Eyüp Aygün Tayşir, başarılı bir akademisyen ve yazar. İkinci romanı Tuhaflıklar Fabrikası; tarihî bir üniversitede geçiyor; biz merhum bir profesörün hatıratında; daha genç bir asistanken ki hayatından başlayıp, itibar ve gösteriş uğruna “Büyük Âlim’in esrarengiz yazmasının peşine düşmesini” ve serencamını okuyoruz.
Kullandığı eleştirel ve ironi yüklü dil, aslında bizim hikâyemizi yazması; eseri de çekici kılan unsurlardan.
Kitabın başlangıcındaki, sürekli tuhaflıklar üreten ve içinde ders vermekten başka bir işe yaramayan, başkarakterin “Tuhaflıklar Fabrikası” dediği bina, acaba bazı sorunların da merkezi miydi?
“Bugünlerde kendime sürekli sorduğum bir soru var: Bizlerin bu halde olmasının da, koca İçdenizimizin dolmasının da müsebbibi, kimilerince iddia edildiği Tuhaflıklar Fabrikamız olabilir mi? İçindekiler gibi, çevresini de binamız tuhaflaştırmış olabilir mi? Yine de bazı günler, onu inşa edenin ve bu hale getirenin bizler olabileceği geçer aklımdan. O zaman, tüm tuhaflıkların aslında bizlerin elinden çıkmış eserler olabileceklerini de düşünürüm. Yapının mı bizi bu hale getirdiği yoksa bizlerin mi yapıyı inşa edip sonra onun tarafından yönlendirildiğimiz tarihin kadim sorularından biridir.” (sf. 9)
Tuhaflıklar Fabrikasının yöneticisi, yeşil bir papağandır, onun rektör olması fazla yadırganmaz. Çünkü uzun bir zamandır, binada görev yapan kıdemli profesörlerden biridir. Binaenaleyh, rektörlük hakkıdır. Elbette hoş özellikleri vardır, mesela şık giyinir, yeşil takım elbisesini, yeşil bir kravatla tamamlamış, kravatının üzerine yeşil bir kravat iğnesi takmıştır. Makam aracından uçarak iner. Burnu kıpkırmızıdır ama alkolik değildir, kedilerden de nefret eder.
Sonuçta saygıdeğer yöneticilerimiz içinde, aklı havada, kuş beyinliler ve sahibinin sesi papağanlar(tutîler) olduğunu kim inkâr edebilir ki.
Üniversitede yaşayanlar, hatta ölenler (emekliye ayrıldıktan sonra da orada ömür boyunca kalırlar) üstün vasıflarına göre, anlatıcı yazar tarafından, karıştırılmaması için isimlendirmektedir. Kokan Hoca, Kırmızılı Hoca, Kedi Hoca, Dost Hoca, Sapık Hoca, Derin Hoca, Hatip Hoca, Kibar Hoca, Değerli Hoca, Sinirli Hoca, Danışman Hoca bunlardan bazılarıdır.
Birkaç örnek verelim; sözgelişi Muhalif Hoca için romanda şunlar söylenmektedir: “Şimdi düşünüyorum da, nasıl ki Kadro Bekleyen’in varlığı yakın çevrede üst kademeden bir idareci bulunduğuna delalet ediyorsa, balonun o anlarında Muhalif Hoca’nın aramızda olduğuna delalet eden de onun etrafını bir hale gibi saran kalabalıktı. Yoksa Muhalif Hoca’ mızın cücelik sınırlarını burun farkıyla aşan boyu ile o kalabalığın içinde doğrudan görüldüğünü söylemek pek gerçekçi olmaz.(…) Bu hemen her şeyden ürken, yersiz kuşkulara kapılıp her şeyi kendilerine yönelik bir komplo olarak değerlendirme eğiliminde olan ve bu edimlerini bilimin temel gayesi olan şüphecilik sanan güruhtan hocalık payesi taşıyanların tamamı Muhalif Hoca’nın eski asistanlarıydı.(…)Düşününce, hem çoğunluk hem de muhalefet, kendi menfaatleri uğruna giriştikleri her mücadeleyi toplumsal faydayı azamileştirmek adına girişilen bir mücadele gibi göstermede ne denli mahirdi. Ve ne kadar da birbirlerine benziyorlardı! Sözleri farklı, sazları aynı… Hatta melodileri, ritimleri…” (sf. 93)
“Hocamın(Avcı Hoca’nın) çalıştığı alanın mevzuatına ilişkin pek çok yayın, siyah deri ciltler içinde yan yana dizilerek ahşap bir kitaplığa yerleştirilmişlerdi. Kitaplara belki de odaya girdikleri ilk günden beri el sürülmediği hem üzerlerindeki kalın toz tabakasından hem de kitapların zamanla muvazenesini bulmuş bir mezar gibi rafları çökertmiş olmasından anlaşılıyordu” ( sf. 75)
Bir başka karşılaşma Deli Hoca ile olandır:
“Merhaba, ben profesörüm ya siz?”
“Hocam merhaba, nasılsınız?”
“Gülmüyorsunuz değil mi? Aa gülüyorsunuz ama gerçekten çok ayıp yani ben bir profesörüm ve bu neeeeeee! Nasıl gülersiniz nasıııl!”
Olan olmuştu! Deli Hoca -ki Tuhaflıklar Fabrika’mızda bu isimle anılmayı hak eden tek kişi kendisi değildi ama en çok da hak eden oydu- hemen her gün birimize vuran piyangoydu ve o gün ben tutturmuştum. ‘Ben profesörüm!’ şeklinde koridorlarda çınlayıp ortamdaki profesör bolluğuyla ahenk oluşturan çığlıklara koşup gelen birkaç memur Deli’yi sakinleştirmeye çalışırken, o da bana hınç ve nefret dolu gözlerle bakıyordu. Deli’den yıllar boyunca duyduğumuz tek cümle bu oldu: “Ben profesörüm!” Rektörümüzün kelime haznesi ile karşılaştırılınca bu kadının insan kılığında bir papağan, rektörümüzün ise papağan kılığında bir insan olduğunu, bir büyü ile iki bedenin yer değiştirdiği düşünülebiliriz. Sayın Rektörümüzün sonraları bakanlık görevi yaptığını evvelce söylediğim, deniz aşırı bir diyara eğitim için giden bir başka hocamızın omzunda vatanımıza döndüğünü, yıllarca onunla derse girerek her şeyi kelimesi kelimesine öğrendiğini, hatta bu arada hocasının yaşam biçimini, inançlarını da birebir kopyaladığını, sonra hocasının yerine derslere girmeye başladığını ve o dönemde tüm sınavları başarıyla vermesini müteakip, onu vatana kazandıran hocasının rektörlüğü döneminde kadrolu bir hoca olduğunu bilmesek… Peki Rektörümüz bu şekilde Tuhaflıklar Fabrikamıza girmişti de ya bu deli kadın?”…sh. (108)
Asistan, koridorda yürürken, bir yandan unvanların ve isimlerin belirtildiği levhaları okur ve onlarla ilgili hikâyeler hatırlar. Mesela, “Tuhaflıklar Fabrikasında üst düzey idari görevlerde bulunmuş bir hocanın onar yıl arayla hoca kadrosuna aldığı üç metresinden 2 numaralı olanı”nı… “Diğer ikisi, binanın bambaşka kısımlarındaki odalarında oturuyorlardı rivayete göre ve onları buralara yerleştiren ve her gün bu odalar arasında mekik dokuyarak bir yandan sporunu da yapan Çapkın Hocamız, en nihayet çok genç bir öğrencisi ile evlenerek hem eşini hem de bu üç metresini Tuhaflıklar Fabrikamızda bırakarak buraları terk etmişti. Odasının önünden geçtiğim 2 Numaralı Hoca’nın ben de öğrencisi olmuştum geçmişte. Kadıncağız, tanıdığım en naif insanlardan biriydi. Tüm derslerde öğrencilerle sadece sohbet eder, imtihanlarda herkese çok yüksek notlar verirdi. Güzel giyinmesi, güzel bir kadın olması ve en çok da güler yüzlü olması nedeniyle öğrencileri arasında çok sevilen bu hocamız maalesef okuma yazma bilmezdi. Bununla birlikte, kıdemli profesör olarak emekli olduğunda onuruna düzenlenen törene ben de katılmıştım. Meslek hayatı boyunca yazması icap eden her şeyi asistanlarının yazdığını hem asistanlık hem hocalık zamanlarımdan bilirim. Bu noktada artık isyan edip, beni bir mecnun addedenler olacaktır. ‘O kadar tahsil okuma yazma bilmeden nasıl yapılır? Çocuklar bile okur-yazar,’ diyenler de… Bizi tuhaf yapan da budur işte! 2 Numaralı Hocamız, çok uzun yıllara yayılan bir eğitimi tamamlayarak hocalık payelerini bir bir almış ve bu süreçte asla okur-yazar olamamıştı. Daha da ilginci ‘Pes artık!’ dedirtecek olanı ise, mezkûr hocamızın bunu saklama gereği de duymamış olmasıydı. Kendisini Tuhaflıklar Fabrikamıza getiren Çapkın Hocamız okuma-yazma öğrenemeyişi deha emaresi olarak duyurmuş, diğer hocalar da ama Çapkın Hocamızın dostu olduklarından ama düşmanlığını kazanmak istemediklerinden buna itiraz etmemişti. Kimileri ise, yaşamlarında hiç deha görmemiş olduklarından ve bu eksiklikleri anlaşılmasın diye, iddiayı sahibinden daha fazla sahiplenmişlerdi.” (sf. 166-167)
Prof. Dr. Eyüp Aygün Tayşir’in Tuhaflıklar Fabrikası; zekice, incelikle yapılmış göndermeler, tasvirlerle ve zarif bir bombardımanla(!) mücehhez, (eğitim) hayatımıza, sorunlarımıza dair, farklı okumalar yapılabilecek özgün bir eser. Çoğu kere hüzünlenmekle beraber, gülümsemeyi de ihmal etmedim.
Sayın Hocamızın zengin muhtevalı kitabını tavsiye ediyorum; hem belki de, Büyük Âlim’e ait, ısrarla aranılan eser odur.