İnsanın hayâtı bulunduğu ortama göre şekilleniyor. Toplum ve millet olarak da dünyânın etkileşim ağına uygun olarak biçimleniyor. Bireysel düşünüldüğünde çevredeki insanların davranışları kişiye ölçü oluyor. Çevrendekiler nasıl davranıyorlarsa senin davranışların da onlarınkinin dışına çıkamıyor. Çıkarsa ayıplanıyor yahut kınanıyor.
Milletler, ülkeler savaş çığırtkanlığı yaparken senin barıştan bahsetmen imkan dışı kalıyor. Herkesin ahlâkî yönden zayıflığa doğru gitmesine karşın, ‘olmaz bu gidiş yeniden ahlâki kazanımlar’ dediğiniz zaman ‘çağdışı’ bulunuyorsunuz. Herkes ‘at at, yenisini al’ derken siz ‘atmayın bu israftır, eskimeden almayın’ fikrindeyseniz ‘hadi oradan sen de şimdi yenilenme zamânı’ diye bir köşeye sıkıştırılıyorsunuz.
Toplumda değer bozukluğu hat safhada olduğu için insanların kafası karışmış durumda acaba nasıl yaşasalar? İnsan kimi memnun etse, çevresini mi, kendisini mi? İç âlemiyle taban tabana çelişen şu çağla aslında insanın sorunları var fakat bunu göremez durumda. Dolayısıyla bugün insan arayışlar ve bunalımlarla daralmış vaziyettedir.
İşte yaşadığımız dünya! Ve geldiğimiz en ileri nokta!
Bugün insan,
‘Sevinçleri üzüntüleri, başarıları problemleri, varlık ve yoklukları nasıl karşılıyor?’
‘Âileden, kadından, çocuktan, dostluktan, ebeveyne saygıdan, insandan anladığı nedir?’
‘Ahlak, vicdan, sevgi, mutluluk, özgürlük, kader, irâde, akıl, sorumluluk duyguları hayâtının neresinde?’
‘Bilgi, kültür, gelişim, değişim, rûhi donanım, hastalık, yaşlılık, ölüm fikirleri yaşamıyla iç içe mi yoksa bazıları kıyıya mı itilmiş vaziyette?’
İnsan bu soruları mutlaka düşünmeli! İnsana soru sormaya devam edelim,
‘İnsan, hayâtında kitabın, yazının, tahsilin, üslûbun, eserin, sanatın yeri var mı?
‘Kendi kimliğiyle diğer kimlikler arasında ne gibi münâsebetler bulunuyor?’
‘Akraba ve insan ilişkilerinde kendi düzeyi ne? İletişimler sağlıklı mı? Hep maddeye yönelen hayat, insanı rahatsız ediyor mu?’
‘İfrat-tefrit, denge, şahsiyet bozuklukları, hakikat arayışları, metot, farklılık, birlik-berâberlik gibi kavramlar onun için ne arz ediyor?
Bugün maalesef bu cevap bekleyen sorular karşısında insan mecalsiz ve dermansızdır. Halbuki o her akan sele kapılmakta her esen rüzgara boynunu eğmektedir. İnsan hayâtın akışı içinde öylesine kaybolmuş ki maalesef o bu durumdan kendisini kurtaracak halde değildir. Hızla akan nehrin içinde küçük damlaların ne ehemmiyeti olur? Aynen bu misal gibi hayat içinde bir damla olan her insan o nehre kapılıp gidiyor. Akıntıya kapılan damlaların tabi olan akıntıda ne ehemmiyeti olur! Eğer akan su kirli ise damlalar temiz olsa ne yazar? Her temiz damla o kirden nasiplenir ve o da akan kirli suda pek tabî ki kirlenir. Ama temiz bir nehirde akan damlacıklarsa o temize karışarak ona râm olur.
Asrımızda insan sanki düşünme yeteneğini kaybetmişçesine bir gidişle ilerliyor. Onun en sık yaptığı şey, ‘Tenkit etmek.’ Her şeyi en iyi kendisi biliyor gibi kendini bilmez insan acımasızca her bir işi tenkit ediyor. Ana-babayı tenkit ediyor, öğretmeni müdürü bakanı siyâsetçiyi tenkit ediyor, düzeni sistemi yanlış giden şeyleri tenkit ediyor, dünya ülkelerini tenkit ediyor. Tenkit, tenkit, tenkit! Bu yüzden yapıcı olamıyor derken hayâtın hep olumsuz tarafları dünyâsını karartıyor. Ama bu arada başkalarını tenkit ederken kendini unutuyor. Halbuki insan kendi nefsini tenkit etse bu iş onun dünyâsını yeniden düzene sokacak ve ona aydınlıklar getirecek. Etrâfında tenkit ettiği şeyler belki insanın kendisinde de bulunabilir. Kendine bakmadan insanın âlemde işi ne? İnsan dış gözlem yerine iç gözlemle meşgul olsa kendi adına daha iyi bir iş yapmış olacak. Çünkü insan eleştirdiği hayat düzenine önce kendinden başlamaz ise bir yere varamaz. Bu sebeple insan ilkin ‘nefsi-nefsi’ demeli. Zira insan bir başka âlemde de ayni tekrarları yapacak!
İnsan bugün içinde yaşadığı yaşam tarzını tek başına değiştirmesi mümkün değildir. Fakat bozuk giden düzende şüphesiz her bireyin doğrulara yaşamasıyla o bozukluklar ancak düzelebilir. Asıl iş bir şeylerin doğru gitmediğinin tespitini yapabilmekte. Bugün yaşamın yanlışları insanların doğruları olmuş vaziyette. Dolayısıyla insanlarda bir arayış sıkıntısı ve bunalımı mevcut. Bunu fark edenler anlayabiliyorlar durumu ancak bu gerçeklerden bigâne yaşayanlarsa çoğunlukta. Ayrıca insanlar yaşadıkları hayatta, kendi ahlak-din-kültür değerleriyle bir benzerlik bulamadıkları gibi böylesi bir bütünlük içerisinde kendilerinin nerelerde durduklarının arayışı içindeler.
Bir zamanlar Atilla İlhan’ın; ‘ Batı ahlâkı bize uymadı. Dînî ahlakta ortaçağda kaldı. Bu boşluğu milli ahlakta dolduramadı.’ Diyerek toplumumuzda vâr olan bir boşluğu haklı olarak işâret ediyor. Acaba ‘milli ahlak’ın dinle alâkası var mı? Elbette ki var. Aslında insan hayâtının her safhasında insan farkında olsun, olmasın din vardır. Dinsiz hayat olmaz. Din hayâtın merkezindedir. Zirâ din kalp merkezlidir. İnançla ilgilidir. İnancın yeri önce kalp sonra zihindir. Bu sebeple din insan hayâtının merkezindedir her zaman.
Bizim insan olarak en büyük hatâmız inceliklere eğilmiyoruz. Öze inmiyoruz. Her işi kalıpta, görünürde yapıyoruz. Neden? Çünkü öze inmek fedâkarlık ve emek istiyor. Bu ise insanın işine gelmiyor. İnsan için karlı ve câzip bir şey değil bu. ‘Ye, iç, eğlen, keyfine bak’ mantığı varken ne lüzum var böylesi ince düşüncelere. Bunlar fantezi şeyler. Bu mantıkla hareket eden insan görünürde vâr olandan öte geçemiyor. O en kestirme yoldan dünyâda en güzel biçimde keyif ehli bir hayat yaşamayı yeğliyor. Hatta ‘Değmen benim dünyâma’ anlayışıyla kendi gündeminin dışına çıkmayı düşünmüyor. Yapısındaki tüm aksiyonları kendi mefaatlerine harcamayı tercih ediyor.
Ne yapalım bu dünya bir tercih dünyâsı. İsteğimiz o ki herkes kendisi için en doğruyu seçsin. Hayâtı, dünyâyı daha ince değerlendirme dileğiyle…
Milletler, ülkeler savaş çığırtkanlığı yaparken senin barıştan bahsetmen imkan dışı kalıyor. Herkesin ahlâkî yönden zayıflığa doğru gitmesine karşın, ‘olmaz bu gidiş yeniden ahlâki kazanımlar’ dediğiniz zaman ‘çağdışı’ bulunuyorsunuz. Herkes ‘at at, yenisini al’ derken siz ‘atmayın bu israftır, eskimeden almayın’ fikrindeyseniz ‘hadi oradan sen de şimdi yenilenme zamânı’ diye bir köşeye sıkıştırılıyorsunuz.
Toplumda değer bozukluğu hat safhada olduğu için insanların kafası karışmış durumda acaba nasıl yaşasalar? İnsan kimi memnun etse, çevresini mi, kendisini mi? İç âlemiyle taban tabana çelişen şu çağla aslında insanın sorunları var fakat bunu göremez durumda. Dolayısıyla bugün insan arayışlar ve bunalımlarla daralmış vaziyettedir.
İşte yaşadığımız dünya! Ve geldiğimiz en ileri nokta!
Bugün insan,
‘Sevinçleri üzüntüleri, başarıları problemleri, varlık ve yoklukları nasıl karşılıyor?’
‘Âileden, kadından, çocuktan, dostluktan, ebeveyne saygıdan, insandan anladığı nedir?’
‘Ahlak, vicdan, sevgi, mutluluk, özgürlük, kader, irâde, akıl, sorumluluk duyguları hayâtının neresinde?’
‘Bilgi, kültür, gelişim, değişim, rûhi donanım, hastalık, yaşlılık, ölüm fikirleri yaşamıyla iç içe mi yoksa bazıları kıyıya mı itilmiş vaziyette?’
İnsan bu soruları mutlaka düşünmeli! İnsana soru sormaya devam edelim,
‘İnsan, hayâtında kitabın, yazının, tahsilin, üslûbun, eserin, sanatın yeri var mı?
‘Kendi kimliğiyle diğer kimlikler arasında ne gibi münâsebetler bulunuyor?’
‘Akraba ve insan ilişkilerinde kendi düzeyi ne? İletişimler sağlıklı mı? Hep maddeye yönelen hayat, insanı rahatsız ediyor mu?’
‘İfrat-tefrit, denge, şahsiyet bozuklukları, hakikat arayışları, metot, farklılık, birlik-berâberlik gibi kavramlar onun için ne arz ediyor?
Bugün maalesef bu cevap bekleyen sorular karşısında insan mecalsiz ve dermansızdır. Halbuki o her akan sele kapılmakta her esen rüzgara boynunu eğmektedir. İnsan hayâtın akışı içinde öylesine kaybolmuş ki maalesef o bu durumdan kendisini kurtaracak halde değildir. Hızla akan nehrin içinde küçük damlaların ne ehemmiyeti olur? Aynen bu misal gibi hayat içinde bir damla olan her insan o nehre kapılıp gidiyor. Akıntıya kapılan damlaların tabi olan akıntıda ne ehemmiyeti olur! Eğer akan su kirli ise damlalar temiz olsa ne yazar? Her temiz damla o kirden nasiplenir ve o da akan kirli suda pek tabî ki kirlenir. Ama temiz bir nehirde akan damlacıklarsa o temize karışarak ona râm olur.
Asrımızda insan sanki düşünme yeteneğini kaybetmişçesine bir gidişle ilerliyor. Onun en sık yaptığı şey, ‘Tenkit etmek.’ Her şeyi en iyi kendisi biliyor gibi kendini bilmez insan acımasızca her bir işi tenkit ediyor. Ana-babayı tenkit ediyor, öğretmeni müdürü bakanı siyâsetçiyi tenkit ediyor, düzeni sistemi yanlış giden şeyleri tenkit ediyor, dünya ülkelerini tenkit ediyor. Tenkit, tenkit, tenkit! Bu yüzden yapıcı olamıyor derken hayâtın hep olumsuz tarafları dünyâsını karartıyor. Ama bu arada başkalarını tenkit ederken kendini unutuyor. Halbuki insan kendi nefsini tenkit etse bu iş onun dünyâsını yeniden düzene sokacak ve ona aydınlıklar getirecek. Etrâfında tenkit ettiği şeyler belki insanın kendisinde de bulunabilir. Kendine bakmadan insanın âlemde işi ne? İnsan dış gözlem yerine iç gözlemle meşgul olsa kendi adına daha iyi bir iş yapmış olacak. Çünkü insan eleştirdiği hayat düzenine önce kendinden başlamaz ise bir yere varamaz. Bu sebeple insan ilkin ‘nefsi-nefsi’ demeli. Zira insan bir başka âlemde de ayni tekrarları yapacak!
İnsan bugün içinde yaşadığı yaşam tarzını tek başına değiştirmesi mümkün değildir. Fakat bozuk giden düzende şüphesiz her bireyin doğrulara yaşamasıyla o bozukluklar ancak düzelebilir. Asıl iş bir şeylerin doğru gitmediğinin tespitini yapabilmekte. Bugün yaşamın yanlışları insanların doğruları olmuş vaziyette. Dolayısıyla insanlarda bir arayış sıkıntısı ve bunalımı mevcut. Bunu fark edenler anlayabiliyorlar durumu ancak bu gerçeklerden bigâne yaşayanlarsa çoğunlukta. Ayrıca insanlar yaşadıkları hayatta, kendi ahlak-din-kültür değerleriyle bir benzerlik bulamadıkları gibi böylesi bir bütünlük içerisinde kendilerinin nerelerde durduklarının arayışı içindeler.
Bir zamanlar Atilla İlhan’ın; ‘ Batı ahlâkı bize uymadı. Dînî ahlakta ortaçağda kaldı. Bu boşluğu milli ahlakta dolduramadı.’ Diyerek toplumumuzda vâr olan bir boşluğu haklı olarak işâret ediyor. Acaba ‘milli ahlak’ın dinle alâkası var mı? Elbette ki var. Aslında insan hayâtının her safhasında insan farkında olsun, olmasın din vardır. Dinsiz hayat olmaz. Din hayâtın merkezindedir. Zirâ din kalp merkezlidir. İnançla ilgilidir. İnancın yeri önce kalp sonra zihindir. Bu sebeple din insan hayâtının merkezindedir her zaman.
Bizim insan olarak en büyük hatâmız inceliklere eğilmiyoruz. Öze inmiyoruz. Her işi kalıpta, görünürde yapıyoruz. Neden? Çünkü öze inmek fedâkarlık ve emek istiyor. Bu ise insanın işine gelmiyor. İnsan için karlı ve câzip bir şey değil bu. ‘Ye, iç, eğlen, keyfine bak’ mantığı varken ne lüzum var böylesi ince düşüncelere. Bunlar fantezi şeyler. Bu mantıkla hareket eden insan görünürde vâr olandan öte geçemiyor. O en kestirme yoldan dünyâda en güzel biçimde keyif ehli bir hayat yaşamayı yeğliyor. Hatta ‘Değmen benim dünyâma’ anlayışıyla kendi gündeminin dışına çıkmayı düşünmüyor. Yapısındaki tüm aksiyonları kendi mefaatlerine harcamayı tercih ediyor.
Ne yapalım bu dünya bir tercih dünyâsı. İsteğimiz o ki herkes kendisi için en doğruyu seçsin. Hayâtı, dünyâyı daha ince değerlendirme dileğiyle…