“Ey Türkistan, yönetiminde kim olursa olsun, sana ulaşmak için önüme hangi engeller çıkarılırsa çıkarılsın, sen benimsin!
Rüyalarıma giren Yesevî dergâhı Türkistan ovası üzerine gölge salmaya devam ettiği sürece, sen elbette bizimsin!..” ( Hayati BİCE, Türkistan Rüyası)
Yol içinde yollar, dünya rüyası içinde rüyalar, ömrümüzün merkezi olacak, bize istikamet ve hız verecek, şahsiyetimizi şekillendirmede rol oynayacak nice muhteşem düşler vardır.
Dr. Hayati BİCE Beyefendinin Türkistan Rüyası isimli eseri, tüm hayata şamil olan böyle bir rüyanın ve aydınlanmanın neticesini; aynı zamanda bir duruşun, aşk ile muhabbetin macerasını anlatıyor. Yollar çizilir; kılavuzlar köprüler, ışıklar, menziller belirir. Kesişme ile birleşmeler olur ve yürünür gidilir.
Biz roman boyunca üstün hedeflere sahip kişilerin ihlasını hassasiyetini, halis niyetle işe başlayanların yaşadığı zorlukları; söylem-eylem, kabuk-mazruf arasındaki mesafeleri; dünyevî heveslere, bu âlemin cazibesine dayanamayıp, samimiyet testi, sınanmalara tâbi tutulunca sapanları da görüyoruz.
Kuzey Kafkasya Karaçay Türklerinden olan Doktor Oğuz Karaçay; millî davaları dert edinen ve harekete geçen mücadeleci bir kültür adamıdır. Bilhassa odaklandığı Türk dünyasıyla ilgili incelemeleri, duyuş ile görüşleri, sosyal kültürel, mesleki konulardaki araştırmaları çeşitli bilim, kültür dergileri ve gazetelerde yer alır.
“Türk Yurtları” isimli bir dergi yayınlar ve gerekçesini şöyle izah eder. Karaçay’a göre Türk Yurdu tanımlaması gerek tarihî gerekse güncel gerçeklikle bağdaşmaz. Türk soyunun çoğulcu yapılanmasını ortadan kaldırıp birleşme gibi çok zor ütopik bir yapılanma yerine bu çoğulculuktan Türk soyunun yararına ne şekilde yararlanılacağının araştırılması daha faydalı ve pratik sonuçlar verecek bir yöntem olacaktır” (sf.35)
Yazar, konuyla ilgili bizzat bazı faaliyetlere önayak olur. Çeşitli platformlarda konuşmalar yapar, konferanslar verir, projeler hazırlar, mesela “Türk Kültür Coğrafyasının Yeniden Tanzimi” başlıklı, bazı tekliflerinin yer aldığı bir raporu zamanın Kültür Bakanına (Namık Kemal Zeybek) sunar.
Türlü engellerle karşılaşsa da, gayesi uğruna şuurla ve şevkle çalışır. Oysa yayınlanması için uzun süredir uğraş verdiği “Hoca Ahmed Yesevî Türbesi” isimli kitabın basımının tamamlanması bile, üç bakan değişimini kapsamış, 1991 senesinde Kültür Bakanı Fikri Sağlar zamanında okura sunulmuştur mesela, ama yılmaz. (s. 115)
Görevli olarak gittiği umre ziyareti esnasında kat kat feyizlere, manevî sofraların bereketine nail olur. Orada meskûn kutlu rehberlerin sohbet halkalarıyla, gönül hanesini şenlendirir. Ve Medine Münevvere ’de “Kaşgarlı bir Uygur Türk’ünden aldığı Dîvân-ı Hikmet’i parça parça yayına hazırlar” Çünkü o vazifelendirilmiş, “Hikmetleri Türkiye’de yayınlaması ve Ahmed Yesevî Hazretlerinin adını duyurması şartı” ile eser kendisine teslim edilmiştir. ( sf. 87)
Biz Oğuz Karaçay’ın serüvenini takip ederken, aynı zamanda Dîvân-ı Hikmet’in bir kitabın serencamını da izleriz:
“…Oğullarının adını daha önce gelişen seyir istikametinde ‘Abdülhak Alp-Erkin’ olarak âlem-i mânâya duyurmanın verdiği huzur ve mutlulukla Karaçay ve eşi Yalova’ya döndüler. O günlerde Oğuz Karaçay’ın yayına hazırlayıp eşi Müyesser’in de kapak kompozisyonunu çizdiği ‘Dîvân-ı Hikmet’ baskıdan çıkmış ve ellerine ulaşmıştı.
Kapak kompozisyonu çizilen, klasik usuldeki desen gümüşi-gri renk bir zemine oturtulmuş ve çok güzel olmuştu. Kitapta eski Kültür bakanlarından Namık Kemal Zeybek’in bir önsözü ardından Oğuz Karaçay’ın Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet’i tanıtan bir sunuş yazısı ve metin kısmında Hoca Ahmed Yesevî’ye ait yüz kırk dört hikmet le bir münacât yer alıyordu. Kitabın son kısmına hikmetlerde geçen kelimeleri açıklamaya yönelik bir sözlük ilave edilmişti. Hikmetler yayınlanırken sayfanın sol yarısında Çağatay Türkçesi ile tarihî metin; sağ tarafta ise mısraın Türkiye Türkçesi’ne aktarılmış şekli yer alıyordu. ‘1993 Ahmed Yesevî Yılı’ biterken, Türkiye’deki beş bin okurun Ahmed Yesevî hazretlerinin Dîvân-ı Hikmet’iyle tanışması böylece imkân dâhiline girmişti.” (sf. 201)
…
Kahramanımız yaşantısını “Dünya Türklüğünün Önderi” olarak belirttiği Yesevî hikmetleri ve içerdiği derin mânâ üzerine tanzim eder. Yoldaki işaretleri ziyayı gözler; istikametini bu mümin feraseti basiret ve izzeti süsler besler.
Nitekim 1994 senesinde gelen bir davet üzerine, Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Türk-Kazak Üniversitesinde görev almak için Kazakistan’a gittiğinde (Burada Yesevîlik Bilgisi dersleri verecektir) ve türbeyi ilk ziyaretlerinde, lâtif bir ruhî tecrübeyle selamının alındığını, vücudunun hoş sıcak bir ürpermeyle kaplanıp, Hazret tarafından kucaklandığını, mukabele gördüğünü hisseder. (sf. 215)
Kitaba adını veren rüya da, bu sıralarda görülecektir. Düşünde; Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin türbesinin yıkıldığına delici bir elemle şahit kalsa da, devamında biz Karaçay’ın keskin muhabbetinin tesiriyle Hoca aleyhtarı yahut muhteşem şahsiyetini küçümseyen, aymazlık içindeki cahil kişilere karşı onun büyüklüğünü haykırdığını okuruz. Bir ikazı da içeren anlamlı rüya; himaye seçilmişlik delili, liyakat, himmet göstergesi, geleceğe dönük muştulu rüyalardandır.
Esasen kitaptaki bazı manalı rüyalar ve insana dâir felsefesi; Yazarın maneviyat sevdasını, ülküsüne bağlılığını, gönül nakşını nasıl içselleştirdiğini sergiler.
Türk yurtlarındaki misyonerlik faaliyetleri, gaflet, söz gelişi Ahmed Yesevî Üniversitesindeki problemler (artan Çinli öğrenci sayısı, muhtemel demografik istila), Amerikalı misyoner bir oryantalistin ‘Tasavvuf, Türkleri uyuşturup Araplaştırmak için icat edilmiş ideolojidir. Ahmed Yesevî ise bu uyuşturma planında en önde gelen figürdür(…) Aslında Türklerin dini, bir tür şamancılık da denilebilecek animizdir. Yeniden köklerinize dönmelisiniz’ gibi yaveleri, saldırısı Oğuz Karaçay’ın tepkisini çeker.
Durumu değerlendirirken yaptığı tespitler, başka ülkelere öncülere yönelmiş benzer oyunların parçalarını; ortak değerlerin, kavramların çarpıtılması ve içinin boşatılmasının bize tanıdık gelen şerli desiseli misallerini duyurur. Doktor Karaçay’ın izahatına göre, “Türkistan’ın kalbine sokulan misyoner hançerinin” amacı şudur:
“* ‘Türkistan’ın manevi lideri’ olarak, bütün tarih boyunca Türkistanlıları birleştiren Ahmed Yesevî hazretlerinin, bugün de oynayabileceği birleştiricilik misyonunu baltalamak;
*Ahmed Yesevî’nin eseri olan Dîvân-ı Hikmet hakkında şüpheler uyandırarak, eserdeki mesajların bugünkü Türkistanlılara ulaşma kanalını daha işin başında tıkamak;
*Zaten Rusların, tohumlarını 70 yıl boyunca yeşertmeye çalıştığı, Türkistanlı boylar hakkındaki rekabet duygusunu kışkırtmak ve giderek düşmanlık boyutuna ulaştırmak;
*Yesi(=Türkistan) şehrinde özellikle Türkiye’den gelen öğretim görevlilerinin yerli halk nezdinde oluşturduğu Türkiye hakkındaki olumlu havayı değiştirmek;
*Türkistan’da ‘Köklerimize dönüyoruz’ şeklinde pırıltılı bir sloganla İslâm’dan koparılan halkı, Hıristiyan misyonerlerinin, olanca çabalarına karşı bir türlü başaramadığı hristiyanlaştırma hedefini ‘Şamanizm’ ara durağından sonra gerçekleştirmek.
* En akla sığmayan iddiaları ortaya atarak, üniversitedeki kazak aydınların millî hassasiyetlerinin derecesini ölçmek.” (sf. 292-293)
…
Eserde; kimisi tarihten, kimisi siyasetten isimler, aşk gözeneklerine işlemiş adlı-adsız kahramanlar, farklı yönleriyle, haklarında zengin bilgiler ve zaman değerlendirmeleriyle sayfalar arasında dolaşır.
Hakiki tasavvuf ehlinin özellikleri, irfan incelikleri, kutlu bir potada erimiş ülküler, deruni hayata dâir tefsirler, müşahhas dikkat çekici örneklerle dile getirilir.
Aralarında manevî bir akımın oluştuğu nice kişiyle sohbete dalınır, bir Orta Asya Gezisinin Tirmizli yaşlısı da bu cümledendir:
“Bir ara Tirmizlilere Ahmed Yesevî hazretlerinin hikmetlerinden bilip bilmediklerini sordu. Gruptakilerden çenesinde yoğunlaşan sakalı incelerek göğsüne kadar uzanan, tunç yüzlü ve altmış yaşlarında gösteren bir zat Karaçay’a bakarak. ‘Elbette bilirim…’ dedi ve ‘Bîşek bilin bu dünya barça halktan geçer ha…’sözleriyle başlayan hikmeti baştan sona kadar makâm ile okudu:
“Şüphesiz bilin, bu dünya bütün halktan geçer ha;
İnanma malına, bir gün elden gider ha.
Ata, ana, kardeşler nereye gitti, fikir eyle
Dört ayaklı tahta at bir gün sana yeter ha.
Dünya için gam yeme, Hakk’tan başkasını deme,
Kişi malını yeme, Sırat üzerinde tutar ha.
Çoluk-çocuk, kardeş hiç kimse olmuyor yoldaş,
Yiğit ol garip baş, ömrün yel gibi geçer ha.
Kul Hoca Ahmed ibadet eyle, ömrün bilmem kaç yıl,
Aslını bilsen su ve toprak, yine toprağa gider ha…” (sf. 175-176)
Nitekim Türkistan Rüyası’nın gün yüzüne çıkmasında, “aralarında özel bir ilişkinin geliştiği” 2004 yılında Hakk’a yürüyen Allah dostu kıymetli şahsiyetlerden, Mustafa İhsan Karadağ’ın açık mesajı da etkili olmuştur.
…
Türkistan Rüyası otobiyografik bir roman, dünyevî meseleleri olduğu kadar, uhrevileri de dert edinmiş ve hayatını bu noktada yoğunlaştırmış bir şahsiyetin hatıratı, fikriyatı ve seyahatleri. Bu itibarla katmanlı, çok boyutlu bir nitelik kazanıyor.
Bir tarafta tarihî-güncel olaylar, Türkistan cumhuriyetlerinin hâli, sorunları, Türk’ün çilesi, “İslâm ile öz benliğini bulmak gibi” yüksek gayeler, kader çizgisindeki oyuncular, Karaçay ailesindeki, hususî hayattaki gelişim işlenirken; diğer tarafta ruhî ilerleme, gönül hekimleri ve izleri, rüyaların dili, Kâbe’nin hakikati gibi sırlı mevzular ve kalbin yürüyüşü verilmekte.
Kitap bir tekâmül sürecini, zamanı mekânı aşan gizli bir iktidarı, manevî deneyimleri de açığa vurmaktadır.
Belki talebeler “hoca oluyor fakat öğrencilikler daima sürüyor. Bu âlem kemale yardımcı alâmetler, deliller, rehberlerle dolu. İlerledikçe yeni sayfalar ekleniyor, kitaplar derinleşiyor. İnsan önce kendini yazıyor.
Doktorumuzun hayatında mühim bir rol oynayan gönül ehli, muhipleri, öğrencileri, onu mukaddes bir davanın hem Bilge Hâkimi / Hekimi, hem de hizmetkârı yapıyor.
*Hayati Bice, TÜRKİSTAN RÜYASI, Post Yayınevi, 3. Baskı, 2019