Türkiye’de İslam düşüncesi gençliğe Müslümanların, İslamcıların, anti İslamcıların oryantalistlerin, modernistlerin ve devletçilerin her birinin ayrı ayrı kabulleriyle anlatılan bir ideoloji olarak tanıtıldı yıllardır.
Kısaca demek gerekirse İslam düşüncesi Türkiye’de hiçbir zaman an azından bir siyasi partinin iktidar olduğu dönemle bile sınırlı olarak uygulanan parti iktidardan düşünce de yürürlükten kaldırılan bir program bile olamadı.
Görünüşte kendini bir kadro hareketi veya İslam’ı ideolojik bir düşünce, doktrin ya da siyasi parti programı olarak zannedenlerin hükümetteki uygulamalarına bile giremedi.
Bir bakıma böyle olması çok da iyi oldu denebilir.
Özellikle 1980’lerde biraz da Avrupa’da çalışan Müslümanların orada elde ettikleri fikir serbestliği burada sürmek istemeleri ve İran Devriminin getirdiği esintiler ile emperyalistlerin İslamcılık olarak sundukları ne idüğü belli olmayan dış kaynaklı örgütlülüğe kaymamış oldu Müslümanlar.
Her ne kadar Demokrat Parti iktidarının getirdiği İslam’ı yaşama konusundaki serbestliğin 27 Mayıs ihtilali ile ellerinden alınmasından sonra marjinalleşmeye adım atan Müslümanlar olsa Müslümanlar itikat ve ibadetler konusundaki kısıtlamaların arttığı zamanlarda bile bulundukları konumdan daha uç noktalara savrulmadılar.
Müslümanların savrulması ayaklarının kaydığı dönemler hiç olmadı mı derseniz buna cevabımız elbette oldu olur.
Ama bu savrulma diğer İslam ülkelerindeki gibi olmadı.
Daha açıkçası bu ülkedeki Müslümanları başka İslam Ülkelerindeki hatta bazı Güney Amerika ve Asya ülkelerinde olduğu gibi bir ihtilalci savaşçılara dönüştüremediler.
Hal böyle olunca da daha kısa yoldan ve daha toptan halletme yolunu seçerek Türkiye’deki Müslümanları kültürel bir dönüşümün uygulayıcı unsuru, siyasi hayattaki temsilcileri, kamusal alan düzenleyicisi ve en son da dinler arası diyalogculuğun öznesi haline getirerek işi çözdüler.
Ve bu yaşananlarla oluşan dini kültürün adı da Türkiye İslam’ı oldu.
Sanki dünya üzerinde birbirine zıt bir şekilde uygulanan bir arap İslam’ı, bir Uzakdoğu İslam’ı veya bir batı İslam’ı varmış da onlara alternatif olarak ve onlardan daha iyi bir dini hayat yaşanıyormuşçasına garip bir isimlendirme yapılmış oldu.
İhtilallerden arada kalan 10 ar veya 15 er yıllık aralarda kendilerine hayat hakkı bulmaya çalışan Müslümanlar batılı emperyalistlerin diğer İslam Ülkelerinde sıkça uyguladıkları örgütleştirerek birbirine düşmanlaştırma ve birini diğerine yok ettirme hilesini atlatmalarına rağmen maalesef bu defa makam, mevki verme veya iktidar olma tuzağına düşmeden kurtulamadılar.
Merhum Necmeddin Erbakan Hocanın iktidar olduğu günlerde dillendirilen Müslümanları iktidardayken vurma stratejilerinin 20 yıl sonra yeniden ve daha şiddetli bir şekilde uygulandığını görmekteyiz.
Kemalistlerin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki “İslamsız Türk Milleti” inşa etme gayretlerinin Anadolu’daki Müslümanların bütün baskılara rağmen Ehli Sünnet omurgayı ayakta tutmaları karşısında başarısızlığa uğraması ile kendi içlerinde yeni bir yapılanma gerçekleştiren emperyalist akıl 70 yıl sonra uygulamaya koydukları programlarıyla Müslümanları Protestanlaştırılabileceklerini zannettiler.
Esasında Türkiye’yi tekrar parçalamaya dönük bu eylem planında toprak bölünmesi dışında kısman de olsa başarıya ulaştılar denebilir.
Küresel ticaretten pay kapma adına post modern ticari yönelimlere bağlanmanın İslam’la çatışmayacağını hatta tam anlamı ile uyuşabileceğini zanneden Müslüman Tacirler dış ticaretten kaptıkları paydan daha fazlasını dış ortakları ile birlikte bir takım din dışı ilişkilerle devlet ihalelerinden almaktan çekinmediler.
Küreselliğin, çoğulculuğun hatta nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan çok kültürlülük kandırmacasının Türkiye’yi parçalamaya matuf bir takım stratejiler olduğunun netleştiği gün kapitalistleşen Müslümanlar eliyle ülkenin yıkımının gerçekleştiği gün olacaktır.
Osmanlı Devletinin yıkılmasının Osmanlıdaki asker ve sivil bürokrasinin basiretsizliği nedeniyle gerçekleştiğini iddia edenler, soğuk savaş sonrasında uygulamaya koyulan küreselleşme ve neoliberal muhafazakâr İslamcılık tezlerinin uygulayıcılarının basiretsizliğinin de Türkiye’yi yıkıma götürebileceğini unutmamaları gerekir.