İnsanî düzendeki karşıtlık, kargaşa hâli; hâlihazırdaki düşünce yapılarının, oluşumların “ruhu” tüketmesinden, felç etmesinden de doğuyor.
Ve ruhu meflûç insanlık; “çokluktaki” “çölleşmenin”, kuraklığın içinden kurtulamıyor.
Hareketlilik, zenginlik, hakikate medar olacağını, gerçeğin kapısına götüreceğini düşündüğümüz envaiçeşit fikir, esasen vehim, nifak mahsulü, kılıflı “hezeyan” ya da köklenmiş gelenekleşmiş, şerrî önü kapalı birlenmiş saç(aklan)ma olarak; hiç bir çıkışa, yol almaya götürmeden bizi ve geleceğimizi tıkıyor.
Çeşitlilik, karmaşa; mutlak bir düzensizliğin, hızlı bir tereddînin neticesinde de gerçekleşebiliyor. Hakikat parçalanırken, insan da parçalanıyor.
Berrak, duru düşünce ve vasatlarda bulanıklık, şüphe, tereddüt, kararma gözükmüyor. Ya da kendini koruyacak, bütünlüğünü, âhengini muhafaza edecek; fazla yaralanmadan mecrasında götürebilecek bir kuvvete, yedeklenmeye ve ürentiye sahip bulunabiliyor.
“Sahih”, manevî bir köklenmeye dayalı, “Temelli hakikat düşüncesi ve düzeni” olarak, ön plana çıkıp, zorlanmadan inkişafını, inşâsını yapıyor; kendi kabulünü getiriyor.
En azından bir zamanlar öyleydi. Müntesiplerinin bütün ruhlarıyla “inançlarına” sarılmaları ve hayatlarını o iman ve umdelerle dokumaları, “Mutlak Hakikatin” etkisini ve “şuurlandır)madaki “rolünü” koruyordu.
Şimdi herkesin kendi gerçeği, kişisel fikri, türlü inançları var. Hangisine sahip çıkacağını, hangisine iman edeceğini şaşırıyor. Yerli(!) imalathanesi, tapınakhanesinde “yenilenip”, demlenip duruyor.
Yahut hepsinden bir parça barındırıyor ya da hiç birini benimsemeyip, şartlara göre şekil alarak, şahsiyetinin kisvelerini durmaksızın değiştiriyor. Hem o, hem bu.. ne o ne bu. Üst(ünd)e bir şey durmuyor.
Çelişkileri, tenakuzu, parçalanmışlığı görse de aldırmıyor. Mevhum “şahsiyeti” için
-en akıl almaz işlerde bile- bir “sorun, nakise” meydana getirmiyor.
Utanç, pişmanlık, şuurlu bir arayış, ruha ait bir istikbalin kaygısı ya da siga duygusu teşekkül et(tir)miyor.
Çünkü böyle olabilmesi için, bazı üst(ün) değerlere bağlanması gerek. “İlâhi Mahkemeye” bağlı bir muhakeme; dolayısıyla muhkemiyet ve hakim(iyet) yok.
Mazlum, masum hiç değil, sanık sandalyesinde; sürekli şedit cürümkâr, Tanrı karşısında kuyruğunu dikmiş tehditkâr vaziyetinde kalıyor.
Avanesi, taraftarı, çaldığı uzun “havalar”, vurduğu kapılarca da zengin… Olmayan meselesinin çilingirlerince de… Kıt nasibinin kısmetlileriyle(!) de…
…
Diğer taraftan…
Şartlara, mevcut vasata, hatta âna, “eşref saatine göre kendini ayarlama, ketleme; “maneviyat neşreden tehlikeli(!) düşüncelerden” muhafaza etme, şekilsizliğe, kişiliksizliğe göre şekillendirme.
Sivriliklerinizi, direnişinizi, belki ufuk açabilecek düşüncelerinizi engelleme; en azından erteleme.
“Şimşek çekmeme” korkusu, mutlak uyum(!) endişesi, yılma ve dizi dizi kabuller karşısında teslimiyet zenginliği..
Baskın, egemen her inanç(sızlığ)a bağlantı; popüler dümenlere bağ(lan)ış zenginliği…
Her şeye rağmen, tefekkürde, teşebbüste, insanîyetteki “fakrü zaruret; amel(!) zenginliği”…
Karşı tarafın hamle, fitne, düzmece zenginliği…
Özün değil, maddenin, kesretin, şeametin, şerrin ecinnilerinin, nedamete cinnete götürebilecek inhirafın yapılanması.
Menfî gelişimlerin, zevali, alçalmayı, mukadderatı, akıbeti hızlandırışı.
Cehennem yokuşlarına hızla, kör umutlarla tırmanan, “asrî müheykel zenginliğimiz”…
Bukalemunca bir değişim… Ve sürekli artış kaydeden çağdaş “bukalemun variyeti”…
“First class zenginlerin” düdükleri…