Gençlik inceleme yazı serisi
Fikir ve inancın yayılabilmesi ve insanlar tarafından kabul görebilmesi için bir takım çalışmaların yapılması tabiidir. Tarihin hiç devrinde ve hiçbir fikir yoktur ki onun yayılması için çalışılmamış, bu uğurda fedakârlık yapılmamış olsun.
Peygamberler, gönderildikleri toplumlarda inanç esaslarını yayabilmek için her türlü eziyet ve işkenceye katlanarak çalışmışlardır. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) in “tebliğ (duyurma) ve irşad (aydınlatma)” çalışmalarını ne büyük sıkıntılar içerisinde yaptığını hepimiz biliyoruz.
Tebliğin arkasından “davet” gelmiş, kendilerine anlatılan fikirleri uygun bulanlar, bu fikirlere inananların oluşturduğu insanlar arasına davet edilerek bir topluluk oluşturulmaya ve “aynı fikre inananların bir dayanışma içerisine girmeleri” sağlanmaya çalışılmıştır. Bu bir araya gelmeye “Cemaatleşme” denmektedir.
Fikir veya inançlar, o topluluk tarafından hemen kabul edilmemiş, aksine bu inancın sahiplerine çeşitli tepkiler gösterilmiştir. Bu yeni fikirler etrafında toplananların artışına paralel olarak tepki ve eziyetlerin de dojazı gittikçe artmıştır. Yeni fikirlere kapalı ve eski görüş ve fikirlerinde kalmanın gerektiğine inanan toplumlar, fikir ve inançların doğru veya yanlışlığına bakmadan yeniye karşı kuvvetli bir muhalefet oluşturmuşlardır.
Önce yeni fikirlere karşı bigâne kalmışlar, onları yok saymışlar, hiçbir yerde bu görüşün sözünü etmemişlerdir. Buna “nisyan veya unutulmaya terk” diyoruz. Fikirler ve inançlar yayılmaya devam ettikçe bu sefer, “kötüleme, karalama ve yalanlama” yoluna gidilmiş, halkın kafası bulandırılmaya çalışılmıştır.
TESLİMİYETÇİLİK VE İŞBİRLİKCİLİK YOKTUR
Dar’ül Erkam’da (Erkam’ın evi) toplanan Müslümanlar, bir taraftan inzal olan yeni ayetleri öğrenirken, diğer taraftan topluluğun Seyyid’i (efendisi) nin hadis-i şerif ve sünnetlerini (sözlerini ve hareketleri) yakın takibe almış, bunların pratik hayatta yaşanmasına çalışmışlardır. Mekkeliler ise “Dar’ün Nedve” (Yönetim merkezi) de toplanıyorlar, bu yeni din’i (fikir ve inanç akımını) durdurmak için çareler arıyorlardı.
Öyle bir duruma gelindi ki ne yapılırsa yapılsın, yeni dinin yayılması önlenemedi. Müşrikler (Allah’a şirk-ortak koşanlar) bir kere de “rüşvet yolu” denenmelidir, diye düşündüler ve Amcası Ebu Talip’le Peygamberimize bazı teklifler ulaştırdılar.
“Muhammed, ne yapmak istiyor? Eğer bu çalışmalarının sonunda para ve mal toplamak istiyorsa, onu içimizde en zenginimiz yapalım. Eğer güzel ve asil bir kızla evlenmek istiyorsa, onu en güzel kızımızla evlendirelim. Yok, eğer başımıza geçmek istiyorsa onu başımıza emir seçelim” dediler. Bu tekliflerin karşılığında öne sürdükleri şart; “Ancak sürdürdüğü davadan ve putlarımızı kötülemekten vazgeçsin” dediler.
Peygamberimiz, “Bunların tekliflerini kabul etmiş gibi görüneyim, başlarına geçeyim. Elimde idareye ait yetki olacak, yapacağım işbirliği ile bunları yavaş yavaş kendi inancıma çekeyim” diye düşünmedi. Ve hatta böylesine yüksek menfaat teklifleri karşısında gözleri kamaşıp da, “teklifinizi bir düşüneyim” bile demedi. Çünkü bu tekliflerin yanında bu “davasından vazgeçme…” şartı vardı. İşte bu şart kabul edilemezdi.
Peygamberimiz, teklifi reddetti ve “Amca. Vallahi, bunlar güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler ben davamdan vazgeçmem” dedi.
Bir müddet sonra Peygamberimizin kumandasında ki İslam ordusu, Mekke’yi fethederek işin başına geçti ve yönetimi devraldı. Asıl konunun “işin başına geçip geçmemek değil, inançtan taviz verip vermemek” olduğu böylece görülmüş oldu.
İNANANLARIN GÜÇLENMESİ
“İnancın, önlenemeyen yükselişi” karşısında çaresiz kalan Mekke’liler bu kere “işkence, eziyet ve öldürme” yoluna sapmışlar ve Müslümanlığı böylece ortadan kaldırabileceklerini sanmışlardır. Hâlbuki eziyet ve işkenceler, bunu yapan Müşrikleri rahatlatıyorsa da, bunlara sabırla karşılayan Müslümanları fert ve toplum olarak güçlendiriyordu. “Ölürsem şehit olurum” inancı, ölümden önceki zulümlere katlanmayı kolaylaştırıyor, hiçbir eziyet ve zulüm Müslümanları yolundan döndüremiyordu.
Ancak münafıklar (inanmış gibi görünenler) bu tasnifin dışındaydı. Onlar şarkılarında; “birlikte yürüdüklerini” söylerlerken bile, birlikte oldukları insanları terk etmede asla tereddüt etmiyorlardı.
Münafıkların başı Abdullah İbn-i Ubey ve arkadaşları, giyim kuşamlarıyla, konuştukları kelimelerle ve hareketleriyle, “Müslümanlarla karşılaşınca biz sizdeniz derken, Münkir ve Müşriklerle bir araya geldiklerinde biz onları aldatıyoruz” derlerdi. Tabii bu halleriyle de “Takiyeleri – iki yüzlülüklerini” Müşriklere karşı değil, Müslümanlara karşı olduğu ortaya çıkıyordu.
“ZAFER İNANALARINDIR VE ZAFER YAKINDIR”
Tebliğ ve davet kesintisiz devam ederken yeni bir devreye giriliyor, buna “emr-i bil mağruf ve nehy-i anil münker - iyiliği emr etmek, kötülükten sakındırmak” devresi deniyordu. Bu devrede bütün Müslümanlar, çevrelerinde ki bütün insanlardan sorumlu olduklarının şuurunda bu görevi yerine getirmeye başladılar. Fert ve toplumda iyiliklerin yayılmasına ve kötülüklerin silinmesine çalıştılar.
Fertten topluma, toplumdan bütün İnsanlık âlemine hak’kın ve hayrın getirilmesinde son halka Cihad olmuştur. İnsanlık âleminden bütün kötülüklerin (hırsızlık, soygunculuk, içki, kumar, zina, adam öldürme, tecavüzler gibi) ortadan kaldırılmasını amaçlamaktadır. Buradaki şart ise “bi emval’i küm ve en füsiküm–mallarınızdan ve canlarınızdan” bu çalışmayı büyük bir gayretle yapmaktaydılar.
Eba Eyüp El Ensari; “Biz bir gazadan dönmüştük. Henüz üzerimizden silahlarımızı çıkarmadan Allah Resulü bizim bir başka gazaya çıkmamızı emretti.” Bir gurup Sahabi Peygamberimize gelerek; “Ya Resulallah. Şu an hurma bahçelerin çapalanma zamanıdır. Eğer bunu yapmazsak hurmadan verim alamayız ve hepimiz aç kalırız. Bu işlerimizi yapmak için bize biraz zaman tanır mısınız? Biz yine sizin emrinizdeyiz” dediler. Ancak o anda inen ayette Allah (c.c) bize; “kendinizi tehlikeye atmayın (cihad’ı terk etmek suretiyle)…” buyuruyordu. Biz de bütün işlerimizi bir tarafa bırakarak cihada koştuk” diyor.