ilk cümlesi, “Yakmak bir zevkti” idi. Bütün kötülüklerin, cehalet ve fenalığın yanması, yok olması dileğiyle...
*Kitap kâğıdının tutuşup yanma sıcaklığı