Victor Hugo, “Gördüklerim, İşittiklerim” isimli hatıra kitabında Talleyrand isimli zekâsı ve entrikalarıyla ünlü, Fransız siyaset adamından söz eder.
Hugo, “Finis rerum!(İşlerin sonu)” dediği bir encamı şöyle anlatır:
“İşte önceki gün, 17 Mayıs 1838 günü bu adam öldü. Doktorlar gelip cesedi mumyaladılar. Bunun için, eski Mısırlılar gibi, karın boşluğundan bağırsakları ve diğer iç organları, kafa boşluğundan da beyni çıkardılar. Bunu yaptıktan sonra ve Prens Talleyrand’ı bir mumya haline getirip beyaz atlas kaplı bir tabuta yerleştirdikten sonra, çıkardıkları beyni, bunca şeyler düşünmüş, bunca insanları esinlemiş, bunca yapılar yükseltmiş, iki devrim yönetmiş, yirmi kral aldatmış, dünyayı kapsamı içine almış o beyni bir masanın üzerinde bırakarak çekip gittiler.
Doktorlar gittikten sonra, bir uşak girdi odaya ve onların bıraktıkları şeyi gördü: “Bakın hele! Şunu unutmuşlar!” dedi içinden. “Acaba ne yapsam diye?” düşündü. Birden sokakta bir lâğım bulunduğunu hatırladı ve gidip beyni o lâğımın içine attı.) (Düşün Yayıncılık, İstanbul, 1996, sh. 31)
Bu beyin hikâyesi üzerinde biraz oynar ve konuyu çekiştirirsek(!):
Talleyrand’ın sonu düşündürücüdür. O müthiş zekâ, en önemli âletini, nihayetinde kendini koruyamamıştır; çünkü cesetlerin gücü yoktur.
Beyni nasıl bir mekân hâline getirdiğimiz, nasıl bir vasatta yaşatıp, aklı ne(re)lere kullandığımız, harcadığımız önemsenmelidir.
Belki içine doluşan cehennemî çirkinlik ve pisliklerle, yarayışlı düşünceleri eritip mahveden veya dönüştüren(!) devasa bir çukur şeklini almıştır. İçinde yarayışlı pek az şey kalmıştır yahut yaşayan bir çöplük(!) gibi dolaşır.
Zihnin dondurulduğunu ya da kurutulduğunu; yeni güzel fikirlerle donatılıp, akıtılmadığını, ışıklandırılmadığını söyleyebiliriz belki de.
Sadece günü kurtarmaya, eğlenceye odaklı, ülküsüz; çalışma ve verimlerini de “hizmet” için değil, tek yanlı, neticede enaniyetinin sergileneceği bir vasıta olarak kullanan insanoğlu, bazen “beyinsiz” gezer fark etmese de.
Talleyrand’ın ibretlik akıbeti, feci bir son gibi gözüküyor. Oysa niceleri ölürken değil, yaşarken geri dönüşsüz uçurumlarda son nefesini verir, soyut kanalizasyonlara düşer yiter.
O lağımlarda; canlı canlı nice ham beyinleri gömeriz, debelenir ve içinden çıkamazlar; ne tabutlar yüzer, ne kalıplar dinlenir.
Yalnızca beynimiz değil, ruhumuz da işe yaramayıp(!) batak, bulanık suları boylar.
Beynin düştüğü kanalı; aklımızın sınırları, hapsolduğu bir alan gibi de görebiliriz. O zaman aklı devasa yanılgılarından, düştüğü tuzaktan kurtarıp “temizlemek” lâzımdır.
Öte yandan hayat galiba düşme kalkma, mekândan mekâna gezme, akıl(lar) edinme faaliyetidir. Aklın seyyahlığı, seyyalliğiyle orantılı, mabutlarıyla ilgili, evrensel mahkûmiyetlerinin derecesine, ne idüğüne bağlı; ruhun şekilden şekle girmesi, vasıf kazanıp büyümesi, atağı yahut parelenmesidir.
Hugo’nun ifadesine göre, “dünyayı kapsama içine almış o beynin”; beşer(iyet)in en eşsiz, paha biçilmez azasının gideceği mekânı, istikbali bilememiş olması ürkütücüdür. Araçlaştırdığımız, yoldaşımız aklın kuvveti bir noktaya kadardır. Bırakalım uzakları, yakını bile kâfi derecede seçemez, idrak edemez.
En kıymetli uzuv, lağıma atılırken, fakir bedene ihtimam gösterilip, mumyalanması ise bir başka garabettir. Tıpkı günümüzdeki fiziğe sûrete gösterilen derin alâkanın yanında, genellikle fikir dünyasının yeterince önemsenmemesi, kalbinse alabildiğine çıplak, himayesiz velisiz kalması gibi.
Estetikli gövdeler ölüme yatarken, gittikçe siyahîleşmiş gri hücreli beyinler, pislik necaset deryalarında kanat çırpar, süzülür.
…
Piskoposluk da yapan Talleyrand, ilk kez 1797’de Paris elçiliğine tayin olunan elçimiz Seyyid Ali Efendi’yi de kandırmış; Napolyon Bonaparte’in, Osmanlı Devleti’ne karşı bir tavır almadığı, Mısır’a değil bilakis Malta adasına sefere çıktığına ikna edebilmişti.
Hizmetçisi, uygar Fransa’nın lağımlarına beyni atarken, Efendisi’nin en kıymetli değil, en muzır parçası olarak telakki etmişti herhalde.
Talleyrand’ın vücudu bir “bütün” olarak gömülememiş, “beyni” dışarıda kalmıştı.
Zenci değil, bir açıdan “beyaz bir akıl” olarak dışlanmıştı. Acaba Vücudu bu serseri, pusulasız aklı itmiş, “ötekileştirmiş” miydi?
(Müstesna) bir zekâyı en güzel; merkezini bulmuş, Hakk’la bağlantılı, sevdalı bir gönül bütünler.
Böyle bir dengeye ve mükemmeliyete sahip güzidelerse “yaşayan beyinler” olarak değerlendirilebilir.
“Sözleri hiç alçalmaz, hep büyüktür”, akılları hiç eskimez ve verdikleri derûni bilgiler ölümsüzdür.
Hugo, “Finis rerum!(İşlerin sonu)” dediği bir encamı şöyle anlatır:
“İşte önceki gün, 17 Mayıs 1838 günü bu adam öldü. Doktorlar gelip cesedi mumyaladılar. Bunun için, eski Mısırlılar gibi, karın boşluğundan bağırsakları ve diğer iç organları, kafa boşluğundan da beyni çıkardılar. Bunu yaptıktan sonra ve Prens Talleyrand’ı bir mumya haline getirip beyaz atlas kaplı bir tabuta yerleştirdikten sonra, çıkardıkları beyni, bunca şeyler düşünmüş, bunca insanları esinlemiş, bunca yapılar yükseltmiş, iki devrim yönetmiş, yirmi kral aldatmış, dünyayı kapsamı içine almış o beyni bir masanın üzerinde bırakarak çekip gittiler.
Doktorlar gittikten sonra, bir uşak girdi odaya ve onların bıraktıkları şeyi gördü: “Bakın hele! Şunu unutmuşlar!” dedi içinden. “Acaba ne yapsam diye?” düşündü. Birden sokakta bir lâğım bulunduğunu hatırladı ve gidip beyni o lâğımın içine attı.) (Düşün Yayıncılık, İstanbul, 1996, sh. 31)
Bu beyin hikâyesi üzerinde biraz oynar ve konuyu çekiştirirsek(!):
Talleyrand’ın sonu düşündürücüdür. O müthiş zekâ, en önemli âletini, nihayetinde kendini koruyamamıştır; çünkü cesetlerin gücü yoktur.
Beyni nasıl bir mekân hâline getirdiğimiz, nasıl bir vasatta yaşatıp, aklı ne(re)lere kullandığımız, harcadığımız önemsenmelidir.
Belki içine doluşan cehennemî çirkinlik ve pisliklerle, yarayışlı düşünceleri eritip mahveden veya dönüştüren(!) devasa bir çukur şeklini almıştır. İçinde yarayışlı pek az şey kalmıştır yahut yaşayan bir çöplük(!) gibi dolaşır.
Zihnin dondurulduğunu ya da kurutulduğunu; yeni güzel fikirlerle donatılıp, akıtılmadığını, ışıklandırılmadığını söyleyebiliriz belki de.
Sadece günü kurtarmaya, eğlenceye odaklı, ülküsüz; çalışma ve verimlerini de “hizmet” için değil, tek yanlı, neticede enaniyetinin sergileneceği bir vasıta olarak kullanan insanoğlu, bazen “beyinsiz” gezer fark etmese de.
Talleyrand’ın ibretlik akıbeti, feci bir son gibi gözüküyor. Oysa niceleri ölürken değil, yaşarken geri dönüşsüz uçurumlarda son nefesini verir, soyut kanalizasyonlara düşer yiter.
O lağımlarda; canlı canlı nice ham beyinleri gömeriz, debelenir ve içinden çıkamazlar; ne tabutlar yüzer, ne kalıplar dinlenir.
Yalnızca beynimiz değil, ruhumuz da işe yaramayıp(!) batak, bulanık suları boylar.
Beynin düştüğü kanalı; aklımızın sınırları, hapsolduğu bir alan gibi de görebiliriz. O zaman aklı devasa yanılgılarından, düştüğü tuzaktan kurtarıp “temizlemek” lâzımdır.
Öte yandan hayat galiba düşme kalkma, mekândan mekâna gezme, akıl(lar) edinme faaliyetidir. Aklın seyyahlığı, seyyalliğiyle orantılı, mabutlarıyla ilgili, evrensel mahkûmiyetlerinin derecesine, ne idüğüne bağlı; ruhun şekilden şekle girmesi, vasıf kazanıp büyümesi, atağı yahut parelenmesidir.
Hugo’nun ifadesine göre, “dünyayı kapsama içine almış o beynin”; beşer(iyet)in en eşsiz, paha biçilmez azasının gideceği mekânı, istikbali bilememiş olması ürkütücüdür. Araçlaştırdığımız, yoldaşımız aklın kuvveti bir noktaya kadardır. Bırakalım uzakları, yakını bile kâfi derecede seçemez, idrak edemez.
En kıymetli uzuv, lağıma atılırken, fakir bedene ihtimam gösterilip, mumyalanması ise bir başka garabettir. Tıpkı günümüzdeki fiziğe sûrete gösterilen derin alâkanın yanında, genellikle fikir dünyasının yeterince önemsenmemesi, kalbinse alabildiğine çıplak, himayesiz velisiz kalması gibi.
Estetikli gövdeler ölüme yatarken, gittikçe siyahîleşmiş gri hücreli beyinler, pislik necaset deryalarında kanat çırpar, süzülür.
…
Piskoposluk da yapan Talleyrand, ilk kez 1797’de Paris elçiliğine tayin olunan elçimiz Seyyid Ali Efendi’yi de kandırmış; Napolyon Bonaparte’in, Osmanlı Devleti’ne karşı bir tavır almadığı, Mısır’a değil bilakis Malta adasına sefere çıktığına ikna edebilmişti.
Hizmetçisi, uygar Fransa’nın lağımlarına beyni atarken, Efendisi’nin en kıymetli değil, en muzır parçası olarak telakki etmişti herhalde.
Talleyrand’ın vücudu bir “bütün” olarak gömülememiş, “beyni” dışarıda kalmıştı.
Zenci değil, bir açıdan “beyaz bir akıl” olarak dışlanmıştı. Acaba Vücudu bu serseri, pusulasız aklı itmiş, “ötekileştirmiş” miydi?
(Müstesna) bir zekâyı en güzel; merkezini bulmuş, Hakk’la bağlantılı, sevdalı bir gönül bütünler.
Böyle bir dengeye ve mükemmeliyete sahip güzidelerse “yaşayan beyinler” olarak değerlendirilebilir.
“Sözleri hiç alçalmaz, hep büyüktür”, akılları hiç eskimez ve verdikleri derûni bilgiler ölümsüzdür.