Asrımızın Dede Korkut’u Mustafa N. Sepetçioğlu (1930-2006); muhtelif yazılarının toplandığı “Dünden Bugüne ve Yarına 1” kitabında ilginç vakaları, “insan olma erdemine erişmiş” kimi insanları, tanıklıklarını anlatır. Güzel tespitlerde bulunur.
Zaman konusunda “….kendimizce, âilemizce, milletimiz ve kimi vakit daha da ileri gidip bütün insanlıkça kutsal sayılan ne varsa onları günlere, haftalara, aylara, bazan yıllara yamıyor, sıradanlaşabilecek zaman çentiklerini mucizenin koruyucu kanatlarıyla olağanüstülüklere uçuruyoruz. Böylece zaman dostumuz oluyor. Kutsal cumalarımız, bayramlarımız, kandillerimiz, on muharremlerimiz, üç aylarımız gibi; yine Malazgirt’ten Mohac’a, Çaldıran’dan Sakarya’ya.. 19 Mayıs’tan 23 Nisan’a ve ‘29 Ekim’e bir nice vatan günleri gibi dince, millîce içiçelikte yaşanmış günlerimizde olduğu gibi.. ömrün, yaşanılan hayatının birbirine benzer anlarını anlamlaştırarak yaşantının geçiş noktaları böylece değerlendirilmemiş olsa zaman, emin olunuz sütlü taneleri yolunmuş mısır koçanları kuruluğunda elinizde kalır ve siz yeri boşalmış her mısır tanesinin boşluğunu dolduracak nesneleri düşünür, arar; fakat bulamazsınız. Kutsallıklar işte o boşlukları dolduracak anlamlaştıran mücevherlerdir” der.
Ve şöyle devam eder: “Bizim 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutsallaştırmamızdaki baş sebep de budur. Ağustoslu savaşlarımızın hepsinin birden bir simgesi durumunda kutlanan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın asker görünüşlü olması ne kutsal anlamını ne de taşıdığı simgeliğin önemini azaltır veya çoğaltır. Aslında hâlâ bir ordu millet olan Türklerin yapısında kutsal harç binlerce yıldır değişmediğine ve bütün aşağılık çabalara rağmen değiştirilemediğine göre milletin asker, askerin millet içiçeliğindeki sevgi ve güven yükü geleceğimizin de güvencesidir.”
Eşi Muazzam Gürşen ile, önce Anadolu’dan başlayarak, Urumeli’nin en son ucuna.. son imparatorluk topraklarını görebilmek aşkına, yolculuğa ancak yetecek ufak tefek bütçelerle seyahatlere çıkmışlardır.
Bu duraklardan biri de Bulgaristan’ın Varna şehridir. Sepetçioğlu’nun Dünden Bugüne ve Yarına 1 adlı kitabından, “Varnalı Mehmet’in Dersi” başlıklı yazısından bazı bölümler sunmak istiyorum sizlere.
Kitabın ilk baskısı 1999’tur. İçinde yer alan yazıların bu tarihten önce toplandığını ve Bulgaristan’ın o dönemdeki rejimini düşünürsek, aşağıda bahsedilen olaylar 70’li yıllarda geçse gerektir:
“Çok değil ya yirmi ya yirmi beş yıl önce, ağustosun otuzuncu günü pazara denk düşmüştü belki de Cuma idi de ben Pazar sanmaktaydım” diye konuya girer, tarihî romanlarımızın unutulmaz ismi.
Fakat o gün bir olağanüstülük vardır. Varna çarsısındaki dükkânların çoğu kapalıdır, halka açık alan ise kalabalıktır. “Genç yaşlı orta yaşlı Türkler, Varna’nın eskiden kalma ve muhakkak bir yerlerde gizlenmişliğine inandıkları Türk havasında gezinircesine çevrede, kalabalıkçaydılar: küçücük kız veya oğlan çocuklarını ellerinden tutmuş babalar; bir başına ya dolaşan ya bir taş sıraya oturmuş dinlenir görünürken düşünen yaşlılar, yaşlıcalar, şurda burda oyun oynar koşuşmalarında çocuklar bir bayram günü kuşluk vakti civcivlenmesini yaşatan kişiler” gözükmekteydi.
“Bizim bilmediğimiz ya da unuttuğumuz fakat buralarda unutulmamış bir din bayramımızı hatırlamaya çalıştım. Birbiriyle tokalaşan insanlar, kucaklaşanlar, kucaklaşırken birbirinin sırtını sıvazlayan yaşlılar vardı.
“O günün 30 Ağustos olduğunu unutmuştuk…. Sonunda bir yaşlı Türk’e sorduk. Yüzümüze tuhafça baktı: ‘Bre bugün düşman denize dökülmemiş midir?’ diye gürledi; en azından yetmiş yılı dirilivermiş gibi idi, daha da heybetlendi: ‘Yunan!’ dedi; ‘ Mustafa Kemal Paşa..’ dedi; az buldu ve birden boşaldı: ‘30 Ağustos’tur bre!’ dedi.
Utandım. Muazzam’ın gözleri yaşarıvermişti.
“O zaman, yukarı mahallede kaldığımız otelden buraya geldiğimiz araçta Türklüğümüzü fark eder etmez, çevremizi sarıveren Varnalı Türk gençlerinin coşkusu aklıma geldi. Birisi: ‘Neden yenilirsiniz şu Bulgar kâfirine?’ demiş hıncını dökmüştü. Çünkü her spor karşılaşmasında Bulgaristan’a yeniliyorduk o vakitler; her yeniliş Varna Türklerine bir ayrı yıkım oluyordu. ‘Yendiğimiz gün görmeyin bizi, göğsümüz kabarık, başımız daha dik oluyor Bulgar’ın yanında. Neden yenilirsiniz de boynumuzu bükersiniz?’
Lâkin, özellikle Türklere göz açtırmayan, Rus komünizminden de katmerlenmiş şerbetli bir diktatörlüğe rağmen, “yine de bir 30 Ağustos gününü kendi gönüllerine uygun kutsallığı içinde kutlayabiliyorlardı; gözlerindeki saklıca umut ışıkları yüzlerinde, yüzyılların efendiliğiyle, ancak hissedebilenin lezzetine varabileceği sabır çizgilerine aydınlık oluyordu.”
Ünlü romancımız, Varna’da içini yakan bir başka hadiseye de değinir:
Yirmi beş otuz yaşlarında güvenilir yüzlü, yiğit görünüşlü, dikkat çeken biri yarım saattir yanlarında yörelerinde dolaşmaktadır. Polis de olabilirdir, milis de. Oysa ikisi de değildir, adı Mehmet’tir. Konuşkandır, Sepetçioğlu çiftini gezdirir, yaşayışlarından söz eder.
Açık dükkânlardan birinde, Amerikan parasıyla satış yaptığı için, Varnalıların alamayacağı şekerlemelerden alıp Mehmet’e, çocuklarına götürmesi için vermek isterler. Birkaç dolarlık çikolata bile o günlerde Bulgaristan’da hayaldir.
Mehmed, hediyelerini almaz. Kendisini bir çıkarcı zannettiklerini düşünmüş ve öfkelenmiştir. Mustafa Necati-Muazzam Sepetçioğlu ise duruma üzülürler. Gence “daha dost” bakarlar.
Mehmet, hakkında bilgi verir. Karısı öğretmendir, kendisi dok işçisi… Çok az parayla geçinip, kalanını biriktiriyor, çoluk çocuk Türkiye’ye kaçmayı hayal ediyorlardır.
Yazar “Öylesine inanmış, öylesine güvende, öylesine istekli anlatıyordu ki gerçekleştiremezler ise ölebilirlerdi, öyle görünüyordu” diye duygularını aksettirir.
Hâlbuki o günlerde “Caanım Türkiye’mizi yerli ve yabancı komünistler, Bulgaristan’a benzetmek, öteki komünist yönetimlere bağlamak için” ne mümkünse yapıyordur.
Onun uğrayacağı çöküntüyü hesaba katarak:
“Türkiye’ye gelip de ne yapacaksın be Mehmet? Bizim orası daha iyi değil ki. Geçiminize bakın, bir gün elbet işler kendiliğinden açılır’ gibisinden teselli mahiyetinde konuşur.
“Mehmed bunu bilemedi. Ansızın kapılıverdiği bir öfke sarsarında kıpkırmızılarmış gözleriyle bana döndü, kıpkırmızı öfkelerde baktı konuştu: ‘Yazık!’ dedi; ‘Yazık size! Sen o bayrağın altında yaşamaya layık değilsin! Olsaydın o bayrağın altında yaşamanın ne demek olduğunu da bilirdin!’
Yüzümüze bakmadan, öylece döndü, yürüdü gitti. Bizden kaçıyordu; bizim gibilerden!” (Mustafa N. Sepetçioğlu, Dünden Bugüne ve Yarına 1, İrfan Yayımcılık, 2006, sf. 269-275)
…
Yazı, bazı acı soruları tekrarlattı. Şüphesiz söylenecek çok şey bulunur. Sadece birkaç cümle…
Bugünlerde cemiyetimizde millî-dinî ortak bir aidiyet, bütünlük duygusu var mıdır, yoksa herkes kendi mukaddes Ben’inin anlarını keyiflendirmek(!) için mi, şiddetle(!) amansızca yaşamaktadır?
Millî bayramları bıraktık, dini bayramlarımızın bile itibarı nicedir.
Şimdiki Türkiye yalnızca ucuz alışveriş merkezi olduğu için mi, bazı ülkelerce rağbet görmektedir.
Kendi vatandaşlarımız, çeşitli sebeplerle ülkeyi terk mi etmek istemektedir…
Gençlerin hedefleri nedir; onlara ne verdik?
Bu bayrak altında, bu vatanda yaşamanın kıymetini biliyor muyuz?
Yurt içi- yurt dışı Türklerin müşterek bir ulvî gayesi mevcut mudur?
Hem kendi soydaşlarımız, hem de ümmet nezdinde aynı alâkaya, saygıya günümüzde de sahip miyiz?
Varlığımızı ve değerlerimizi şuurla mezcedip, işlemeye ve yüceltmeye çalışıyor muyuz? Yarınlara ne bırakacağız?
30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun efendim.