Nereye gidiyoruz (3)
Osmanlı’nın başlangıcından bu yana, devletin bünyesinde birçok ırk vardır ama özellikle Türkler ve Kürtler her yerde ve her zaman yana yana görünmüşlerdir. Alparslan’ın Malazgirt muharebesi ile Anadolu’ya giren Türkler, hemen yanında kendileriyle omuz omuza savaşan Kürtleri bulmuşlardır. Bursa’nın fethi, İstanbul’un fethi, Mısır’ın alınması ve Mercidabık Savaşı, Ridaniye Savaşı, Kanije savunması, Balkanların fethi, Ruslar’la savaş ve diğer savaşlar ile son olarak da İstiklal savaşımız, hep bu ırkların birlikte çabalarıyla kazanılmıştır.
Bu esnada hiçbir askerin ağzından ben Türküm, sen Kürtsün, sen Çerkezsin, sen Arapsın gibi bir söz çıkmamış bunlar sadece “Ölürsek şehit, kalırsak gazi oluruz” imanıyla savaşmışlardır. Çanakkale savaşlarında ölen 250.000 askerimiz arasında Türk’te vardır, Kürt’te… Olayı tetkik etmek isteyenlerin, Çanakkale şehitliğini gezerken mezar taşlarına dikkatli bakmaları yeterlidir.
Birbirlerine et-tırnak gibi kenetlenmiş ve hepsi “aynı milletin çocukları” unvanına kavuşmuş bu insanlar ne oldu, nasıl oldu da şimdilerde birbirlerine (düşman edildi demiyorum) düşman edilmek istenmektedir?
Diğer ırkları birbirine bağladığı gibi özellikle bu iki ırkı birbirine nasıl bağlamışlardır? Şimdi nasıl oluyor da bazı ırk davası güden insanlar, dağa çıkıyor, silaha sarılıyor ve aramıza düşmanlık tohumu ekmek istiyorlar?
Bunun için Osmanlı dönemi politikalarına biz göz atmakta fayda vardır.
OSMANLI DÖNEMİ POLİTİKALARI
Osmanlı döneminde uygulanan sosyal politikalar, “millet İbrahim-i hanifa (İbrahim’in milletinden olmak)” esasına dayanan ve bütün ırkları kucaklayan “Ümmet politikasıydı” Bu politikalar, bünyesinde “İslam kardeşliğini” esas almakta bir ırkın diğer bir ırka üstünlüğünü reddetmekteydi.
Bu inancın tezahürü olarak günde beş vakit namazda bir araya gelen Müslümanlar, zengini – fakiri, genci – yaşlısı, Türk’ü – Kürdü veya diğer ırktan insanları oluşturdukları saflarda biri diğerini bir parmak ileri geçememekte, hepsi aynı safta el bağlamaktaydı.
İkinci önemli hususiyeti, devlet ve hükümet idaresi saltanat (babadan oğla geçmesi) esası üzerine kurulduğundan, hükümet idaresini belirlemek halkın işi değildi. Halk, ilimle, ticaretle, sanatla, aile fertlerinin yetiştirmesi ve diğer işleri ile uğraşırdı. Batı ülkelerinde olduğu gibi Seçim yapıyoruz diye insanlar değişik gurup ve partilere ayrılarak birini öldüresiye hırpalamaz, birbiri aleyhine karalama ve tezvir kampanyalarına katılmazdı. Böylece Osmanlı devleti, milli birliğini zedelemeden idaresini belirlemiş olurdu.
Osmanlı döneminin üçüncü önemli hususiyeti, köylere kadar yayılmış bulunan tekke ve zaviyeler ile medreselerin halkın üzerine etkileriydi. Bunların görevleri, halka İslamı öğretmek, halkın İslam fazileti üzerinde birleşebilmelerini temin edecek çalışmalar yapmaktı.
Sonra bunlar kapatıldı. Bu çalışmaları gizli yapanlar bile takibe alındı. Bu gün dahi hatıralardan silinmeyen o günlere ait özelliklerin; ahır ve kışla yapılan camiler, sakalından ve cübbesinden sürüklenen aksakallı hocalar, Jandarma dipçiği ile kapatılan Kur’an kursları, hapisler, işkenceler, zulümler, idamlar… olarak algılanmaktadır.
Diğer önemli bir husus, Osmanlı (henüz sanayi bulunmadığından) ziraat ve tarım politikalarına önem vermiş, halkın aç kalmaması için, hükümet halk üretim yapmaya teşvik edilmiş ve destek olunmuştur. Bugün halk çılgınca bir tüketime teşvik edilmekte ve hatta üretim yapanlar cezalandırılmaktadır. (2006 tarihili 5553 sayılı Tohumculuk kanunu)
Ekonomik yapıda faiz bulunmadığından, (bu gün altının, dövizin ve mal fiyatlarının arkasından yetişilememektedir) mal ve para değerleri hiçbir zaman halkın aleyhine değişmez, halkın büyük bir kesimi, fakirlik ve açlık sınırına gelmezdi.
Millet, sahip olduğu manevi yapısıyla yardımlaşma ve dayanışma içerisindeydi.
Osmanlı’nın her sahada uyguladığı bu politikalar sebebiyle Batılılar, emellerini gerçekleştirmeye imkân bulamıyorlardı. Çünkü millet birbirini kardeş görüyor, bir yerde dara düşen insanların yardımına diğer yerdeki kardeşleri koşarak geliyor ve o yaraları sarıyordu.
Çanakkale şehitliğini gezenler göreceklerdi ki orada yatanlar, Osmanlı’nın yukarıda belirtmeye çalıştığım politikaları ile yetişmiş; ırkları, ülkeleri ve hatta dilleri farklı olmakla birlikte “Allah, Allah…” nidaları ile aynı uğurda şehit düşmüş insanlardır.
Terörden kurtulmak isteyenler, bu politikalara iyi dikkat etmelidirler.
IRKÇILIK FELAKETİ
Bu gün ülkemizde terör yaşanıyor ve herkes bir tedirginlik yaşıyorsa bunun temelinde ırkçılık cereyanın yatmaktadır. Kürtçülük propagandaları, Kürtlerin bağımsızlığı, Kürtlerin üstünlüğü, Kürdüm, daha doğruyum ve daha çalışkanım… gibi sloganlar, Doğuda ki bir takım aklı evvel insanların bunlara kanmasını sağlamış ve bunlar ülkemizi bölmek isteyenlerin oyununa gelmişlerdir.
Bu ayrışmanın ırkçılıkla gelişeceğini daha baştan hesap eden Siyonizm, kendisine Yahova’nın (Yahudi’nin tanrısı) addettiği “arz-ı mev’ut – vaat edilmiş toprakları” işgal edebilmek için bu topraklar üzerinde yaşayan insanların milli birlik ve beraberliklerinin ortadan kaldırılması ve birbirine düşman edilmesini istemiş ve bunu işleme koymuştur. Bilindiği gibi Arz-ı mev’ut; “Nil ile Fırat arasında ki topraklardır” ve Anadolu’muzun Doğu ve Güneydoğusu bu tasnifin içine sokulmaktadır.
Teodor Herzel bunu için 1898 de Bazel’de yaptığı Siyonist kongresinde, Siyonizm’in ideallerini koymuştur. Bu toplantıdan 50 sene sonra İsrail’in kurulacağını 100 sene sonra da Arzı-ı mev’udun da ele geçirilerek Büyük İsrail kurulacağını ilan etmiştir. (İsrail 1948 de kuruldu) Yine bunun için Hayım Naum; İstiklal harbi sonrası, milletimizin bölünerek yok edilmesi içim kendi adıyla anılan Hayım Naum doktrinini koymuştur. Bunun için Emanuel Karaso Selanik milletvekili olarak Osmanlı son dönem parlamentosunda yer almıştır.
Bunun için önce Moiz Kohen, “Tekin Alp” takma adıyla önce “Kürtçülüğün esasları” kitabını yayınlamış daha sonra “Türkçülüğün esasları” adında ki kitabını yazmıştır. İtalyan Yahudi’si Lazoro Franko ülkemizde ırkçılık hareketlerinin gelişebilmesi için milyonlarca altını gözünü kırpmadan harcamış, binalar yaptırmış ve tesisiler kurmuştur.
Osmanlı’nın başlangıcından bu yana, devletin bünyesinde birçok ırk vardır ama özellikle Türkler ve Kürtler her yerde ve her zaman yana yana görünmüşlerdir. Alparslan’ın Malazgirt muharebesi ile Anadolu’ya giren Türkler, hemen yanında kendileriyle omuz omuza savaşan Kürtleri bulmuşlardır. Bursa’nın fethi, İstanbul’un fethi, Mısır’ın alınması ve Mercidabık Savaşı, Ridaniye Savaşı, Kanije savunması, Balkanların fethi, Ruslar’la savaş ve diğer savaşlar ile son olarak da İstiklal savaşımız, hep bu ırkların birlikte çabalarıyla kazanılmıştır.
Bu esnada hiçbir askerin ağzından ben Türküm, sen Kürtsün, sen Çerkezsin, sen Arapsın gibi bir söz çıkmamış bunlar sadece “Ölürsek şehit, kalırsak gazi oluruz” imanıyla savaşmışlardır. Çanakkale savaşlarında ölen 250.000 askerimiz arasında Türk’te vardır, Kürt’te… Olayı tetkik etmek isteyenlerin, Çanakkale şehitliğini gezerken mezar taşlarına dikkatli bakmaları yeterlidir.
Birbirlerine et-tırnak gibi kenetlenmiş ve hepsi “aynı milletin çocukları” unvanına kavuşmuş bu insanlar ne oldu, nasıl oldu da şimdilerde birbirlerine (düşman edildi demiyorum) düşman edilmek istenmektedir?
Diğer ırkları birbirine bağladığı gibi özellikle bu iki ırkı birbirine nasıl bağlamışlardır? Şimdi nasıl oluyor da bazı ırk davası güden insanlar, dağa çıkıyor, silaha sarılıyor ve aramıza düşmanlık tohumu ekmek istiyorlar?
Bunun için Osmanlı dönemi politikalarına biz göz atmakta fayda vardır.
OSMANLI DÖNEMİ POLİTİKALARI
Osmanlı döneminde uygulanan sosyal politikalar, “millet İbrahim-i hanifa (İbrahim’in milletinden olmak)” esasına dayanan ve bütün ırkları kucaklayan “Ümmet politikasıydı” Bu politikalar, bünyesinde “İslam kardeşliğini” esas almakta bir ırkın diğer bir ırka üstünlüğünü reddetmekteydi.
Bu inancın tezahürü olarak günde beş vakit namazda bir araya gelen Müslümanlar, zengini – fakiri, genci – yaşlısı, Türk’ü – Kürdü veya diğer ırktan insanları oluşturdukları saflarda biri diğerini bir parmak ileri geçememekte, hepsi aynı safta el bağlamaktaydı.
İkinci önemli hususiyeti, devlet ve hükümet idaresi saltanat (babadan oğla geçmesi) esası üzerine kurulduğundan, hükümet idaresini belirlemek halkın işi değildi. Halk, ilimle, ticaretle, sanatla, aile fertlerinin yetiştirmesi ve diğer işleri ile uğraşırdı. Batı ülkelerinde olduğu gibi Seçim yapıyoruz diye insanlar değişik gurup ve partilere ayrılarak birini öldüresiye hırpalamaz, birbiri aleyhine karalama ve tezvir kampanyalarına katılmazdı. Böylece Osmanlı devleti, milli birliğini zedelemeden idaresini belirlemiş olurdu.
Osmanlı döneminin üçüncü önemli hususiyeti, köylere kadar yayılmış bulunan tekke ve zaviyeler ile medreselerin halkın üzerine etkileriydi. Bunların görevleri, halka İslamı öğretmek, halkın İslam fazileti üzerinde birleşebilmelerini temin edecek çalışmalar yapmaktı.
Sonra bunlar kapatıldı. Bu çalışmaları gizli yapanlar bile takibe alındı. Bu gün dahi hatıralardan silinmeyen o günlere ait özelliklerin; ahır ve kışla yapılan camiler, sakalından ve cübbesinden sürüklenen aksakallı hocalar, Jandarma dipçiği ile kapatılan Kur’an kursları, hapisler, işkenceler, zulümler, idamlar… olarak algılanmaktadır.
Diğer önemli bir husus, Osmanlı (henüz sanayi bulunmadığından) ziraat ve tarım politikalarına önem vermiş, halkın aç kalmaması için, hükümet halk üretim yapmaya teşvik edilmiş ve destek olunmuştur. Bugün halk çılgınca bir tüketime teşvik edilmekte ve hatta üretim yapanlar cezalandırılmaktadır. (2006 tarihili 5553 sayılı Tohumculuk kanunu)
Ekonomik yapıda faiz bulunmadığından, (bu gün altının, dövizin ve mal fiyatlarının arkasından yetişilememektedir) mal ve para değerleri hiçbir zaman halkın aleyhine değişmez, halkın büyük bir kesimi, fakirlik ve açlık sınırına gelmezdi.
Millet, sahip olduğu manevi yapısıyla yardımlaşma ve dayanışma içerisindeydi.
Osmanlı’nın her sahada uyguladığı bu politikalar sebebiyle Batılılar, emellerini gerçekleştirmeye imkân bulamıyorlardı. Çünkü millet birbirini kardeş görüyor, bir yerde dara düşen insanların yardımına diğer yerdeki kardeşleri koşarak geliyor ve o yaraları sarıyordu.
Çanakkale şehitliğini gezenler göreceklerdi ki orada yatanlar, Osmanlı’nın yukarıda belirtmeye çalıştığım politikaları ile yetişmiş; ırkları, ülkeleri ve hatta dilleri farklı olmakla birlikte “Allah, Allah…” nidaları ile aynı uğurda şehit düşmüş insanlardır.
Terörden kurtulmak isteyenler, bu politikalara iyi dikkat etmelidirler.
IRKÇILIK FELAKETİ
Bu gün ülkemizde terör yaşanıyor ve herkes bir tedirginlik yaşıyorsa bunun temelinde ırkçılık cereyanın yatmaktadır. Kürtçülük propagandaları, Kürtlerin bağımsızlığı, Kürtlerin üstünlüğü, Kürdüm, daha doğruyum ve daha çalışkanım… gibi sloganlar, Doğuda ki bir takım aklı evvel insanların bunlara kanmasını sağlamış ve bunlar ülkemizi bölmek isteyenlerin oyununa gelmişlerdir.
Bu ayrışmanın ırkçılıkla gelişeceğini daha baştan hesap eden Siyonizm, kendisine Yahova’nın (Yahudi’nin tanrısı) addettiği “arz-ı mev’ut – vaat edilmiş toprakları” işgal edebilmek için bu topraklar üzerinde yaşayan insanların milli birlik ve beraberliklerinin ortadan kaldırılması ve birbirine düşman edilmesini istemiş ve bunu işleme koymuştur. Bilindiği gibi Arz-ı mev’ut; “Nil ile Fırat arasında ki topraklardır” ve Anadolu’muzun Doğu ve Güneydoğusu bu tasnifin içine sokulmaktadır.
Teodor Herzel bunu için 1898 de Bazel’de yaptığı Siyonist kongresinde, Siyonizm’in ideallerini koymuştur. Bu toplantıdan 50 sene sonra İsrail’in kurulacağını 100 sene sonra da Arzı-ı mev’udun da ele geçirilerek Büyük İsrail kurulacağını ilan etmiştir. (İsrail 1948 de kuruldu) Yine bunun için Hayım Naum; İstiklal harbi sonrası, milletimizin bölünerek yok edilmesi içim kendi adıyla anılan Hayım Naum doktrinini koymuştur. Bunun için Emanuel Karaso Selanik milletvekili olarak Osmanlı son dönem parlamentosunda yer almıştır.
Bunun için önce Moiz Kohen, “Tekin Alp” takma adıyla önce “Kürtçülüğün esasları” kitabını yayınlamış daha sonra “Türkçülüğün esasları” adında ki kitabını yazmıştır. İtalyan Yahudi’si Lazoro Franko ülkemizde ırkçılık hareketlerinin gelişebilmesi için milyonlarca altını gözünü kırpmadan harcamış, binalar yaptırmış ve tesisiler kurmuştur.