“Suya yazmak diye bir deyim var. Etkisi olmayan sözler söylemek manasında. Pekiyi ya suya fısıldananlar? En büyük hayalleri, kimseye paylaşılmayan sırları yani. Bir de onun söylediklerini duyabilsek nasıl olurdu acaba? Suyla suca konuşmak. Suca diye bir dil var mıdır yoksa öğrenilebilir mi?” Fatma TUTAK
Biraz yürüyelim mi?
Belki de sözün ne’liği önemli. Pak fısıltılar mı, ıstırap şarkısı mı, ku(r)tlu fikir sancıları mı, mülevves dedikodular mı?
Kiminde anlamlı sessizlikler lâzım, sükûtiliğin gerekli olduğu hâller.
Diğer taraftan, mesela acaba fısıltı da olsa; haksızlığa, zulme karşı bir tepkimiz, hafiften de çıksa bir sesimiz çıkması icap etmez mi?
Ya suya atılan mesajlar. Zaten örtülü mesajların, kilitli şişeleri. Zamana zemine emanet edilenler. Veya yele savrulanlar.
Arslanın ağzındakiler. Köpeklere kaptırılanlar. Posta güvercinlerinin uçuşlarına bırakılanlar.
Midede kalanlar. Hastalık olarak püskürenler.
Gizli kalbî mesajlar. Yoksa sen yaz, fısılda, “Balık bilmezse, Halık mı bilir”. Bakarsın bir şifre çözücü gelir.
Okyanus kalpler, eşek ölüsünü mü bile yutar eritir?
Suyun dibindeki hazineler… Belki işimiz sulardaki defineleri çıkarmak, dalgıçlık, kazılar yapmak.
Belki de su kuyuları açmak. Gökyüzüne nişanlanıp diri sözler söylemek.
Sözcü(k)lerle kapılar açmak. Sözlüklere nefes veren kelimeler eklemek.
Evinin önünü süpürmek. Fısıltıları duyacak kalplere yollar bulmak.
Nasılsa; bütün yazılanları, ağız dil kıpırtılarını değerlendiren, bir Okuyucu Yazıcı vardır.
Bir gün suya yazarsın. Bir gün toprağa yazılırsın. İz kalmaz sanırsın.
Testiyi dolduran çıkar bir gün. Deryadan boş dönmezsin.
Her hâlükârda fısıltıların işitilir ve neticesinde bazen serinletir. Kelimelerin cümlelerin ağzı, bağ(r)ı açıktır. Gül bahçesine, bağa girersin.
Yerdeki, sudaki havadaki gürültü, bağrış çığrış, fiyakalı avazlar, mütekebbir sedalar duyulmaz da, yanık fısıltılara kulak verilir.
Kim bilir belki de bahar; güçlenmiş yürekten, masumâne incinmişlikten, kısmen de olsa temizlenmiş bir idrakten, elde tutulan pusula güvenliğinden, mübarek habercilerin ayağının tozundan gelir.
Suca diye bir dil var mı? Neden olmasın. Bir bilen, karşılık veren vardır diye düşünüyorum.
Ama suyu(varlığı) önce dinlemek gerek. Anlamaya çalışmak. Sevgi anahtarıyla çözümler. Ne de olsa Kaynak Tek…
Hz. Yunus suca konuşmasını öğrenmişti mesela. Hz. Musa, Haz. Nuh, Şair Fuzuli biliyordu zannımca.
Yunus Emre, sırf dağlar taşlar çiçekler ile değil, suyla dönen dertli dolapların lisanına da vakıftı.
Bazen kalpleri suyla işleyenler, zuhur ederdi. Su işlevi gören arındırıcı isimler, eserler dile ele gelirdi. Kaba(ran) kirler sönerdi. Ruhlar incelirdi.
İbn Arabî’nin kitapları su gibi akıyor, kimilerince adamakıllı okunuyordu. Doku(nu)yordu.
Büyümek, yaşamak da bir çeşit dil öğrenmek değil miydi? Girdiğimiz çevrelerin, yabancılık çeksek de iletişim kurduğumuz kişilerin, geliştirdiğimiz kimliğimizin, öz benimizin, şu çirkin politikanın(!) bile.
Sade suyun değil, Kâinatın yekpare bir dili mevcuttu. Bazen bize anlayacağımız cevaplar erişiyordu.
İyi ve huzurlu ömür sürmek, dillerin kalitesine ve öğrenme kapasitemize bağlıydı herhalde.
Eşyanın, araçların, onarımın, tamiratın, günahların hepsinin dili hazırda bulunur gibi geliyordu; kelimeler kavramlar hep bir dil örgüsünün içindeydi.
Bazen de mesela eşya, işlek işveli diliyle bizi çağırıp, istismar ediyordu, sanırım kullanıyordu. Diller bizi u(yutuyor), merkezine, kalbine doğru çekiyordu.
Hayallerimiz dualarımız yalnızca sivri “başımızı” mı kapsıyordu. Daha önemlisi kimin adına konuşuyor yazıyor ya da susuyoruz(du). Hararetimiz(!) nedendi?
Gözüme kulağıma birkaç damla ilaç damlattım; gönlüme merhem sürdüm.
Dalgaların sesini dinledim, içimizdeydi.
Belki de kalbimizin derin sularında yazılanlar hiç silinmezdi. Seyr ü sefere, teferrüce, yüzmeye dahi çıkılırdı. İçerden inci mercan, nice yazılı satırlar çıkarılırdı.
Hem nehirler fısıltılarınızı anlamazsa, denizlerle haberleşir seyran edilirdi.
Sahibine bütün azametiyle görünen, gizli yazıların fısıltısı erişirdi.