Sınırlı bir hayatın basamaklarını bir bir çıkarken, önümüzde neyin kaldığını da bilemeyiz. Belki bazen durup dinlenmek isteriz. Ama belki de geri kalanı ya da önümüzde olanı oturup düşünmeyiz. Tabii ki önümüzde var mı acaba diye de hiç sormayız kendi kendimize.
Ey insan! Bitecek bir gün yolculuğun!
Sonra geleceksin sen de o gün.
Hani nereye gitti dünya ile dostluğun?
Niçin bırakıp gidiyorsun onu?
Ve niçin bırakıyor o seni?
Bırakmasa ne olurdu?
Bırakmayabilir miydi?
Ve sen;
Kalsan ne olurdu?
Gitmeyebilir miydin?
Bir sona doğru alabildiğine hızla giden ömür saniyeleri… Ne durdurmak mümkün onları, ne de geri getirmek gidenleri. Dolu dolu yaşamak gerekirken onları, beyhûde bir anlayışla geçirmek ne acı!
Geri dönüşü olmayan bir yolun üzerindeyiz hepimiz. Ama bu yolculuk nasıl devam ediyor acaba, kârda mıyız, yoksa zararda mı?
Binbir nedametle çırpınan bir yürekle ne yaparız o gün?
Ne dönüş var geriye ve ne de telafi ediş!
Ağarmış saçlarıyla ateşe doğru koşmak…
Akan gözyaşlarıyla nice feryatlar koparmak…
“Neden ve niçin” sualleriyle muhatap olmak…
Yanmak, yakılmak ve sızlanmak…
Ah bunu bir bilebilsek!..
Ey kardeş!
Gün, bugün.
Ağlama o gün!
Hakk’a ver özün!
Aşkıyla dola için…
Ve gün olsun;
Ağarsın şu yüzün!
Sonra da gülsün!
Vuslatın aynasında…
Gamzelerin görünsün!