Şimdi puzzle kelimesi dilimize iyiden iyiye yerleşti ama yapboz demeyi tercih edeceğim bu yazıda. Belirli sayıdaki parçaya bölünmüş, ayrılmış, parçalanmış resimler… Parça pinçik. Bul buluştur işte, ne kadar güzel!
Kutudan çıkarttığınızda önce köşedeki parçaları arar ve bulmaya çalışırsınız, 4 tanesini, ardından tek kenarı düz olan kenar parçaları… Sonra işin asıl zor tarafına sıra gelir; orta kısma. 10000 parçalı olanları bile varmış bu mübareklerin, yeni öğreniyorum, yok ben o kadarına girişmedim hiç daha. İşi tamamlayınca ortaya çıkan şey elbette bir eser değil, ancak başarmış olma hissidir fakat insan bir rahatlıyor işte. İsmi yapboz ama işin sadece yapma kısmında olmak falan iyi geliyor insana, ne bileyim. Sanki her şeyi yerli yerince, ait olduğu yere koymuş olmanın verdiği bir huzurla kaplanıyor içiniz.
Ne var ki, bu yapboz işi eğlenceli olduğu kadar hüzünlü de gelir bana. Durumun bu duygusal boyutunu, taşıdığı hüznü gören tek kişi olmadığıma da adım kadar eminim. Zaten özellikle dikkat ettim, bu işin müptelalarının en fazla sevdikleri renk, mavi oluyor genelde. Mavi ki hüznün rengi. Tesadüf olmasa gerek…
Bir sürü parçanın içinden yalnızca birkaçı, hatta bir tanesi bile kaybolsa tamamlanamıyor bu iş, biliyorsunuz. Sonra o küçücük şeyleri bulabilmek için yana yakıla aranmalar, sağa sola bakınmalar -halıların altlarına koltuk kenarlarına varıncaya dek- yeri gelince saç baş yolmalar ve iç huzurunuzun köküne kibrit suyu salınımı başlıyor. Off! Sevdiğiniz renk aslında maviyken, kırmızıya boyanıveriyor bakışınızın isabet ettiği her şey ve yer. O anlar çok kötü. Venüs’te kalmak isterken Mars’a sürgün edilmiş gibi. Yalnızca tek bir parçanın yoksunluğu, o koca resmin tamamlanması ihtimalini yok ediveriyor işte bir anda.
Ve bu yazı, bu noktadan itibaren her an toyca bir veryansına doğru evrilebilir, farkındayım. Ne yapsam da konuyu daha aklı başında ve usturuplu bir hale koysam, onu düşünüyorum şimdi kara kara. Birkaç parçanın eksikliğinin tüm işi bozması falan deyince, ergence oldu biraz tabi. E belli ki bu tespitin ışığında, hayatın birkaç karanlık kuytusu irdelenecek çünkü, belli. Yazıyı bu haliyle gazeteye verirsem de, birkaç tane şiddet ve korku içerikli, rencide edici yorumla karşılaşabilirim. Biliyorum. Karşılaşmadığım şey değil, eksik olmasın. O halde durun, elimden geleni yapmaya çalışayım şimdi. Kaybolan o parçaların eksikliğinin, yalnızca mavi renk kullanan takıntılı bir ressam gibi, her yeri nasıl da o renge boyadığını anlatayım.
Herhangi bir kayıp ya da eksiklikle karşılaşınca, o ilk andaki sarsıntı her ne kadar kızıl olsa ve renk çemberinde bu rengin zıttı olarak yeşil gösterilse de, gerçekte olan, dipsiz bir mavilikte kayboluş olur. Tıpkı terk edilişin, vaz geçilişin ve buna benzeyen her türlü hainliğin ve ihanetin rengi gibi. O dip derinlere, kayıp parçaları bulma hevesiyle yapılan her dalış da nefes nefese ve eli boş bir halde sudan dışarıya kendinizi can havliyle atmanızla sonuçlanıyor. Yüzünüzü çevirdiğiniz gökyüzünün mavisi bile alaycı bir şekilde size sırıtıp, gözlerinizi ısırıyor sonra.
Yapbozlar diyorum… Kendinizinkinin kaç parçalı olduğunu da son ana kadar bilemiyorsunuz; bizlerden saklanan o sırrı. Fakat benim önümde, bir başkasının yapbozu duruyor nedense. Kimse bilmez bunu. Çok nadiren olur bu; bir başkasınınkini tamamlamaya çalışırsınız da sizinki kimin elinde, bilemezsiniz. Fakat kendiminkinin acaba nerede ve hangi ellerde oluşundan değil, Sümbül’ün yapbozundan bahsedeceğim size ben. Henüz ondan bahsetmemiştim burada hiç, değil mi? Bu yazı bitti ama başka zaman söz ederim ondan biraz. Gözleri oluşturan kısmı kayıp, bu yapbozun. Öyle oturmuş, suya doğru çevirmiş üzgün yüzünü Sümbül. Bedeni dışarıda ama aslında boğulmak üzere. Tamamlandığında, karaya ayak basacak mı, basabilecek mi bunu ben de bilmiyorum henüz. Fakat yapbozunu tamamlamak için elimden geleni yapacağım, Sümbül! Artık anlatacağım da seni.