RÖPORTAJ: RASİM ATALAY
rasimatalay@hotmail.com
Geçtiğimiz günlerde İrşad Dayanışma Vakfı’nın davetlisi olarak Konya’ya gelerek Mehmet Akif Ersoy ve Asım’ın Nesli konulu programda konferans veren Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu, program öncesinde sorduğumuz soruları yanıtladı. Tarihin önemine işaret eden Bahadıroğlu, geçmişin izlerinin geleceğe doğru aktarılması için doğru kaynaklardan faydalanmak gerektiğine vurgu yaptı.
Sünnet uğruna devlet kurduk.
Türk milletinin bir sünnet için devlet kuran tek millet olduğunu belirten Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu, ‘muhteşem hikayeler’le tarihi yanlış anlatıp halkın zihnini bulandıranlara itibar edilmemesi gerektiğini, bu hikayelerin kaynağının Fransızlar olduğunu söylüyor
YAVUZ BAHADIROĞLU KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde tarih okudum. Rize’nin Pazarcık ilçesinde doğdum ve büyüdüm. 100’ün üzerinde basılmış kitabım var. Halen bir radyo ve bir televizyonda yorumlar yapıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Danışmanlığı yapıyorum. Birkaç resmi görevim daha var ama bu resmi görevlerimin tamamı fahridir. Çünkü babamın vasiyeti var, devletten maaş almayacaksın diye. Hobi olarak yaparsan yap ama devletten maaş alma demişti, ben de o vasiyeti tutmaya çalışıyorum. Kısaca buyum…
*Tarihe olan ilginiz, sevginiz, merakınız nereden geliyor?
- Tarih benim geçmişim, insan kendi geçmişini elbette ki merak eder. İnsan nereden geldiğini, nereye gidiyor olduğunu kendisine sorar. Bir insanın yetişmesinde üç temel öge var, bir tanesi anne, baba, aile. İkincisi hoca, öğretmen, enderun, mektep. Üçüncüsü de çevre, muhit, bölge, yaşanılan yerdir. Ben üçünden de biraz talihliyim anlayacağınız. İyi hocalarım vardı, iyi bir anne babanın evladıyım. Benim babam denizciydi çok fazla birlikte olamazdık. Gemisi ile bir gider, üç beş ay gelmezdi. Bir gün ortaokul ikinci sınıftayken rahmetli babam nadir evde bulunduğu zamanlardan birinde odama girdi ve Mehmet Akif’i seviyor musun diye sordu. Çok seviyorum dedim. İstiklal Marşı’nı biliyor musun diye sordu hemen okuyum dedim. Oku ama Mehmet Akif’in el yazısından oku dedi. Önüme Safahat’ın Osmanlıcasını koydu. Latin alfabesine geçtik ya babam bundan çok yakınırdı okur yazar yattım ümmi kalktım derdi harf inkılabı olduktan sonra.
‘SÜNNET UĞRUNA DEVLET KURAN TEK MİLLETİZ’
Tabiatıyla diken tarlası gibi geldi bana o yazı, hani Akif’i seviyordun dedi. Babam bana Osmanlıcayı öğren dese dersim var, falanım var filanım var der, öğrenmezdim. Ama bu yöntemle beni Osmanlıca öğrenmeye yönlendirdi. Mehmet Akif çok üzülmüştür dedi, şimdi sana mektup yazsa da okuyamazsan sen üzülmez misin dedi. Üzülürüm dedim, ben de üzüldüm dedi. Sevdiğimi iki insanı üzdüğümü fark ettim. Ben o kitabı kaptığım gibi Osmanlıcayı iyi bilen bir akrabamız olan Remzi amcaya koştum. Bunu bana 15 gün içinde öğretebilir misin dedim. 12 günde ben o yazıyı söktüm, 3 gün de pratik yaptım. Babamın yine evden gideceği bir gün ben bunu okuyabiliyorum dedim. Şuradan oku, buradan oku dedi, okudum heceleye kekeleye. Şimdi Mehmet Akif seni çok seviyor dedi. Baban da seni çok seviyor dedi. Babamın bana söylediği tek sevgi sözcüğü Mehmet Akif yüzündendir. Babam bana çaktırmadan mesleğimi de belirlemişti. Bu hatırayı düşünürken fark ediyorum ki tarihle ilgilenmemi istiyordu. Devri saadet modelinin güncellenmesidir Osmanlı tarihi. Bir sünnet devletidir Osmanlı devleti. İstanbul’un fethedilmesi için kurulmuş bir devlet. Bir sünnet uğruna bir devlet kuran tek milletiz biz. Onun için bu topraklarda sünnet farz gibidir. Bu bakımdan benim tarihçiliğim böyle başladı.
Ben okuma yazmayı öğrendiğimden beri hatıra defteri tutarım. Hatıralarımı yayınlamak istiyorlar. Anılarımdaki Türkiye gibi, çünkü ben Türkiye ile beraber büyüdüm. Son balyoz harekatında bile içeri alınacak 15 gazetecinin içindeyim. Ki ben tarihten başka şeyle de meşgul olmuyorum, siyaset bile yazmıyorum. Buna rağmen niye böyle düşünüldüğünü düşünüyorum. Ama Allah öyle bir adil ki benim için hazırlanan zindana şimdi Genel Kurmay Başkanı girdi, ziyaret etmek istiyorum kendisini. Arada bir oh olsun demek geliyor içimden.
*Mesleğinizi tarihçilik olarak belirlemiş olsanız da gazetecilikle de uğraştığınızı biliyoruz. Gazeteciliğe merakınız nereden geldi?
-İlkokulda tarih ve edebiyat notum çok yüksekti. Okul müdürümüz senin gibi bir iki deli bul bir duvar gazetesi çıkaralım dedi. Gerek yok kendim çıkarırım ben dedim. İlk baş makalemi de bu duvar gazetesine yazdım. Derste okuduğum kitabı eleştirdim 13-14 yaşımdayken. Eleştirmem gerekiyordu çünkü, büyük çelişkiler vardı Emin Oktay’ın tarih kitabında. Aslında böyle bir tarihçi de yok. Bir başka adam onun adına yazmış bu kitapları. Orada 1. Dünya Savaşı anlatılırken sultan Abdülhamit’i tahttan indirenler övülüyor. Sonra 1. Dünya Savaşı’nın kaybı anlatılırken Abdülhamit büyüyor, ittihat terakki kadrosu bu kez eleştiriliyor. Yani kendi içlerinde çelişkiye düşüyorlar. Ben de bu paragrafları yazdım, altına da bir not yazdım bunların hangisi doğru diye. İlk gazetemin ömrü 15 dakika oldu. Müdür gelmiş hışımla indirmiş duvardan gazeteyi. Bu çocuk gelince odama gelsin diye tembih etmiş. Ben de döner dönmez duvar dibine gittim bakalım tirajım ne kadar diye. Bir iki çocuk duvarın önünde oynuyor. Burada bir gazete vardı nerede dedim, müdür yırttı seni de görmek istiyor dediler. Müdür kahverengi elbisesini giymişse bilin ki sinirlidir. Gittim müdürün odasına, beni çağırmışsınız dedim. Oğlum biz sana duvar gazetesi çıkar dedik, bela çıkar demedik dedi. Benim o eleştirim belaymış. Yazdığım ilk gazete toplatıldı, yazdığım ilk makaleden soruşturma geçirdim. Gazete kapanmaların ve soruşturmaların ardı arkası halen gelmedi. Şu an yaklaşık 10 civarında davam var. Hepsi berat olacak biliyorum.
*Hakkınızda bu kadar dava açılmasına rağmen 100’ün üzerinde eseriniz var. Acaba yazmasam mı diye çekindiğiniz hiç oldu mu?
-Hak kamçılandıkça kuvvetlenir derler. Ben doğru olanı yazmaya çalışıyorum, doğruyu arıyorum. Herkes anlıyor ama bir tek idareciler anlamıyor. Şimdi önümüzdeki on yıl Türkiye’nin kırılma noktası olacak. Kuzey İslam dünyası ve Orta Doğuyu da alarak yeni bir pakt oluşturacak. Bugün girmeye çalıştığımız AB bizim birliğimize girmeye çalışacak. Tarihin izini sürerseniz bunu görürsünüz. Bazı yazdıklarım birilerinin hoşuna gitmiyor mu, o zaman inadına yazıyorum.
Şimdi edebiyatımıza baktığımız zaman dişe dokunur kimse bir şey yazmamış. Hele tarihi roman adı altında yazılan şeyler bugün ‘Muhteşem Yüzyıl’ dedikleri ‘Muhteşem Rezalette’ izlediğiniz şeyler. Şiddet ve cinselliğin iç içe girdiği romanlar. İnsan bunun karşısında iki türlü tepki verebiliyor. Birincisi homurdanmakla yetinmek, ikincisi de doğrusunu yazmak. Ben homurdanmaktan bir şey olmayacağını lise yıllarındayken fark etmiştim. Ben bir sorunum olduğu zaman gidip soruyor, doğruyu arıyordum, sorunumu çözüyordum. Ama arkadaşlarım homurdanmakla yetiniyordu. Bu nedenle ilk yazdığım kitap çok acemice bir kitap olmasına rağmen çok okunanlar arasına girdi. Çünkü Osmanlı tarihini doğru yazıyordum. Buhara yanıyor kitabımı yazdığımda millet kendi çapında düzelme yollarını aramaya başlamıştı. Yani tepkiler geldikçe, hakkımda davalar ve soruşturmalar açıldıkça, doğru yolda ilerlediğimi düşündüm.
*Bugün tarih üzerine yazılmış çok sayıda kitap ve roman var. Tarihi roman yazmanın zorlukları nelerdir?
- Elbette ki tarihi roman yazmak kolay değildir. Dindar diyebileceğimiz camia romana alışkın değildi. Bunun için önce bir peşinen reddedecekler. Ben ilk kitabımı yazdığımda en yakınım olan babam bile ‘böyle şeylerle hizmet olmaz doğru şeyler yap’ dedi. Sonra o da ‘bizim uşak ne yazmış bir okuyum’ diye merak etti. Okuduktan sonra bana Osmanlıca bir mektup yazdı, ‘canım ciğerim evladım’ diye başlıyordu bu mektup. Beni motive etmişti. Ondan sonra da Bediuzzaman hazretlerinden dua almıştım. Bediuzzaman herkese Allah cenneti nasip etsin diye dua ederken, bana Allah kalemine kuvvet versin diye dua etmişti. Ondan sonra kalemim açıldı diyebilirim. Neticede tarihe olan ilgim tepki olarak doğdu ve etkiye dönüştü. Son zamanlarda çok abuk sabuk romanlar çıktı. Bir defa içinde sanat olacak. Ben 10 yıl kadar romana ara verdim. Bu süre içinde düz araştırma kitapları özellikle yakın tarihe ilişkin kitaplar yayınladım. Onlar da soruşturma geçiriyor. Bu soruşturmalar bitinceye kadar zaten ben ölürüm o nedenle bir kaygım yok.
*Peki hocam okurlarınızın size geri dönüşü nasıl oluyor. onların verdiği tepkiler sizi nasıl etkiliyor?
- Okurlarımın dönüşü çok güzel gerçekten. Zaten onların geri dönüşü olmasa yazamam. Yaşayamayan yazar derler, doğrudur. Kendinizden fedakarlık edeceksiniz, geceler boyu uykusuz kalacaksınız, tozlu arşivlerde kalacaksınız. Fakat ya hu bu iş olmaz dediğiniz an öyle bir mail, öyle bir mektup alıyorsunuz, imza günlerinde veya konferanslarda öyle bir tepki alıyorsunuz ki, yeniden yola çıkarıyor, ben nerde kalmıştım diyorsunuz. O nedenle bırakamıyorum.
NOBEL ALAMADIM AMA DUA ALDIM!
*Yazarken birini örnek alıyor musunuz?
- Ben sadece doğruları yazmak için yola çıktım. Yazılarımda başta edebi kaygı taşımadım. Sonra doğruları doğru bir şekilde yazmaya çalıştım. Mehmet Akif kadar cesur değilim, ‘Söylediklerim odun gibi olsun tek hakikat olsun’ diyemedim. Odun gibi olmasın, üslubum da doğru olsun, Türkçeyi de doğru kullanayım diye endişelerim var. Bu yazanın kalemini yavaşlatıyor ama iyi şeyler ortaya çıkıyor. Ben ilklerdenim, yani köşe yazarı yok, gazeteci yok, siyasetçi yok, yönetmen yok… Sadece din kitabı yazarak veya okuyarak bir yere varamazsınız. İslam evrenseldir diyorsak, evrensel bir şeyler ortaya koymamız gerektiğine inanıyorum. Bu inançla yola çıktım, hatırladığım kadarıyla 30-35 civarında yabancı dile çevrilen eserlerim var. Nobel alamadık ama dua aldık.
*Edebiyattan bahsetmişken, Türk edebiyatının durumunu nerede görüyorsunuz?
- Eee Nobel aldık işte daha ne olsun. Ne yazmış diye bakarsanız incir çekirdeğini doldurmaz. Yani güzel şeyler kolay bir şekilde ortaya koyulmuyor. Ötekinin ne yaptığı beni ilgilendirmiyor. Kolaycılık hastalığından kurtulmamız lazım. Çok fazla emek harcamamız lazım. Şimdi halkımız çok okumadığı için ilk okuyacağı kitapla kendisine istikamet verebilir. Bu son derece tehlikeli bir şeydir. ‘Hocam senin kitabınla yolumu buldum’ demek ki başkasının kitabıyla yoldan çıkacaksınız. Evet tamam, yolu bulursunuz ama Kur’an derinliği ile onu desteklemezseniz, sanat ve edebiyat boyutu katamazsanız o yolun sonunun pek de aydınlık olacağını sanmıyorum. Ben haftada bir Boğaziçi Üniversitesi’nde derse giriyorum. Sabah namazını bazen öğrencilerimle birlikte Eyüp Sultan’da kılıyoruz. Ondan sonra hoca efendinin önderliğinde Ebu Eyüp türbesinde dua ediyoruz. Oradan mezarlığa gidiyoruz ve mezar taşı okuma yarışması yapıyoruz. Öğrencilerim o kadar heyecanlı ki, mezar taşından tarih yazıyorlar vallahi.
Sultan Abdülmecit hattattı biliyorsunuz. İki levhası var Bursa Ulu Camii’nde. Adam yazdığı sanat eserine imzasını atıyor. Onu boya ile kapatmışlar, daha geçen sene bulup çıkardık. Yani hiçbir insan eserini imzasız bırakabilir mi, gelecek nesiller nasıl öğrenecek onu. İşte böyle dönemler yaşadık. O dönemden kalma bütün yasakları düşünen bir insan olarak itiraz ediyorum, bu benim aykırı tarafımdır. Kendi camiamı da kolaycılık yönüyle eleştiriyorum. Efendimizin hayatına bakarsanız bin kişinin kaldıramayacağı bir yükü kaldırmıştır. Aynı zamanda devlet başkanı, baba, dede, peygamber, tebliğci, nebi, diplomat, ordu komutanı ve çocukları ve torunlarıyla ilgilenip oynamaya zaman ayırabilen bir peygamber… O mübarek vakit bulmuş biz bulamıyoruz, fazla tembeliz de ondan.
*Televizyon karşısında geçirdiğimiz zaman da çok uzun öyle değil mi?
- Bu gençlere de söyleyeyim, araştırma sonucudur bu, günde ortalama 5 saat televizyon seyrediyoruz. 70 senede bu 24 saate tekabül ediyor. Hangi insanın hayatının 24 senesini çöpe atmaya hakkı var. Ne seyrettiğiniz de önemli tabii ki. İşte son zamanlarda reyting rekorları kıran, Sülüman Sülüman diye ortalıkta dolaşan kızın oynadığı dizi… Geçen baktım ablam beddua ediyor. 82 yaşındaki ablamın ağzından daha önce hiç bela duymamıştım. Diyor ki Hürrem Sultan herkesi zehirledi. Dedim abla o Hürrem Sultan değil, artist. Bu bedduanın bir yere gitmesi lazım. Hürrem Sultan bunu hak etmiyor, bu rolü ona giydirenler bu bedduayı hak ediyor. Bu kadın Fuzuli seviyesinde şiirler yazan, Türkçeyi çok iyi kullanan bir kadın. 7 tane mektubu var Kanuni’ye yazdığı fevkalade güzel. Ekrana bakıyorsunuz, Osmanlı sarayına ne zaman zehir girdi, sizin yazdığınız Roma sarayı. Senaryoyu yazan hanımefendi diyor ki ben 4 bin sayfa kanuni dönemini okudum. Ben 4 bin sayfa beyin cerrahi okusam bana İbrahim Tatlıses’i ameliyat ettirirler mi? Tarihi araştırma yapmanın da bir raconu var. Adama gülerler, bu sadece Türkiye’de olur. Şöyle düşünüyorlar, nasıl olsa halk bilmiyor ne verirsen gider. Biraz da şiddet, cinsellik verdik mi tamamdır. Daha ne olduğunu bilmediğiniz bir şeyi veriyorsunuz halka. 4 bin sayfa tarih okudun da spesifik okumalar sadece biraz bilgi verir. Üstelik kimden okuduğun da önemlidir. Sen Osmanlıca bilmiyorsun ki, Naima’yı mı okudun, Fransızcadan okudun Osmanlı tarihini.
‘AYET-EL KÜRSİ’Yİ CİNSEL KUDRET AYETİ DİYE YUTTURUYORLAR’
Geçenlerde Haremi gezmeye gitmiştim. Yanımda da üniversiteden arkadaşım var. Ayet-el Kürsi yazıyor büyük bir salonun duvarlarında. Bir turist kafilesi geldi Fransız. Rehberleri anlatıyor, sıra ayetlere geldi. Bunlar cinsel kudreti artırmaya yönelik dualar diye anlattı. Fransız romancısı, hikayecisi de bunu yazıyor. Bizimkiler de bunu tercüme edip film yapıyor. Girdik hamam bölümüne büyük bir havuz var. Bunda da cariyelerin her sabah süt banyosu yaptığını anlatıyor. Duramadım müdahale ettim, hangi birine müdahale edeceksin. Gittim evladım ben tarihçiyim, sen İstanbul’un 100 bin nüfuskenki dönemini anlatıyorsun. İstanbul’da 100 bin nüfus varken senin gibi kaç mandafor ineği olmalı ki bu havuzu sütle doldursun. Ya hu hareme erkek sinek giremez diyoruz. Bir tarihçimiz Peçevi diyor ki, ‘Haram bölge olan hareme güneş erkek olsa doğamazdı.’ Padişahın anası var, karısı var, bacısı var. Bu kadar sakınılan bir bölgeye bakılan mantığı bir düşünün hele. Mihrimah Sultan Kanuni ile Hürrem sultanın kızıdır. Hastalanmış, Musevi bir doktor tedavi edecek. Nabzını tutmadan tedavi edemem demiş. Götürmüşler perdenin arkasından parmağımı bastırıp bileğine, nabzını kontrol etmiş. Bir el olmaz ikincisine de bakmam lazım demiş. Teşhis edememiş, gözlerine bakmam lazım demesiyle birlikte kendisini kapının önünde bulmuş. Harem böyle sakınılmış değerli dostlar. Böyleyken bunu bütün tarihçiler bilir ama iki cami arasında aşk hikayesi yazarlar. Bunlar da gariptir en çok okunanlar arasına girer. Kalitemiz ortada…
*Peki hocam, gençler tarihi nasıl okumalı, neye inanmalı ki doğru olanı görsün, doğru yoldan gidip başarıya ulaşabilsin?
- İman, hedef ve gayret eşittir zafer demektir. Bütün kazanmış insanların hayatında peygamberler dahil bu vardır. Peygamberler vazgeçmediler. Bunların en önemli ortak noktaları dik durmalarıdır. Bizim Siyer-i Nebi diye şimdilerde de imam hatiplerde okutulan bir kitabımız var. Onu doğru okumak lazım. Güce, paraya, insana meydan okuyan peygamberlerimiz var. Allah var, ben de inanıyorum gel de kurtar demekle olmuyor. Bizim çabalamamız lazım. Elin gavuru kadar çabalamamız lazım. Bir büyükten bir öğüt almıştım. Ayaklarını yere sağlam bas, ürkek basma demişti. Ben de ona ekledim ürkek basma ama topraktan geldiğini unutmadan bas. İkincisi başın dik gez, vur ensesine al ekmeğini demesinler ama Hz. İbrahim gibi Allah’ı ararcasına dik gez. Ki başarının sırrı da budur. Önemli olan hem bu dünyayı avuçlayacaksınız, dünyanın avucuna kuyruğu kaptırmayacaksın. Böyle Yavuz Sultan Selim gibi baktığında ‘Bir padişaha büyük gelir ama ikincisine de az gelir’ diyebilecek kadar dünyayı küçümseyebilmeliyiz. Hem de mezara götürebildiklerine de tutunacaksın. Mezarın ötesine götüremediğin her şeyin fani ve yalan olduğunu unutmayacaksın.
Bakın Avrupa dalgalanıyor, Fransa’nın ekonomisi bozuluyor, Yunanistan çöktü. İtalya bizim daha 40 sene önce denediğimiz teknograt kabinesinde varlık arıyor. Biz o stresleri yaşarken ya lelli çalıyorlardı. Şimdi de aklı başında bir yönetim geldi. Hakikaten Türkiye’nin geleceğinden ümitliyim. Ama mutlaka gençlerimiz hedef belirlemeli, ‘niçin yaşıyorum’ sorusunu kendilerine sormalı ve cevap aramalıdır. Hem dünyevi, hem de uhrevi. Ondan sonra da risk alacaksın. Yani fikrinizi geliştirmek için ille de kalabalık olmak zorunda değilsiniz. Fikriniz ayete hadise dayanabiliyorsa, Allah selamet versin yürüyeceksiniz. ‘Yürü hala ne diye kendinle oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın’ diyor ya şair, o hesap. Unutmayın, risk almadan başarı olmaz… Düştüyseniz, düştüğünüz yerden kalkıp yolunuza devam edeceksiniz. Bakın Sadrazam Çandarlı Halil çıkıyor, 17 yaşından beri devlet hizmetinde. Çok muazzam bir sadrazam, bugünün başbakanı. Fatih’e diyor ki sen İstanbul’u alamazsın. Sen deneyimsizsin diyor. Fatih niye alamam diyor, baban alamadı, deden alamadı sen onlardan daha iyi değilsin. Küçük şehirlerden başla alış diyor. Yeniçeri babanla ölüme giderdi, seninle karavanaya gitmez. Çünkü seni tanımıyor diyor. Yaşlılar gençleri böyle küçümseyebiliyor, günümüzde de bu böyle. Ama bazen gencin fendi yaşlıyı yeniyor. Neden alamayacağını sorduğunda, büyük topların var mı surları nasıl yıkacaksın diyor. Bu genç adam yok demiyor, o toplar bir gün icat edilecek mi diye soruyor. Evet cevabı alınca, o zaman geldi sen farkında değilsin diyor. Bu kadar gayretli ve iddialı olunca Cenab-ı Hak ikram ediyor. O kadar ısrar ediyor ki, Allah’a takdiri veriyor. Fatih’in eski çocukluk resimlerine bakıldığında çok fazla top çizmiş, topları surların önüne koydu. Çadır çizmiş, Topkapı’da Otağı Hümayun yaptı. Uçan gemiler çizmiş, o zaman bakıldığında kimse anlam verememiş ama Allah onu da nasip etmiş. Gençler uçmayı düşünecek ki karada sağlam yürüyebilsinler…
rasimatalay@hotmail.com
Geçtiğimiz günlerde İrşad Dayanışma Vakfı’nın davetlisi olarak Konya’ya gelerek Mehmet Akif Ersoy ve Asım’ın Nesli konulu programda konferans veren Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu, program öncesinde sorduğumuz soruları yanıtladı. Tarihin önemine işaret eden Bahadıroğlu, geçmişin izlerinin geleceğe doğru aktarılması için doğru kaynaklardan faydalanmak gerektiğine vurgu yaptı.
Sünnet uğruna devlet kurduk.
Türk milletinin bir sünnet için devlet kuran tek millet olduğunu belirten Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu, ‘muhteşem hikayeler’le tarihi yanlış anlatıp halkın zihnini bulandıranlara itibar edilmemesi gerektiğini, bu hikayelerin kaynağının Fransızlar olduğunu söylüyor
YAVUZ BAHADIROĞLU KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde tarih okudum. Rize’nin Pazarcık ilçesinde doğdum ve büyüdüm. 100’ün üzerinde basılmış kitabım var. Halen bir radyo ve bir televizyonda yorumlar yapıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Danışmanlığı yapıyorum. Birkaç resmi görevim daha var ama bu resmi görevlerimin tamamı fahridir. Çünkü babamın vasiyeti var, devletten maaş almayacaksın diye. Hobi olarak yaparsan yap ama devletten maaş alma demişti, ben de o vasiyeti tutmaya çalışıyorum. Kısaca buyum…
*Tarihe olan ilginiz, sevginiz, merakınız nereden geliyor?
- Tarih benim geçmişim, insan kendi geçmişini elbette ki merak eder. İnsan nereden geldiğini, nereye gidiyor olduğunu kendisine sorar. Bir insanın yetişmesinde üç temel öge var, bir tanesi anne, baba, aile. İkincisi hoca, öğretmen, enderun, mektep. Üçüncüsü de çevre, muhit, bölge, yaşanılan yerdir. Ben üçünden de biraz talihliyim anlayacağınız. İyi hocalarım vardı, iyi bir anne babanın evladıyım. Benim babam denizciydi çok fazla birlikte olamazdık. Gemisi ile bir gider, üç beş ay gelmezdi. Bir gün ortaokul ikinci sınıftayken rahmetli babam nadir evde bulunduğu zamanlardan birinde odama girdi ve Mehmet Akif’i seviyor musun diye sordu. Çok seviyorum dedim. İstiklal Marşı’nı biliyor musun diye sordu hemen okuyum dedim. Oku ama Mehmet Akif’in el yazısından oku dedi. Önüme Safahat’ın Osmanlıcasını koydu. Latin alfabesine geçtik ya babam bundan çok yakınırdı okur yazar yattım ümmi kalktım derdi harf inkılabı olduktan sonra.
‘SÜNNET UĞRUNA DEVLET KURAN TEK MİLLETİZ’
Tabiatıyla diken tarlası gibi geldi bana o yazı, hani Akif’i seviyordun dedi. Babam bana Osmanlıcayı öğren dese dersim var, falanım var filanım var der, öğrenmezdim. Ama bu yöntemle beni Osmanlıca öğrenmeye yönlendirdi. Mehmet Akif çok üzülmüştür dedi, şimdi sana mektup yazsa da okuyamazsan sen üzülmez misin dedi. Üzülürüm dedim, ben de üzüldüm dedi. Sevdiğimi iki insanı üzdüğümü fark ettim. Ben o kitabı kaptığım gibi Osmanlıcayı iyi bilen bir akrabamız olan Remzi amcaya koştum. Bunu bana 15 gün içinde öğretebilir misin dedim. 12 günde ben o yazıyı söktüm, 3 gün de pratik yaptım. Babamın yine evden gideceği bir gün ben bunu okuyabiliyorum dedim. Şuradan oku, buradan oku dedi, okudum heceleye kekeleye. Şimdi Mehmet Akif seni çok seviyor dedi. Baban da seni çok seviyor dedi. Babamın bana söylediği tek sevgi sözcüğü Mehmet Akif yüzündendir. Babam bana çaktırmadan mesleğimi de belirlemişti. Bu hatırayı düşünürken fark ediyorum ki tarihle ilgilenmemi istiyordu. Devri saadet modelinin güncellenmesidir Osmanlı tarihi. Bir sünnet devletidir Osmanlı devleti. İstanbul’un fethedilmesi için kurulmuş bir devlet. Bir sünnet uğruna bir devlet kuran tek milletiz biz. Onun için bu topraklarda sünnet farz gibidir. Bu bakımdan benim tarihçiliğim böyle başladı.
Ben okuma yazmayı öğrendiğimden beri hatıra defteri tutarım. Hatıralarımı yayınlamak istiyorlar. Anılarımdaki Türkiye gibi, çünkü ben Türkiye ile beraber büyüdüm. Son balyoz harekatında bile içeri alınacak 15 gazetecinin içindeyim. Ki ben tarihten başka şeyle de meşgul olmuyorum, siyaset bile yazmıyorum. Buna rağmen niye böyle düşünüldüğünü düşünüyorum. Ama Allah öyle bir adil ki benim için hazırlanan zindana şimdi Genel Kurmay Başkanı girdi, ziyaret etmek istiyorum kendisini. Arada bir oh olsun demek geliyor içimden.
*Mesleğinizi tarihçilik olarak belirlemiş olsanız da gazetecilikle de uğraştığınızı biliyoruz. Gazeteciliğe merakınız nereden geldi?
-İlkokulda tarih ve edebiyat notum çok yüksekti. Okul müdürümüz senin gibi bir iki deli bul bir duvar gazetesi çıkaralım dedi. Gerek yok kendim çıkarırım ben dedim. İlk baş makalemi de bu duvar gazetesine yazdım. Derste okuduğum kitabı eleştirdim 13-14 yaşımdayken. Eleştirmem gerekiyordu çünkü, büyük çelişkiler vardı Emin Oktay’ın tarih kitabında. Aslında böyle bir tarihçi de yok. Bir başka adam onun adına yazmış bu kitapları. Orada 1. Dünya Savaşı anlatılırken sultan Abdülhamit’i tahttan indirenler övülüyor. Sonra 1. Dünya Savaşı’nın kaybı anlatılırken Abdülhamit büyüyor, ittihat terakki kadrosu bu kez eleştiriliyor. Yani kendi içlerinde çelişkiye düşüyorlar. Ben de bu paragrafları yazdım, altına da bir not yazdım bunların hangisi doğru diye. İlk gazetemin ömrü 15 dakika oldu. Müdür gelmiş hışımla indirmiş duvardan gazeteyi. Bu çocuk gelince odama gelsin diye tembih etmiş. Ben de döner dönmez duvar dibine gittim bakalım tirajım ne kadar diye. Bir iki çocuk duvarın önünde oynuyor. Burada bir gazete vardı nerede dedim, müdür yırttı seni de görmek istiyor dediler. Müdür kahverengi elbisesini giymişse bilin ki sinirlidir. Gittim müdürün odasına, beni çağırmışsınız dedim. Oğlum biz sana duvar gazetesi çıkar dedik, bela çıkar demedik dedi. Benim o eleştirim belaymış. Yazdığım ilk gazete toplatıldı, yazdığım ilk makaleden soruşturma geçirdim. Gazete kapanmaların ve soruşturmaların ardı arkası halen gelmedi. Şu an yaklaşık 10 civarında davam var. Hepsi berat olacak biliyorum.
*Hakkınızda bu kadar dava açılmasına rağmen 100’ün üzerinde eseriniz var. Acaba yazmasam mı diye çekindiğiniz hiç oldu mu?
-Hak kamçılandıkça kuvvetlenir derler. Ben doğru olanı yazmaya çalışıyorum, doğruyu arıyorum. Herkes anlıyor ama bir tek idareciler anlamıyor. Şimdi önümüzdeki on yıl Türkiye’nin kırılma noktası olacak. Kuzey İslam dünyası ve Orta Doğuyu da alarak yeni bir pakt oluşturacak. Bugün girmeye çalıştığımız AB bizim birliğimize girmeye çalışacak. Tarihin izini sürerseniz bunu görürsünüz. Bazı yazdıklarım birilerinin hoşuna gitmiyor mu, o zaman inadına yazıyorum.
Şimdi edebiyatımıza baktığımız zaman dişe dokunur kimse bir şey yazmamış. Hele tarihi roman adı altında yazılan şeyler bugün ‘Muhteşem Yüzyıl’ dedikleri ‘Muhteşem Rezalette’ izlediğiniz şeyler. Şiddet ve cinselliğin iç içe girdiği romanlar. İnsan bunun karşısında iki türlü tepki verebiliyor. Birincisi homurdanmakla yetinmek, ikincisi de doğrusunu yazmak. Ben homurdanmaktan bir şey olmayacağını lise yıllarındayken fark etmiştim. Ben bir sorunum olduğu zaman gidip soruyor, doğruyu arıyordum, sorunumu çözüyordum. Ama arkadaşlarım homurdanmakla yetiniyordu. Bu nedenle ilk yazdığım kitap çok acemice bir kitap olmasına rağmen çok okunanlar arasına girdi. Çünkü Osmanlı tarihini doğru yazıyordum. Buhara yanıyor kitabımı yazdığımda millet kendi çapında düzelme yollarını aramaya başlamıştı. Yani tepkiler geldikçe, hakkımda davalar ve soruşturmalar açıldıkça, doğru yolda ilerlediğimi düşündüm.
*Bugün tarih üzerine yazılmış çok sayıda kitap ve roman var. Tarihi roman yazmanın zorlukları nelerdir?
- Elbette ki tarihi roman yazmak kolay değildir. Dindar diyebileceğimiz camia romana alışkın değildi. Bunun için önce bir peşinen reddedecekler. Ben ilk kitabımı yazdığımda en yakınım olan babam bile ‘böyle şeylerle hizmet olmaz doğru şeyler yap’ dedi. Sonra o da ‘bizim uşak ne yazmış bir okuyum’ diye merak etti. Okuduktan sonra bana Osmanlıca bir mektup yazdı, ‘canım ciğerim evladım’ diye başlıyordu bu mektup. Beni motive etmişti. Ondan sonra da Bediuzzaman hazretlerinden dua almıştım. Bediuzzaman herkese Allah cenneti nasip etsin diye dua ederken, bana Allah kalemine kuvvet versin diye dua etmişti. Ondan sonra kalemim açıldı diyebilirim. Neticede tarihe olan ilgim tepki olarak doğdu ve etkiye dönüştü. Son zamanlarda çok abuk sabuk romanlar çıktı. Bir defa içinde sanat olacak. Ben 10 yıl kadar romana ara verdim. Bu süre içinde düz araştırma kitapları özellikle yakın tarihe ilişkin kitaplar yayınladım. Onlar da soruşturma geçiriyor. Bu soruşturmalar bitinceye kadar zaten ben ölürüm o nedenle bir kaygım yok.
*Peki hocam okurlarınızın size geri dönüşü nasıl oluyor. onların verdiği tepkiler sizi nasıl etkiliyor?
- Okurlarımın dönüşü çok güzel gerçekten. Zaten onların geri dönüşü olmasa yazamam. Yaşayamayan yazar derler, doğrudur. Kendinizden fedakarlık edeceksiniz, geceler boyu uykusuz kalacaksınız, tozlu arşivlerde kalacaksınız. Fakat ya hu bu iş olmaz dediğiniz an öyle bir mail, öyle bir mektup alıyorsunuz, imza günlerinde veya konferanslarda öyle bir tepki alıyorsunuz ki, yeniden yola çıkarıyor, ben nerde kalmıştım diyorsunuz. O nedenle bırakamıyorum.
NOBEL ALAMADIM AMA DUA ALDIM!
*Yazarken birini örnek alıyor musunuz?
- Ben sadece doğruları yazmak için yola çıktım. Yazılarımda başta edebi kaygı taşımadım. Sonra doğruları doğru bir şekilde yazmaya çalıştım. Mehmet Akif kadar cesur değilim, ‘Söylediklerim odun gibi olsun tek hakikat olsun’ diyemedim. Odun gibi olmasın, üslubum da doğru olsun, Türkçeyi de doğru kullanayım diye endişelerim var. Bu yazanın kalemini yavaşlatıyor ama iyi şeyler ortaya çıkıyor. Ben ilklerdenim, yani köşe yazarı yok, gazeteci yok, siyasetçi yok, yönetmen yok… Sadece din kitabı yazarak veya okuyarak bir yere varamazsınız. İslam evrenseldir diyorsak, evrensel bir şeyler ortaya koymamız gerektiğine inanıyorum. Bu inançla yola çıktım, hatırladığım kadarıyla 30-35 civarında yabancı dile çevrilen eserlerim var. Nobel alamadık ama dua aldık.
*Edebiyattan bahsetmişken, Türk edebiyatının durumunu nerede görüyorsunuz?
- Eee Nobel aldık işte daha ne olsun. Ne yazmış diye bakarsanız incir çekirdeğini doldurmaz. Yani güzel şeyler kolay bir şekilde ortaya koyulmuyor. Ötekinin ne yaptığı beni ilgilendirmiyor. Kolaycılık hastalığından kurtulmamız lazım. Çok fazla emek harcamamız lazım. Şimdi halkımız çok okumadığı için ilk okuyacağı kitapla kendisine istikamet verebilir. Bu son derece tehlikeli bir şeydir. ‘Hocam senin kitabınla yolumu buldum’ demek ki başkasının kitabıyla yoldan çıkacaksınız. Evet tamam, yolu bulursunuz ama Kur’an derinliği ile onu desteklemezseniz, sanat ve edebiyat boyutu katamazsanız o yolun sonunun pek de aydınlık olacağını sanmıyorum. Ben haftada bir Boğaziçi Üniversitesi’nde derse giriyorum. Sabah namazını bazen öğrencilerimle birlikte Eyüp Sultan’da kılıyoruz. Ondan sonra hoca efendinin önderliğinde Ebu Eyüp türbesinde dua ediyoruz. Oradan mezarlığa gidiyoruz ve mezar taşı okuma yarışması yapıyoruz. Öğrencilerim o kadar heyecanlı ki, mezar taşından tarih yazıyorlar vallahi.
Sultan Abdülmecit hattattı biliyorsunuz. İki levhası var Bursa Ulu Camii’nde. Adam yazdığı sanat eserine imzasını atıyor. Onu boya ile kapatmışlar, daha geçen sene bulup çıkardık. Yani hiçbir insan eserini imzasız bırakabilir mi, gelecek nesiller nasıl öğrenecek onu. İşte böyle dönemler yaşadık. O dönemden kalma bütün yasakları düşünen bir insan olarak itiraz ediyorum, bu benim aykırı tarafımdır. Kendi camiamı da kolaycılık yönüyle eleştiriyorum. Efendimizin hayatına bakarsanız bin kişinin kaldıramayacağı bir yükü kaldırmıştır. Aynı zamanda devlet başkanı, baba, dede, peygamber, tebliğci, nebi, diplomat, ordu komutanı ve çocukları ve torunlarıyla ilgilenip oynamaya zaman ayırabilen bir peygamber… O mübarek vakit bulmuş biz bulamıyoruz, fazla tembeliz de ondan.
*Televizyon karşısında geçirdiğimiz zaman da çok uzun öyle değil mi?
- Bu gençlere de söyleyeyim, araştırma sonucudur bu, günde ortalama 5 saat televizyon seyrediyoruz. 70 senede bu 24 saate tekabül ediyor. Hangi insanın hayatının 24 senesini çöpe atmaya hakkı var. Ne seyrettiğiniz de önemli tabii ki. İşte son zamanlarda reyting rekorları kıran, Sülüman Sülüman diye ortalıkta dolaşan kızın oynadığı dizi… Geçen baktım ablam beddua ediyor. 82 yaşındaki ablamın ağzından daha önce hiç bela duymamıştım. Diyor ki Hürrem Sultan herkesi zehirledi. Dedim abla o Hürrem Sultan değil, artist. Bu bedduanın bir yere gitmesi lazım. Hürrem Sultan bunu hak etmiyor, bu rolü ona giydirenler bu bedduayı hak ediyor. Bu kadın Fuzuli seviyesinde şiirler yazan, Türkçeyi çok iyi kullanan bir kadın. 7 tane mektubu var Kanuni’ye yazdığı fevkalade güzel. Ekrana bakıyorsunuz, Osmanlı sarayına ne zaman zehir girdi, sizin yazdığınız Roma sarayı. Senaryoyu yazan hanımefendi diyor ki ben 4 bin sayfa kanuni dönemini okudum. Ben 4 bin sayfa beyin cerrahi okusam bana İbrahim Tatlıses’i ameliyat ettirirler mi? Tarihi araştırma yapmanın da bir raconu var. Adama gülerler, bu sadece Türkiye’de olur. Şöyle düşünüyorlar, nasıl olsa halk bilmiyor ne verirsen gider. Biraz da şiddet, cinsellik verdik mi tamamdır. Daha ne olduğunu bilmediğiniz bir şeyi veriyorsunuz halka. 4 bin sayfa tarih okudun da spesifik okumalar sadece biraz bilgi verir. Üstelik kimden okuduğun da önemlidir. Sen Osmanlıca bilmiyorsun ki, Naima’yı mı okudun, Fransızcadan okudun Osmanlı tarihini.
‘AYET-EL KÜRSİ’Yİ CİNSEL KUDRET AYETİ DİYE YUTTURUYORLAR’
Geçenlerde Haremi gezmeye gitmiştim. Yanımda da üniversiteden arkadaşım var. Ayet-el Kürsi yazıyor büyük bir salonun duvarlarında. Bir turist kafilesi geldi Fransız. Rehberleri anlatıyor, sıra ayetlere geldi. Bunlar cinsel kudreti artırmaya yönelik dualar diye anlattı. Fransız romancısı, hikayecisi de bunu yazıyor. Bizimkiler de bunu tercüme edip film yapıyor. Girdik hamam bölümüne büyük bir havuz var. Bunda da cariyelerin her sabah süt banyosu yaptığını anlatıyor. Duramadım müdahale ettim, hangi birine müdahale edeceksin. Gittim evladım ben tarihçiyim, sen İstanbul’un 100 bin nüfuskenki dönemini anlatıyorsun. İstanbul’da 100 bin nüfus varken senin gibi kaç mandafor ineği olmalı ki bu havuzu sütle doldursun. Ya hu hareme erkek sinek giremez diyoruz. Bir tarihçimiz Peçevi diyor ki, ‘Haram bölge olan hareme güneş erkek olsa doğamazdı.’ Padişahın anası var, karısı var, bacısı var. Bu kadar sakınılan bir bölgeye bakılan mantığı bir düşünün hele. Mihrimah Sultan Kanuni ile Hürrem sultanın kızıdır. Hastalanmış, Musevi bir doktor tedavi edecek. Nabzını tutmadan tedavi edemem demiş. Götürmüşler perdenin arkasından parmağımı bastırıp bileğine, nabzını kontrol etmiş. Bir el olmaz ikincisine de bakmam lazım demiş. Teşhis edememiş, gözlerine bakmam lazım demesiyle birlikte kendisini kapının önünde bulmuş. Harem böyle sakınılmış değerli dostlar. Böyleyken bunu bütün tarihçiler bilir ama iki cami arasında aşk hikayesi yazarlar. Bunlar da gariptir en çok okunanlar arasına girer. Kalitemiz ortada…
*Peki hocam, gençler tarihi nasıl okumalı, neye inanmalı ki doğru olanı görsün, doğru yoldan gidip başarıya ulaşabilsin?
- İman, hedef ve gayret eşittir zafer demektir. Bütün kazanmış insanların hayatında peygamberler dahil bu vardır. Peygamberler vazgeçmediler. Bunların en önemli ortak noktaları dik durmalarıdır. Bizim Siyer-i Nebi diye şimdilerde de imam hatiplerde okutulan bir kitabımız var. Onu doğru okumak lazım. Güce, paraya, insana meydan okuyan peygamberlerimiz var. Allah var, ben de inanıyorum gel de kurtar demekle olmuyor. Bizim çabalamamız lazım. Elin gavuru kadar çabalamamız lazım. Bir büyükten bir öğüt almıştım. Ayaklarını yere sağlam bas, ürkek basma demişti. Ben de ona ekledim ürkek basma ama topraktan geldiğini unutmadan bas. İkincisi başın dik gez, vur ensesine al ekmeğini demesinler ama Hz. İbrahim gibi Allah’ı ararcasına dik gez. Ki başarının sırrı da budur. Önemli olan hem bu dünyayı avuçlayacaksınız, dünyanın avucuna kuyruğu kaptırmayacaksın. Böyle Yavuz Sultan Selim gibi baktığında ‘Bir padişaha büyük gelir ama ikincisine de az gelir’ diyebilecek kadar dünyayı küçümseyebilmeliyiz. Hem de mezara götürebildiklerine de tutunacaksın. Mezarın ötesine götüremediğin her şeyin fani ve yalan olduğunu unutmayacaksın.
Bakın Avrupa dalgalanıyor, Fransa’nın ekonomisi bozuluyor, Yunanistan çöktü. İtalya bizim daha 40 sene önce denediğimiz teknograt kabinesinde varlık arıyor. Biz o stresleri yaşarken ya lelli çalıyorlardı. Şimdi de aklı başında bir yönetim geldi. Hakikaten Türkiye’nin geleceğinden ümitliyim. Ama mutlaka gençlerimiz hedef belirlemeli, ‘niçin yaşıyorum’ sorusunu kendilerine sormalı ve cevap aramalıdır. Hem dünyevi, hem de uhrevi. Ondan sonra da risk alacaksın. Yani fikrinizi geliştirmek için ille de kalabalık olmak zorunda değilsiniz. Fikriniz ayete hadise dayanabiliyorsa, Allah selamet versin yürüyeceksiniz. ‘Yürü hala ne diye kendinle oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın’ diyor ya şair, o hesap. Unutmayın, risk almadan başarı olmaz… Düştüyseniz, düştüğünüz yerden kalkıp yolunuza devam edeceksiniz. Bakın Sadrazam Çandarlı Halil çıkıyor, 17 yaşından beri devlet hizmetinde. Çok muazzam bir sadrazam, bugünün başbakanı. Fatih’e diyor ki sen İstanbul’u alamazsın. Sen deneyimsizsin diyor. Fatih niye alamam diyor, baban alamadı, deden alamadı sen onlardan daha iyi değilsin. Küçük şehirlerden başla alış diyor. Yeniçeri babanla ölüme giderdi, seninle karavanaya gitmez. Çünkü seni tanımıyor diyor. Yaşlılar gençleri böyle küçümseyebiliyor, günümüzde de bu böyle. Ama bazen gencin fendi yaşlıyı yeniyor. Neden alamayacağını sorduğunda, büyük topların var mı surları nasıl yıkacaksın diyor. Bu genç adam yok demiyor, o toplar bir gün icat edilecek mi diye soruyor. Evet cevabı alınca, o zaman geldi sen farkında değilsin diyor. Bu kadar gayretli ve iddialı olunca Cenab-ı Hak ikram ediyor. O kadar ısrar ediyor ki, Allah’a takdiri veriyor. Fatih’in eski çocukluk resimlerine bakıldığında çok fazla top çizmiş, topları surların önüne koydu. Çadır çizmiş, Topkapı’da Otağı Hümayun yaptı. Uçan gemiler çizmiş, o zaman bakıldığında kimse anlam verememiş ama Allah onu da nasip etmiş. Gençler uçmayı düşünecek ki karada sağlam yürüyebilsinler…