Onu “Yeni Türk Klasizminin üstadı” olarak niteleyen Talat Sait Halman; “Yahya Kemal estetiğinde ‘h’ harfi ile başlayan bir kaç terim önemli bir rol oynamıştır” demektedir: “his, haz, huzur, hatıra, huşu…”Ayrıca Beyatlı estetiğinde eda ile seda, iki has ve halis özelliktir. Bunu “mimari” ve “musikinin” karışımı olarak tanımlamak yanlış olmaz.”( Hayal Şiir, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi, önsöz, 2008)
Şiirinin temelini oluşturan duygunun “neredeyse metafiziksel ve mistik bir boyutu olduğuna işaret eden Şavkar Altınel ise, “aşk ve sâdelik duygusuna dikkat çekerek, Yahya Kemal şiirinin eskimezliğini vurgular:
“Yahya Kemal’in bizi “duygu”, “kalb”, “deha” ve “ilham” gibi kavramları –ya da, başka deyişle, modernistlerin unutturmaya çalıştığı her şeyi- yeniden incelemeye zorlayan şiir anlayışını bırakıp da şiirine bakacak olursak bu şiirin kimi yanları da gözümüze eskimiş görünebilir. Şairin zevkinin sınırlı, dilinin yer yer yabancı, kullandığı biçimlerin de kısıtlayıcı olduğunu düşünebiliriz. Ama bunların hiç biri onun şiirinin can alıcı yanı değildir. Söz konusu can alıcı yan “Bir hâtıra zevki var kederde”, “Bu defa farkına vardım ki ihtiyarlamışım” ya da “Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz” gibi nice, alabildiğine yalın ama bir o kadar da unutulmaz dizede ortaya çıkan yan, yani kısacası “aşk”tır.(…) Yahya Kemal, Ahmet Haşim’den seksenler şairlerine kadar uzanan irili ufaklı bir dolu “biçimci”, “imgeci”, “dilci” şairin hiç beceremediğini becermiş, neredeyse istediği kadar “sâde” bir şekilde, gerçek duyguların gerçek şiirini yazmıştır. Türk şiirinin ilk(ve belki de son) gerçek şairi olması bundandır. ( Şavkar Altınel, “Aşk” ve “Sadelik”: Eskimeyen Yahya Kemal, Kitap-lık Dergisi, YKY, sayı:56, 2002)
Mehmet Kaplan, “Yahya Kemal’in şiirlerinde tabiatın ana kuvvetleri dile gelir. Deniz, gök, gece, hayat, aşk, ölüm, kitle ruhu… Bu büyük temler kendilerine uygun, sade ve muhteşem bir inşa içinde yükseldikleri zaman, bizde, büyük mimarî eserlerinin intibalarını uyandırırlar. Bu intibaa, ekseriya, güzelliğin üstünde bir ulviyet hissi refakat eder.” demektedir.
Gene “Yahya Kemal, Türk edebiyatında ilk defa, muhteva, imaj, musiki ve şiirin gizli aşikâr bütün unsurlarını tam bir sentez halinde ihtiva eden şiiri yaratıyor(…)Yahya Kemal bunun için, “ölçü”dür.” diye önemli bir belirlemede bulunmaktadır. (Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Dergâh Yay. İstanbul 1978, sh.117-118)
…
Hakkında “Yahya Kemal, yetişme tarzı, kültürü, tesirleri ve her hâli Türk olan davranışlarıyla millî şahsiyetlerimizden biridir” diyen Üstat Ahmet Kabaklı, nesirleri için de:
“Yersiz mecazlardan arınmış, duygu ve şiir yüklü, her cümlesi ile fikri bir adım ileri götüren yepyeni bir nesir üslûbu vardır. Zamanını etkileyen düşünce kudreti ve çağdaşlarının benimseyerek kullandıkları sağduyu görüşleriyle seçilen bu nesirler Yahya Kemal’in geniş bilgisini ve olaylara özel açılardan bakışlarını da yansıtıyor.” ifadesini kullanmaktadır. (Ahmet Kabaklı; Türk Edebiyatı, İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yay. c.3, 2002, s. 491, 500)
Usta Şair’in nesirleri de; görüleceği üzere değerlerimizi önceleyen bu hayat-sanat telâkkisinden izler taşır.
“Yeni Bir Ufuk”ta; Eyüp’teki türbeye yakın bir mezar taşından söz eder:
“…Bugün yaşayan hiç bir millî şairimizde bile bu taşta hissedilen Türk Ruhu yoktur. Bu taş, fetih devrinin keyifli askeri gibi, önümde kavuğu yıkmış duruyordu; etrafındaki toprağa bir vatan rengi veriyordu. Vatana dair hiçbir yazıdan, hiçbir sözden bu taş karşısında duyduğum vatan zevkini duymadım” diyen Azîz Şair, “İstanbul toprağının her köşesinde Türk ruhunun bir safhası(…) Türk’ün kuvveti(…) neşesi,(...) zevk ve şevki, (...) maneviyatının teneffüs edildiğini söyler.(Aziz İstanbul, s. 140)
Geniş bir vatan coğrafyasının; taşından toprağına kadar derin bir lezzet alabilen şairimiz, zamanın şuursuz “kentsel dönüşümlerini”, ucuz sathi bir yenilik merakını da tenkit eder; “Frenklerden her şeyi bir şebek zekâsıyla kaptığımızı söylediği” “Kör Kazma” isimli yazısında…
Onca bir “...yeni sar’asıyla son asır Türkleri kör kazmayı kapmış, yıkılmadık ne resmi daire kalmış(tır), ne de konak.” ( Yahya Kemal Beyatlı, Türk Klasikleri, Toker Yay. İstanbul, 1984, s. 155)
“İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz, sorusunu Topkapı Saray’ında, Hırka-i Saadet Dairesi’nde dört yüz seneden beri fasılasız Kur’ân okunmasına (s. 112); devletin manevî iki temelini, Fâtih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ve Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kurân’a bağlayıp, Mehmetçiği “Siz bu kadar iki güzel şey için döğüştünüz!” diyerek ululayan (s. 115); kalbinin derinliklerinde duyduğu bir sesleniş için, ledünnî bir nida olan “yâ Vedûd” gibi daha asırlarca payidar olacağız” diyen zattır o. ( Aziz İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti, 2007, s. 133)
Belki daha yaşarken bedenen ruhen “kaybolan yitik şehirlere” sahip olmamak için; millî şuurla yapılan imar hareketinin ehemmiyetine dikkat çekmiştir.
Yalnız “maddî yapılaşma için değil, manevî inşa için de; Türk doğmuş olmak, Türk ismi taşımak kâfi değildir. Türk gibi düşünmek lâzımdır.” teşhisini koymuştur.( Aziz İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti, 2007,s.172-175)
Şiirine dönersek.. Onun en anlamlı özge eserlerinden biri de; inancın ihya inşa edici, zaman üstü tesirini işaret ettiği, zirve “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”dır.
“…Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,/ Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi/Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,/ Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan…”
Şiirin ilk beyitlerini Prof. Dr. Nurullah Çetin şöyle yorumlamaktadır: “kendi gök kubbemiz’ imgesi, şairin aynı zamanda kendi şiir kitabının adıdır. Şair, bu ifadenin mecazi anlamıyla hem Süleymaniye Camii’ni kastederek onun temsilciliğinde dini, hem de Türk vatanını kastederek millî üst şemsiyemizi vurgular. “Gök” ve “mavi” kelimeleri aynı zamanda hürriyeti simgeleyen bir rengi ifade eder. Bu durumda “kendi gök kubbemiz”, tam bağımsız ve bağlantısız, hür vatanımız anlamını taşıyor.”( Nurullah Çetin, Şiir tahlili, Edebiyat Otağı dergisi, Ekim 2007)
Nihat Sami Banarlı’nın çizdiği Yahya Kemal portresi, “hep fetihler devrinin rüyasını gören büyük bir sanatkârdır. “Onun ‘Eski Şiirin Rüzgârıyla” söylediği şiirlerinde yedi yüzyılın süzgecinden geçirilmiş bir Osmanlı-Türk sesi, ve belki onlardan daha ibdai olan yeni şiirlerinde ideal bir “Türkiye Türkçesi” seslenir. “Vuslat” da aşkımızı, “Uçuş” da şevkimizi, “Itrî” de mûsikîmizi, “Deniz Türküsü” nde türkümüzü dile getiren zevk ve heyecan akışlarında hep bu sesleniş vardır.(…)
“Ve eğer hakîkî Türk şiiri, sesinde bizim, rûhunda bizim, hatıralarında bizim bulunduğumuz şiirse, Yahya Kemal Türk şiir lisânına hakikî formunu ve Türk milletinin edebiyâtına “özlenen şiir” i vermeye muvaffak olan şâirdir.”(Nihad Sami Banarlı, Kitaplar ve Portreler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1985, s. 90)
“Mesnevi şevkini eflâke çıkarmış nâyız/ Haşredek hem-nefes-i Hazret-i Mevlâna’yız…” mısralarıyla başlayan “İsmail Dede’nin Kâinatı” adlı şiirinin tahlilinde Mehmet Kaplan “Bugünkü medeniyetin hâkim çizgisinin, sonsuza kadar uzatabilecek açıklık ve sembolü, ufkî veya şakulî düz çizgi olduğunu...” belirtir.
Şark-İslâm medeniyetinde en çok sevilen şekil, içe kapanmanın, dış âlemle ilgiyi kesmenin, murakabenin, huzur ve sükûnun sembolü kubbe ve dairedir. Onu da alabildiğine büyütmek mümkündür. Bir merkezin etrafında, pergelin açık ucunu istediğiniz kadar açık tutabilirsiniz.(…)
Mevlânâ’nın temsil ettiği mânayı hiçbir söz, şiirdeki “Şems-i Tebriz hevâsıyla semâ üzre Kemâl/ Dahîl-î dâire-i bâl ü per-i Monlâyız” beyti kadar güzel ve derin bir şekilde ifade etmez” diyen; (..) Sema ‘yı “kaos” değil, “kozmoz” olarak tarif eden Kaplan, onu tefsir edenlerinde daima kâinatın nizamı ile münasebet kurduğunu… Yahya Kemal’in şiirinin bir merkez etrafında dönme, bir merkeze bağlı olma fikrine dayandığını” göz önüne sermektedir.
Yine şiirden yola çıkarak; daha ileri bir okumayla ise şunları söylemektedir:
“İslâmiyetin temelinde olan ‘vahdet’ fikrinin toplayıcı, birleştirici ve bağlayıcı tesirini, Mevlânâ veYunus Emre’de bütün insanlığı içine alan büyük bir sevgi ve aşk dairesi şeklinde görürüz.” (Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978, s. 245-247)
Hepimiz bütün özrümüz kirimizle, yaralarımızla, neticede o büyük dairenin çocukları değil miyiz?