Gevale Kalesi, su sarnıçları, tapınak, tüneller, kaya mezarları, hamamlar, yorucu tırmanış, dağlarda gezen tanrı(ça)lar, aşklar ya da “Sevgili’nin” sevdiği dağlar, çobanlar, üstü örtülü gizler, arayıcısını bekleyen keşifler.
Ayaklar ve başlar; dağ sakinleri (Dağlar Kızı Reyhan neredeydi); tabiatla, gelenekle, kültürle uyum; zaman etkileri.
Dağ manzaraları; bir zamanlar görün(mey)en neydi. Ne derece varız, vardılar.
Bize kalan miras, gelecek nesillere devrettiklerimiz, zaman etkileri, izler imzalar.
Firiklerden Selçuklu ve Osmanlıya, günümüze uzanan tarih, insan değerle(ndirmele)ri, dağ dili.
Temmuz ayı faaliyetlerimizden biri de; “Yazılacak çok şeyimiz var, Gevale’den Konya’yı Fotoğraflıyoruz” programıydı.
Prof. Dr. Ahmet Çaycı’nın rehberliğinde TYB Konya Şubesi ve Selçuklu Belediyesi tarafından düzenlenen gezide; Takkeli Dağ’a çıktık. Yapılan kazı çalışmaları ve tarihi buluntular hakkında bilgilendirildik.
İstifade ettiğimiz, anlamlı bir geziydi. Emeği geçenlere, çok teşekkür ederim.
…
Dağ üzerinde biraz düşündüm de:
Emaneti dağlar taşlar kabul etmedi. İnsanlar yüklendi.
Yaratılış; tırmanışlar, engebeler, tehlikelerle, iniş çıkışlarla doluydu. Düşmemeliydi, herhalde “hikmet asasıyla” yürümek icap ederdi.
Ama iniş aynı zamanda daha yükseklere, doruğa ulaşmak, çıkış için bir başlangıçtı. Sabır, inanç yetecekti.
Sırasında demir dağlar eritilir; destanlar peşpeşe gelirdi. Dağ gibi yürekleri delik deşik, sevdalı Ferhatlar bitmezdi.
Dağ hikâyeleri beynimde toplaştı. Dağ gerçeği; Hz. Ebubekir’in “mağara arkadaşı”, vazifeşinas örümcekler, Kaf Dağı’ndaki Zümrüdü anka ve hüthütler.
“Hu, Hu’cu” güvercinler; Dualar ve Âminler; Arif’ler ve Ümit’ler; Kutlu Müjdeler…
Tur Dağı’nda Hakk’la buluşulmuştu; Hıra’da Yâr Sesleri doğuş, zafer vardı, Sevr’de dostluk, muhabbet kucaklayışı, Uhud’da ise yenilgi düşüş. Türlü tecelliler.
Dağdan sadece nebiler, münzevîler, Allah delisi mecnunlar gebe kalmamıştı. Talepkârına doğuşlar için açıktı.
Uğultulu tepelerde; kimine bir elbise, hilat giydirilirdi. Kimilerini bir rüzgâra, buluta bindirip, ayakları (yerden) kesilirdi.
Yunan tanrılarının evi Olympos dağı şapkalıysa, bizimki herhalde takkeliydi.
Zirveler başlar, insaniyetle ve bilgiyle yücelmeliydi; kelleşmemeliydi.
Sadece dağlar değil, takkeler üzerinde de akıl yürütmeliydi. Kimlerin başında neler gezerdi.
Mühim soruydu. Hüviyetimizin, özümüzün kurtuluş bayrağını göndere Uludağ yüksekliklerine çekebilecek miydik?
Yürüyüş sırasında birbirimize el verdik. Beraber adım atmak, aynı yolda olmak huzur vericiydi.
Mutlu yarınlar, ayrışmayla değil, birlik beraberlik içinde, gönül gönüle gerçekleşecekti.
Aslında dağa varsan baksan her taş, ağaç; gökle buluşur, irtibatlı, cilveleşirdi.
Dağın yüzü, ayak izleriyle doluydu. Yükseliş, menzile ulaşmak zordu engelliydi. Lâkin doruklar da uçurumlar da bizimdi.
Eninde sonunda ölüm gelecekti. Yine de yüce düşleri, hedefleri takip, kârlıydı zevkliydi. Dağlara, doruk şahsiyetlere muhakkak erişmeliydi.
İlahların(!) Zeusların bol olduğu Babil kuleleri, Benlik dikilmiş dağlarda; kulluk edebi ve şevkiyle yürümek, nasiplenmek güzeldi.
Avuçlar, kalpler semaya açılmayı, eylemli duaları beklerdi.
Asıl, içsel bir kazı yapıp, çıkarılan cevheri Güneşle öpüştürmeli, madeni işlemeliydi. Nasılsa bu kazı, bu yürüyüş ömür boyu sürecekti. Doruklar bize selâm ederdi.
…
Takkeli Dağda zindan olarak kullanılan, içine asilzadelerin atıldığı ifade edilen mekânlar; akıbetleri, taçlı başların encamı (ki vaktiyle zirvelerdi) ürperticiydi.
Ama orada yalnızca Yusuf’u değil, Züleyha’yı da gördüm.
Her bir dağın “Leylâ’sını” gördüm.
Hırka giymiş, gönenmiş, adına ‘Aşk’ denen belâyı;
Karlı değil “Harlı Dağdaki Ateş’i” ; zirve peşindeki “Avcı’yı”,
Sevda’yı g(ördüm).
...
Dağ, nefes alıp, nefes verdi. Talip nefeslendi.
Gül/yüzünü gösterdi. Gönül şevklendi.
Size özel bir dağ, Kutup Yıldızı kılavuzunuzdu belki.
Ne eylemeliydi?
Derhal azığı düzüp, yola düşsek miydi?
Her dem, şafak vaktiydi.