Çinli yönetmen John Woo’nun tarihî bir filminde şöyle bir savaş sahnesi vardır: Vebadan ölmüş askerlerin giyimli kuşamlı, tam teçhizatlı cesetleri, sallara bindirilir; düşman cephesine gönderilir. Suyla gelen bu nimeti(!) yoksul halk görür ve askerlerin üzerine üşüşür. Aslında kaptıkları hastalıktır ve geç uyanan komutanların uyarıları nafiledir. Şehirde salgın başlar.
“Moğolların Efendisi Cengiz Han” kitabında, yazar Harold Lamb ise; Cengiz Han’ın bir savaş taktiğinden bahseder.
Katay şehri Liyao-Yang kuşatılmış fakat bir türlü alınamamıştır. Bu işle görevlendirilen Cebe Noyan, Cengiz Han’ın savaş meydanında kullandığı bir hileye başvurur.
“Eşyasını, arabalarını, erzakını Kataylılar’ın görebileceği bir yere bırakır. Ve askerleriyle, atlarıyla sanki mücadeleden vazgeçmiş, ya da şehrin yardımına gelen bir ordunun yaklaşmasından korkmuş gibi geri çekilir.
Moğollar iki gün uzaklaştıktan ve at değiştirdikten sonra, kılıçları sol ellerinde olduğu halde, en iyi bineklerin üstünde bir gece içinde Liyao-Yang önüne var(ırlar).
Bu arada “Kataylılar geride bırakılan eşyayı yağmaya ve şehre nakletmeye başlamışlardı. Şehirlilerle savaşçılar birbirine karışmış, talandan başka bir şey düşünmüyordu. Gafil avlandılar. Müthiş bir katliamı şehre hücum takip etti. Cebe Noyan, bırakmış olduğu eşyanın birkaç mislini ele geçirdi. (Harold Lamb, Moğolların Efendisi Cengiz Han, İlgi Kültür Sanat, sh. 74)
Uhud Savaşı’nda, Efendimiz’in (S.A.V.) sözünü tutmayıp, silahlarını terk edip ganimet toplamaya koyulan ve neticede yenilgiye sebep olan Müslümanlar da, ibret almamız gereken örneklerdendir.
…
Hadisenin yalnızca zahirî boyutu yoktur sanıyorum. Gizli bir savaş hüküm sürer, benliğimizle ruhumuz, dünyayla kalbimiz arasında.
Parlak, manyetik bir “şey” atılır gözlerimizin, ayaklarımızın dibine, ellerimizin hemen uzanacağı yere. Belki yalan, kirli sözler vardır; uyanmaya hazırlanan bir ejderha bulunur içinde.
Ömür boyunca bir “fırsatlar, avantajlar(!) dünyası”, eşya daima karşımızdadır ve yağmalanmaya(!), içselleştirmeye(!), bizi zenginleştirmeye(!) hazır ve nazırdır.
Eşyanın da bir gerçeği olduğunu bilenler, tesirine, üzerimizdeki nüfuzuna dikkat çekerler.
Bir “güç”, bir “iddia”, bazen şeytanî bir teklif olarak dikilir tepemize. Tuzaktır gene de. Eşyanın sınırlarına hapsolur, kayıtlanırken, bir hudut ötesi, ufuk ötesini unuturuz nedense.
Biz şeylerin çeşitliliğiyle, önümüze atılan süslü kelimelerle(kavramlarla) uğraşırken, zevkimizin peşinde; hayatı yağmalayacağız, suyunu süzüp, tatlı bir şarap gibi yudumlayacağız diye, arkadan aslî değerlerimiz yağmalanır biteviye.
Tam da “kıbleye” konur, imtihan niyetiyle. Bitimsiz maddî hedefler gayemizdir hep, durmaksızın yağmalayalım diye.
Eşyayı algılayışımızla, dünyayı alabildiğine büyütürüz. Eşyanın sanal kimliği karşısında boyun eğeriz.
Yağma, galibiyet duygusunu kuvvetlendirir, sömürmek hissini tırmandırır. Yağmaladıkça, sahip oldukça kazanılır(!).
Her şey yağmalanır. Kadınlar cinsel yağmadır. Tarih, şimdi, gelecek zamanlar ve gençlik…
Suçlarımızı toplarız neticede, emeksiz(!) ve bedava(!) ganimet hevesiyle.
Seçim ve bağlantılarımızın sağlığını, fiillerimizin sonuçlarını, iç hayatı önemsemez; hep bu ilâvelerle, daha çok haz katkısıyla, mevzileri, merkezi ve manevî mevkileri terk ederek, hayatı tüketiriz.
Belki asıl düşmanımız bize daima saldıran eşyadır, ganimet menfaatidir, çokluktur. Bilmeyiz.
Görme biçimimin terbiye edilmesi, iç darlıklarına çözüm getirilmesi gereklidir herhalde.
Aşkı yağmalayanlar ise, bir başka fasıldır. Bir türlü doymaz ve kanmaz. Baş(ını) kesmiştir aşk huzurunda, kaptırmıştır gönlünü.
“Yağmalayın” der “Kalbimi”. Ki “Aşksız” yaşanmaz.
“Moğolların Efendisi Cengiz Han” kitabında, yazar Harold Lamb ise; Cengiz Han’ın bir savaş taktiğinden bahseder.
Katay şehri Liyao-Yang kuşatılmış fakat bir türlü alınamamıştır. Bu işle görevlendirilen Cebe Noyan, Cengiz Han’ın savaş meydanında kullandığı bir hileye başvurur.
“Eşyasını, arabalarını, erzakını Kataylılar’ın görebileceği bir yere bırakır. Ve askerleriyle, atlarıyla sanki mücadeleden vazgeçmiş, ya da şehrin yardımına gelen bir ordunun yaklaşmasından korkmuş gibi geri çekilir.
Moğollar iki gün uzaklaştıktan ve at değiştirdikten sonra, kılıçları sol ellerinde olduğu halde, en iyi bineklerin üstünde bir gece içinde Liyao-Yang önüne var(ırlar).
Bu arada “Kataylılar geride bırakılan eşyayı yağmaya ve şehre nakletmeye başlamışlardı. Şehirlilerle savaşçılar birbirine karışmış, talandan başka bir şey düşünmüyordu. Gafil avlandılar. Müthiş bir katliamı şehre hücum takip etti. Cebe Noyan, bırakmış olduğu eşyanın birkaç mislini ele geçirdi. (Harold Lamb, Moğolların Efendisi Cengiz Han, İlgi Kültür Sanat, sh. 74)
Uhud Savaşı’nda, Efendimiz’in (S.A.V.) sözünü tutmayıp, silahlarını terk edip ganimet toplamaya koyulan ve neticede yenilgiye sebep olan Müslümanlar da, ibret almamız gereken örneklerdendir.
…
Hadisenin yalnızca zahirî boyutu yoktur sanıyorum. Gizli bir savaş hüküm sürer, benliğimizle ruhumuz, dünyayla kalbimiz arasında.
Parlak, manyetik bir “şey” atılır gözlerimizin, ayaklarımızın dibine, ellerimizin hemen uzanacağı yere. Belki yalan, kirli sözler vardır; uyanmaya hazırlanan bir ejderha bulunur içinde.
Ömür boyunca bir “fırsatlar, avantajlar(!) dünyası”, eşya daima karşımızdadır ve yağmalanmaya(!), içselleştirmeye(!), bizi zenginleştirmeye(!) hazır ve nazırdır.
Eşyanın da bir gerçeği olduğunu bilenler, tesirine, üzerimizdeki nüfuzuna dikkat çekerler.
Bir “güç”, bir “iddia”, bazen şeytanî bir teklif olarak dikilir tepemize. Tuzaktır gene de. Eşyanın sınırlarına hapsolur, kayıtlanırken, bir hudut ötesi, ufuk ötesini unuturuz nedense.
Biz şeylerin çeşitliliğiyle, önümüze atılan süslü kelimelerle(kavramlarla) uğraşırken, zevkimizin peşinde; hayatı yağmalayacağız, suyunu süzüp, tatlı bir şarap gibi yudumlayacağız diye, arkadan aslî değerlerimiz yağmalanır biteviye.
Tam da “kıbleye” konur, imtihan niyetiyle. Bitimsiz maddî hedefler gayemizdir hep, durmaksızın yağmalayalım diye.
Eşyayı algılayışımızla, dünyayı alabildiğine büyütürüz. Eşyanın sanal kimliği karşısında boyun eğeriz.
Yağma, galibiyet duygusunu kuvvetlendirir, sömürmek hissini tırmandırır. Yağmaladıkça, sahip oldukça kazanılır(!).
Her şey yağmalanır. Kadınlar cinsel yağmadır. Tarih, şimdi, gelecek zamanlar ve gençlik…
Suçlarımızı toplarız neticede, emeksiz(!) ve bedava(!) ganimet hevesiyle.
Seçim ve bağlantılarımızın sağlığını, fiillerimizin sonuçlarını, iç hayatı önemsemez; hep bu ilâvelerle, daha çok haz katkısıyla, mevzileri, merkezi ve manevî mevkileri terk ederek, hayatı tüketiriz.
Belki asıl düşmanımız bize daima saldıran eşyadır, ganimet menfaatidir, çokluktur. Bilmeyiz.
Görme biçimimin terbiye edilmesi, iç darlıklarına çözüm getirilmesi gereklidir herhalde.
Aşkı yağmalayanlar ise, bir başka fasıldır. Bir türlü doymaz ve kanmaz. Baş(ını) kesmiştir aşk huzurunda, kaptırmıştır gönlünü.
“Yağmalayın” der “Kalbimi”. Ki “Aşksız” yaşanmaz.