Trebbus Mevlevîhânesi

Giriş: Hz. Mevlânanın izini izleyip, yolunu gözleyenlerin yoluna, Mevlevîlik; yapılanmasına da Mevlevîhâne denilmiştir. Mevlevîliğin anabinası ve merkezi, Konya Mevlâna Dergâhıdır.

Genel olarak “Mevlevîhâne” diye anılan bu tarîkat binalarının gerek hacim ve gerekse teşkilât mekanizması yönlerinden büyüklerine “Dergâh”; orta eb’ada olanlarına “Tekke”, küçüklerine de “Zâviye” denilmiştir. Bu taksimat, sadece hacim ve eb’ad olarak değil,, teşekkül, kadro, donanım, fonksiyon ve protokol yönlerinden de birbirlerinden farklı mânâ ve mahiyete sahiptirler. Bir de “Âsitâne” vardır ki, bu saydıklarımızın üstünde, daha etkili ve işlevliği daha geniş mevlevînanelerdir. “Mevlevî Âsitânesi” denilince akla ilk gelen yer, “Konya Mevlâna Dergâhı”dır. Tarikat Pîri’nin türbesi buradadır. İntisap etmek isteyen buraya başvurur ve gerekli muamelelere burada tabi tutulur, işlemler burada tamamlanır. Mevlevî âdâp ve erkânından olan “Çile”, burada çıkarılır.

Selçuklular zamanında devletin çeşitli yerlerinde Mevlevîhâne şubeleri açılmıştır. Genişleyen etki alanları sebebiyle, Konya’dakinin yanısıra diğer bazı Mevlevîhânelere de “âsitâne”lik vasfı verilmiştir. Meselâ, Afyon Karahisar, Eskişehir, Bursa, Manisa, Gelibolu, Yenikapı, Bahariye, Kasımpaşa, Kulekapısı (Galata), Halep, Kahire Mevlevîhâneleri, birer âsitânedirler.
Mevlevîliğin yediyüz yıllık mazisini gözden geçirdiğimiz zaman, Osmanlı İmparatorluğu’nun gayet geniş topraklarında, Bağdat’tan Bingazi’ye; Mekke-i Mükerreme’den, Peşte’ye varıncaya kadar, mevlevîhâne şubelerinin açıldığını görürüz. Bamberg Üniversitesi (Almanya) Türkoloji Enstitüsü tarafından 20-31 Temmuz 1991 tarihleri arasında gerçekleştirilen geniş katılımlı uluslararası “Osmanlı Mevlevîhâneleri Sempozyumu”nda sunulan araştırma sonuçlarına göre mevlevîhânelerin sayısı, yüzün çok üzerindedir. Gerek Selçuklular’da ve gerekse Osmanlılar’da faaliyette bulunan bütün mevlevîhânelerin her türlü işlemleri, Konya Mevlâna Âsitânesi’nden yürütülüyordu. Hepsi de, Konya’ya bağlı; “Makam Çelebisi”de burada idi.
Verilen bu sayı, Osmanlı İmparatorluğu dönemindekilerin toplam rakamıdır. Daha sonra da, çeşitli ülkelerde Hz. Mevlâna ve Mevlevîliği araştıran, Mesnevî-i Şerîf’i tetkik ve tahkik eden özel ve resmî kurum ve kuruluşlar faaliyete geçmişlerdir. Japonya’dan, İngiltere ve Amerika’ya kadar dünyanın çeşitli ülkelerinde pek çok mevlevîhâne bu gün, çok sayıda muhip, mensup ve müntesibiyle kendi bölgesinde ve çapında faaliyettedir. Bunlarla toplam sayının, iki yüze ulaştığını düşünebiliriz. Zaman zaman düzenlenen bilimsel toplantılarda;oralara kadar giden semazen gurupları vasıtasıyla ve her yıl “Şeb’-i Arus” törenleri için Konya’ya gelenleriyle tanışma imkânı bulunmakta ve faaliyetlerinden haberdar olunmaktadır.
Trebbus Mevlevîhânesi:
Almanya’da faaliyette bulunan mevlevîhânelerden birisi de, “Trebbus Mevlevîhânesi”dir. Şeyhi, “el-Hac Abdullah Halis Dombrach”dır. O, (5. 5. 1955) tarihinde Berlin’de dünyaya gelir. Babası ressamdır; Güzel eserler ortaya koyar. 1996 yılında, İslâmiyet’le maalesef müşerref olamadan, 86yaşında iken ölür.
Dombrach, 19 yaşında iken Müslüman olur. “Abdullah Hâlis” adını alır; “Hacı Abdullah Hâlis Dombrach el-Mevlevî” diye tanınır. Makine Mühendisliği öğrenimi görür. Tekstilcilikle meşgul olur. Bir ara tercümanlık da yapar. Daha sonra bunların hepsinden el çekerek, tasavvufî âleme intisap etmeye karar verir.
Abdullah Hâlis Dombrach, İstanbul’a gelir. Hayli zaman burada yaşar. Tasavvuf meclislerine devam eder. Sâdık dostlar edinir. Halep’e gider. Buradaki Mevlevî çevresine dahil olur. Yıllarca hizmette bulunur. Ve sonunda, Halep’te, “Meşîhât-ı Tarîkat-ı es-Sâdât-ı el-Mevleviyye” tarafından “külâhı tekbirlenilerek”, kendisine “Tarîkat icâzeti” verilip, görev tevdi edilir. Zaman içerisinde çeşitli cemaatlerin arzu teklifleri ve ısrarları üzerine onların yollarının şeyhliğini de deruhte eder. O şimdi, Mevlevîliğin yanısıra, Nakşî, Kadirî, Rufâî ve Cerrâhîliğin de şeyhliğini yapmaktadır.
Daha sonra Almanya’ya döner. (Trebbus- Dorfstr. 63) ’de, harap bir çiftliği satın alır. Etrafında toplanan muhip ve müntesipleriyle elbirliği ederek, eline imkân geçtikçe buradaki binaları teker teker restore edip, hizmete sunar. Mescid, sema’-hâne, yemekhane, yatakhane, kütüphanesiyle modern bir mevlevîhâne hüviyeti kazanır. Geniş bir salonda, sembolik olarak “Şems makamı”nı teşkil eder. Hayli zaman alan ve gayet yorucu olan bu çalışmaları, Hz. Pîr aşkına, yılmadan yerine getirir. Ve burada “Trebbus Mevlevîhânesi”ni faaliyete geçirir. Başta Almanya olmak üzere, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden, ruhen rahatsız olan, mânevîyata susamış, huzûr arayan kişiler buraya gelirler. Kısa veya uzun süre kalarak, yapılan ders ve sohbetlerden istifade ederler. Bu mahiyetiyle burası tam bir modern tekke, imaret durumuna gelir. Bu huzur ve huşû yuvası, onlar için tam bir melce olur. Açık denizlerde korkunç rûhî fırtınalara, kasırgalara maruz kalanlardan nasibi olanlar bu mâneviyat limanına sığınarak, sükûnet ve huzûr bulurlar. Mutlu olurlar.
H. Abdullah el-Mevlevî, son yıllarda buradaki onarılan bir binada, etnografik eşyalar sergisi ile, bir de Mevlevî Arşivi ve Bilgi Merkezi oluşturup, faaliyete sunar. ”Mevlevîhâne” adıyla bir dergiyi yayına koyarlar. Modern iletişim araçları vasıtasıyla dünyanın dörtbir tarafında ilgi duyanlarla bağlantı kurarak, herkese yardımcı ve faydalı olmaya devam ederler. Yıl başında ilân etikleri bir program takvimi ile, muntazam şekilde konferans ve sempozyumlar düzenlerler.
Onu, Konya’da hoş bir tevâfukla tanıma imkânını bulmuştum. Yanılmıyorsam, 2004 yılı ilkbaharında idi; Konya İl Halk Kitaplığı’ndaki Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınevi’nden çıkıp, Katlı Oto Parka doğru üç-beş adım atmıştım ki biraz ilerimde, hayli mücessem görünüme sahip bir zât gözüme çarpmıştı . Üzeri cübbeli, başı takkeli,, gözlüklü, uzunca beyaz sakallı, sarışın ve aydınlık çehreli; sol elinde çantası olan, sağ eliyle de digital makinesiyle Mevlâna Dergâhı’nın fotoğraflarını çekmekle meşgul olan bu zat hemen dikkatimi celbetmişti. Olduğum yerde duraklayıp, onu bir süre seyrettikten sonra, yanına yaklaşarak, ”Hoş geldiniz; nerelisiniz?” diye sormak ihtiyacını hissettiğimi hatırlıyorum. O da bana bakıp, Türkçe, “Almanım . Müslümanım el-hamdülillâh” diye cevap vermişti. Bu lâtîf cevabındaki ses tonu, ifade tarzının nefaseti üzerine yaklaşıp, musafaha ettikten sonra, bir çay-kahve ikram edip-edemiyeceğimi sordum. “Niye olmasın” dedi. Ben bu teklifi yapmıştım ama, Türbeönü’nde onu misafir edebileceğim nezih anlamda bir kahvehanenin maalesef olmadığını düşünmemiştim. Ama, ağzımdan çıkmıştı bir kere;çare bulacaktık. O anda hatırıma, Dergâh Oteli geldi. Oraya buyur ettim. Lobideki rahat koltuklara yerleşip, sohbete daldık. Kısaca kendisinden, Mevlevîliğinden, Trebbus’tan bahsetti. Müslüman oluşunu anlattı. Kendisini çok enteresan bulmuş, takdir etmiş ve bu ilk görüşmemizde bile çok sevmiştim . Yaklaşık bir saat kadar süren bu sohbetin ardından ertesi gün, devamlı uğradığı Şems Kitabevi’nde buluşmak üzere ayrıldık.
H. Abdullah Hâlis efendi, müteakip yıllardaki gelişinde de, Almula – Şems Oteli’nde kalır. Şems Kitabevi’nde buluşmalarımız da devam etti. Bir akşam birkaç dostla birlikte akşam çorbası ve sohbeti için fakirhâneye davet etim. Kabul buyurdular, teşrif ettiler. Doyulmaz sohbet, gecenin hayli ilerlemiş saatlerine kadar devam etmişti.
O, hemen her yıl İstanbul üzerinden Konya’ya gelir. Birkaç gün kalır. Sonra Halep’e geçer. Birkaç hafta sonra aynı güzergâhla Almanya’ya döner. Hemen her teşrifinde de beni arma nezaketinde bulunur. Sohbet ederiz. İlk eşi, Almanya’ya yerleşmiş olan Balıkesir’li bir hanımdır. Üç çocukları olur. Ama aralarında arzu ettiği uyumu, bütün çabalarına rağmen bir türlü sağlayamaz. Hanım, onun gece ibadetlerini, müstehap oruçlarını bir türlü anlayışla karşılamaz. ve der ki, “Bu kadar namaz, oruç ne oluyor? Benim bildiğim namaz, bayramlarda; oruç da ramazanlarda olur. ” diyerek kendisini fazla dindar gördüğü için ayrılmaya karar verir…İkinci izdivacını bir Alman hanımla yapar. Tanışırlar, birbirlerine karşı anlayış gösterirler. Hanım, “Ama der; Müslüman olmam. !. ”. Israr etmez. Evlenirler. Bir gün İstanbul’a gelirler. Kasımpaşa’daki dergâhta, H. Muzaffer Ozak’ı ziyaret ederler. H. Ozak efendi, eşine, “Bir bak bakalım başında nasıl duracak; yakışacak mı ? Bir dene. . ” diyerek bir eşarp armağan eder. Hanım, bir daha başından çıkartmaz. Bir süre sonra da, “Ben Müslüman olacağım. . ” arzusunda bulunur. . Bunun üzerine H. Abdullah Efendi lâtîfe olarak: “Hayır olamazsın. ” der. Eşi ısrar eder, “Hayır !”cevabını alır. Ama bakar ki, içten ve samîmî bir arzu ve ısrarı var; “Peki” der ve eşi böylece Müslüman olma şerefine erişir. Bu hikmet, himmet ve hizmet dalgaları böylece yalçın kayalar gibi katılaşmış gönülleri yalayıp, aşındırmaya, yumuşatıp, eritmeye bıkıp usanmadan devam edip gider. .
Sohbetlerinde mutadım veçhile fotoğraflar çektim, notlar tuttum. Fotoğraflardan bazılarını ve şu iki sözünü burada, sohbetlerin kıvamı hakkında bir fikir vermesi için sizlerle paylaşmak istedim: “Ağaç ne kadar büyük de olsa kökü topraktadır;Esas büyüklük topraktadır. ”, “Düz arazide yankı meydana gelmez; Ses, yüksek, büyük dağlık yerlerde yansır. Onun için, büyüklerin sesi duyulur. ”.
Bu olanlar, Cenâb-ı Hakk’ın hidayeti ve Hz. Mevlâna’nın himmeti. . Nar içinde nura vesile oluyor ve olduruyor. Yediyüz yıldır onun aşk ocağından sıçrayan kıvılcımlar, binlerce kilometreyi, yüzlerce yılı katederek, ötelerdeki değişik iklimlerde, coğrafyalarda nice gönüllerde muhabbet ocağını tutuşturuyor. Nice ham kişileri olgunlaştırıp, kemale eriştirmeye devam ediyor.

Dr. Hasan ÖZÖNDER

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Merhaba Şehir Haberleri