Gündelik akışa kendini kaptırmış, koşturur dururken; sıcağın çalışmayı iyice çetinleştirdiği bir öğleden sonra; başında bulunduğu “Kömür İşletmesi Müessese Müdürlüğüne”, acı bir haber geldi.
Genel Müdür yardımcılarından Adil Bey Hak’ka yolcu olmuştu. Bazı arkadaşlarıyla beraber cenazede bulunmak üzere, derhal Ankara’ya hareket ettiler. Son vazifeyi tamamlamak istediler.
Hacı Bayram Camii’nin önünde yedi sekiz cenaze vardı.
Nuri, Genel Müdür Muavininin cenazesinin hangisi olduğunu öğrendi ve başında bekleyen kederli ezgin yakınlarına başsağlığı diledi.
Etrafa göz gezdirdi, merasim için gelenler azdı, Adil Bey pek tutulmazdı. Yolsuzluk söylentileri, çeşitli şayialar, katı sivri can yakan bir yönetim ilişkisi…
Yine de dağ gibi, sağlığında herkesi titreten, susta durduran adamın, kapalı sır vermez bir kutunun içinde, sessizce, bebek bezine sarılmış gibi, çaresiz yatışı içini burktu. Dünyaya nihayet sığmıştı işte.
Şimdi gönlünde şiddetli bir iştiyak ve O’nu görme arzusuyla; keskin bir muhabbetin eşliğinde teskin edilmeyi, gönendirilmeyi bekliyordu.
Namaza daha vakit vardı. Türbeyi ziyaret edip, dua etmişti ki; aniden “hazret” önünde bitiverdi.
Nuri’nin şaşkınlığına aldırmadan kolundan çekerek, cenazelerin bulunduğu yeri gösterdi: “Senin yakının cenazesi hangisi?”
Neredeyse dışarıya sirayet edecek bir neşeyle; “Hepsi” diyesi geliyordu. Ölüm nasıl mutlak bir eşitlik sağlıyorsa, Nuri’de de bütün dirileri cansızları kucaklamak, sevgiyle bağrına basmak gibi delişmen sınır tanımaz bir duygu boy atıyordu.
Adil Bey yaşasaydı, haline şahit olunca dudak bükerek, en hafifinden herhalde “Çılgın!” gibi sözler ederdi.
Fakat artık bazı olumsuzlukları düşünmedi, muhabbet içini bürümüş, yürür giderdi.
O; Nuri’ye dönerek, “Sen arkamda dur, ellerini kaldır ve (âmin) de!.”dedi. Nuri arkadaki cenaze yakınlarına işaret etti, onlar da ellerini kaldırdı, dua başladı.
“Seçkin gönül” hakimane yalvarıyor ve masa gibi yüksek bir yere konmuş olan tabuta doğru eğilerek, bir başından öteki başına, sık sık sakalıyla süpürüyordu.
Kim bilir belki vaktiyle tuvaletleri de; birinci sınıf benliklerin azgın yüznumaralarını da saçı sakalıyla “sabırla” süpürmüş, pisliği inatla zahmet çekmeden kürümüştü…
Gözleri yaşardı. O’na: “Cenazem var, okur musunuz” bile dememişti.
Kimse; bu gibi durumlara çok alışkınmış gibi ses çıkarmıyor, aralarında uhrevî bir hava âhenkle dolaşıyor, bir “Hacı Bayram nefesi” kalpleri üflüyor, bir meserret sevinci özümseniyordu.
Ayrılırken sımsıkı sarıldı; olağanüstü bir duyguyla iç içe geçtiler.
Aradan uzun aylar geçti. Bazen Adil Bey hatırına geliyor, ruhuna okuyor ve sanki ölmemiş gibi, tuhaf bir merakla ondan havadis almak, yaşantısından konuşmak arzusunu taşıyordu.
Nihayet bir gün, rüyasında esasen sevdiği, bu pek cerbezeli, mütehakkim, fırtınalı adamla karşılaştı.
Hissetti ki; apayrı bir zaman- mekân yüklemesini ve ruh durumunu yaşıyordu.
“Nasılsın Adil Bey?” diye hal hatır sordu.
Adil bir an durakladı. “Uzun.. anlatması güç” der gibi, gölgelenmiş yüzüyle; bir iç lisanla dilsiz tekellüm etmeye başladı.
Nuri üsteledi, suali tekrarladı. Düşte bile olsa, net sarih cevaplar istiyordu.
Bu defa açıktan: “Şimdi iyiyim!” diyebildi. Yalnız başıyla bir yer, bir nesneyi ısrarla gösteriyordu.
Alacakaranlık kayboldu. Ortalık kısmen aydınlanmaya yüz tuttu. Adeta bir el, kat kat perdeleri kenara çekiyor; manzara derlenip toplanıp seçiliyordu.
Nuri civarı keşfetmeye çalıştı. Sonra.. birden “anladı”.
Adil’in kalp nâhiyesi ışıldıyor, oraya devasa bir süpürgenin ganî şavkı cömertçe vuruyordu.
*İsa Ruhi Bolay