Sükût
Vee “usta birliği”…
İl Jandarma Komutanlığındaki kurada benim şansıma merkezi bir ilçenin karakolu çıktı. Bu tür işlerde genelde şanslıyımdır. Ya iyi bir yer çıkardı bana ya da sınıfta hocanın sözlüye kaldırmadığı tek öğrenci ben olurdum. Bu şansımı bize tuzak sorular sorulan acemi birliğinde de yaşadım. Ama bu durum ağır şekilde psikolojik baskı da oluştururdu şanslı kişilerde. Çünkü bilirdim ki eldeki tek fişek sensin ve tüfeğin ağzındasın; parmak tetikte ve her an tüfek ateşlenebilir…
Kurada aynı karakola bizden üç kişi düştü. Bunlardan biri de günde iki defa bayılan bizim Kırıkkaleliydi; ama orada hiç bayılmadı. Çünkü orada eğitim yoktu ve hiç olmadı; birkaç küçük istisna dışında. İstisnaların kaideyi bozduğunu da o zaman öğrendim.
Usta birliğinde Kırıkkaleli ile ben çift fırfırlı çavuş olduk öbür arkadaş ise er, hem de tam er. Zaten adı da Tamer’di. Adıyla gelmiş çocuk… Ama onun er olma sebebi adından değil zamanında üniversiteye girerken aramızda en düşük puanı o almış ondan dolayı biz çavuş olmuşuz o da er… Öyle dedi komutan… Aramızdaki puan farkı da öyle uçurumlar değil, birkaç net sadece… Zaten bu dünyada küçük şeyler kendinden büyük sonuçlara sebep olmuyor mu?
Usta birliğinde görev yerimiz karakol olduğu için asker mevcudumuz azdı. 20 tane uzun dönem, 3 tane de kısa dönem er ama ikisi çift fırfırlı çavuş. Bu uzun dönem askerlerin büyük kısmı ise; ya dövmeli ya kolları jiletli ya psikopat ya RDM’li ya da esrarkeş… Aralarında birkaç tane eli ayağı düzgün tip vardı onların da psikolojisi bozuktu. Kendimi bir anda farklı bir dünyada buldum. Ama zararsız tiplerdi ya da öyle olmak zorundalardı.
Uzun dönem askerlerin içinde babası fabrikatör olan eli yüzü düzgün bir çocuk vardı. Zamanında özel bir üniversitede tam burssuz olarak okurken serserilik edip okulu asınca babası da bunu “burnu sürtülsün ve kıymet bilsin” diye askere göndermiş. Sonra nöbet tutmak zor gelince babasına ağlamış. Baba yüreği işte, o da dayanamamış bir torpil bulup bunu RDM yaptırmış. RDM olduğu için nöbetten muaf hale gelen bu elemana bizim komutan da uyuz oluyordu. Ama yapacak bir şey yok… Hem babası çok zengin hem de çarşı izninde kullanması için karakolun karşısında “Jaguar” marka aracı hazır duruyordu. Bir de şöyle düşünün: “Canlı yayında örnek vermek için marka ismi telaffuz ettiğinde konuk, sunucu ne hisseder”. Çarşı izninde onun için; özel otomobili ile gezmek büyük bir imkân değilken, bizim için ise çarşı izninde caminin halısına basmak büyük bir nimetti. Zira askerde en çok özlediğimiz imkânlardan birisi de halıya basabilmekti.
Babası zengin olan bu askerin kendisi gibi olan uzun dönem askerler ile arası çok iyiydi. Çünkü sigara başta olmak üzere onların her türlü iaşesini temin ediyordu. Paranın gücü… Zaten nöbetten muaf olunca komutan da ona kantinin sorumluluğunu vermişti; sen paradan anlarsın diye. Ama o bunu görev olarak görmez “komutan bana kitledi” derdi. Hâlbuki er olan kısa dönem arkadaşımız muhasebe üzerine lisansını tamamlamıştı. Lâkin diplomanın ne önemi var. O diplomanın sadece askerliği daha kısa yapmaya faydası oluyordu. O faydayı da gördük hepimiz.
Usta birliğinde en mühim görevim ise askerlerin “pitbul” dediği astsubay çavuşunun hazırladığı nöbet defterindeki listeyi her akşam kâğıda geçirip koğuş kapısındaki mantar levhaya asmaktı. Bu listeyi benim yapmadığımı bildikleri halde bana itiraz ederlerdi. Eğer itirazı pitbula yapacak olsalardı başlarına gelecekleri biliyorlardı. Uyanık çocuklar…
Orada herkes az uyumak pahasına gece vakti nöbet tutmak istiyordu. Gündüz nöbeti ise çok zor oluyordu. Özellikle de öğlen vakti tutulan nöbet. Akdeniz güneşinin altında iki saat nöbette durmak miğferin altındaki beyni pişiriyordu. Doğuda ise en iyi nöbet saatinin bu durumun tam tersi olduğunu duyduğumda; “dünya işte” dedim: “Zamana ve mekâna göre kıymetin nasıl da değişiyor”. Hâlbuki bana kıymeti hiç değişmeyen dünya lâzım. Ayrıca hafta içi saat beşte uyanmaya alışkın erlere hafta sonu saat yediye kadar uyuma imkânı verilince nasıl da mutlu oluyorlardı. Kıymet bilmek böyle bir şeydi.
Beni rahatsız eden ama çözümü bende olmayan bu itirazlardan nasıl kurtulurum diye düşünürken aklıma şöyle bir fikir geldi. Nöbet listesini yazdığım kâğıdın alt tarafında boş yer kalıyordu. Oraya her gün bir şiir yazıyım dedim. Bu yöntem ise tahmin etmediğim kadar etkili oldu. Tahmin ettiğim kadar etkili olsaydı; hiçbir etkisi olmayacağını da biliyordum. Nöbet saatlerine itiraz eden çocuklar bu sefer itiraz yerine şiirdeki bilmediği kelimeleri sormaya başladılar. İlk sordukları kelime ise “sükût” sözcüğüydü. “Sükût ikrardan gelir” atasözünü ve bu atasözündeki kelimelerden tek “gelmek” sözcüğünü bilen gençlere bu kelimeyi açıkladım. Daha sonraki günlerde; Attila İLHAN, Abdurrahim KARAKOÇ ve Aziz NESİN’e ait şiirler paylaştıktan sonra karakolda denetim olacak diye paylaşımlar durdu, bir daha başlamamak üzere.
Askeriyede özellikle de denetimlerde şunu öğrendim; en ufak bir bilginin, en ufak bir malzemenin bile ne kadar hayati ve ne kadar kıymetli olduğunu. Özellikle de kullan at tıraş bıçaklarının.
Usta birliğinde denetimden sonra ceza amaçlı bir defa eğitim aldık ve o eğitimi hiç unutamam. Çünkü o eğitime komutan; astsubayları ve uzman çavuşları da dâhil etti. Pitbul ve sevmediğimiz bir uzman çavuş “sağa dön-sola dön” komutlarına sinir olarak uyarken biz keyif alıyorduk. Onları sinir eden bu durum bitmesin diye eğitimin geceye kadar sürmesini istedik ama komutan fazla uzatmadı ne yazık ki.
Usta birliğinde tam da nar meyvesinin hasat zamanı bulunmuştuk. Bundan dolayı Toroslardaki köylüler bize nar getirirdi zaman zaman. Nar dediysem, komutana İngiliz Kraliyet Ailesine özel üretilen narlardan biz erlere ise elmadan az büyük, tek müşterisi meyve suyu fabrikası olan ıskarta narlardan... Tabi çavuş olarak bu köylüleri ben karşılardım. Narları kabul komisyonun tek ve vazgeçilmez elemanı ise yine bendim. Tek ve vazgeçilmez dediğimi bakmayın! Bu dünyada kimse ne tektir ne de vazgeçilmez… Adı üstünde “kimse”… O söz ise lafın gelişidir. Tabi bir de lafın gidişi vardır; buna ise kalp dayanmaz. Çavuş olarak karakol kameralarının nereleri görmediğini, karakoldaki bütün kör noktaları çok iyi bilen birisi olarak komutana gelen narların yarısını bu bilgimden istifade ederek askerlerin bölümüne transfer ederdim. Daha sonra bu narı yiyen askerler “çavuşum çok güzelmiş, nereden buldun bunları?” deyince; bende “narı yiyin, ağacını sormayın” derdim. Bu özdeyişi de dilimize ben kazandırdım. Daha sonra atasözü falan demeyin…
Kurban bayramını da usta birliğinde geçirip, deniz kenarındaki karakolumuzdan yılbaşı havai fişeklerini de izledikten 18 gün sonra terhis olduk.
Memleketimin otogarında inip evime gitmek için bindiğim dolmuşta, tipimden yeni terhis olduğumu anlayan dolmuş şoförü döndü bana ve şöyle dedi: “Hani bitmezdi!”
Nöbet listesinde ilk paylaştığım şiir ise Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’e ait “Veda” adlı şiirdi. Buyurun okumaya:
Elimde, sükûtun nabzını dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin!
Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin!
Yürü, gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lahza kalıver gitsin!
Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgâra salıver gitsin!