Hazreti Ömer (r.a.), kölesiyle birlikte Şam’a giderken yolda deveye nöbetleşe binmişlerdi. Hz. Ömer deveye biner, kölesi devenin yularını tutar ve bir fersah kadar yürürdü. Sonra Hz. Ömer iner, kölesi binerdi. Şam’a yaklaştıklarında binme sırası kölesinde idi. Köle, devenin üzerinde Hz. Ömer de (r.a.) yularını tutmuş gidiyorlardı. Karşılarına bir nehir çıktı. Hz. Ömer, devenin yuları elinde suya girdi. Halifeyi karşılamaya çıkan Şam emiri Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.) bu durumu görünce; ‘Ey müminlerin emîri, Şam’ın ileri gelenleri seni karşılamaya çıkacaklar, seni bu halde görmeleri iyi olmaz.’ dedi.
Bunun üzerine Hazreti Ömer şöyle buyurdu: “Ey Ebû Ubeyde! Bunu senden başkası söylese idi Ümmet-i Muhammed’e ibret olsun diye cezalandırırdım. Biz, zelil bir kavim idik. Allâhü Teâlâ, bizi İslâm ile azîz kıldı. Her ne vakit biz, izzet ve şerefi, Allâhü Teâlâ’nın bizi izzetlendirdiği İslâm’ın gayrı bir şey ile talep edersek, Hazreti Allah bizi zelil eder.”
Hikâye böyle… Ancak bugün Hazreti Ömer’lere kulak veren var mı?
Hâli pür melâlimize baktıkça, inancımızla gidişatımız arasında fersah fersah fark görüyoruz. İslâm hayatımızda ne kadar yer tutuyor, gönüllere yansıyor mu, muhasebe gerek.
Çünkü şekil yönünden ilk bakışta mükemmel görünen, ahlâklı, dindar bir toplumuz.
Dualar, zikirler, Kuran tilavetleri dilden düşmüyor; mabetlerimiz dikkat çekecek kadar bol.
Liderler, öncüler her fırsatta, dindarlıklarını sergiliyor ki belki insanların özelinde kalsa, bazen yapmacık, riya olarak da algılanabilecek bu vurgulamalar göze sokulmasa; izlenim ve hükümler de muhtemelen farklı olacak.
İster istemez, dudak uçuklatacak iddialar, açık ve acıklı gerçekler, hukuksuzluklarla; kutsallar, yüksek gayeler, meşru olmayan yöntemler nasıl uyuşabilir, bir arada nasıl yer alabilir diye zihinler bulanıyor.
Kameralı, şaşalı ibadetler; maalesef her sahadaki bozulmayı, menfî bir çevrilmeyi örtmüyor.
İnançla kurulan tartışmalı, sorunlu ilişki biçimi düşündürüyor. Neyi kabullenmedik, işlevsizleştirdik veya içleştirmedik ki, bu menfî vaziyetle yüz yüzeyiz.
Durumdan büsbütün dış güçleri sorumlu tutsak bile, payımıza düşen mesuliyeti, mücadele azminin yokluğunu, zatımıza yakıştırdığımız(!) gafilce bir teslimiyeti nasıl izah edebiliriz?
İnkâr edemeyeceğimiz bir manevî düşüş, çözülme, gerileme var. Demek ki “mânâ” kabukta, satıhta kalıyor.
Millet nazarında uyandırdıkları algı, izlenim de pek umurunda olmuyor sahnedekilerin. Mutlak güç yanılgısı, sarhoşluğu.
Mukaddes Kitabımız, tarihimiz hep hamaset yaklaşımıyla değil de; biraz da göçen, devrilen, hitama eren saltanatlarla, kavimlerin sonuyla ilgili ibret vesikaları gibi ele alınarak değerlendirilse, muhtemelen vahim hatalarla daha az karşılaşacağız.
Fakat kaynak alıyor, yararlanıyor muyuz, yoksa sadece bir araç, gösteri unsuru gibi mi kalıyor.
Hani edep, hani hayâ.. hangi ülkü, hangi miras, hangi dava?
Dünya için çalışacağız ve nimetlerden yararlanacağız elbette, lâkin hepten ahireti unutmuş gibi, çirkin manzaralar, bozuluşlar, yepyeni şer açılışlarıyla koyun koyuna yaşıyoruz.
Biz güzel örnekler getirmezsek, kimler hâkim olacak ve boşlukları dolduracak?
En son bir mafya liderinin videolarının, toplamda 25 milyon izlendiği ifade ediliyordu.
İthamlar yakıştırma seviyesinde kalsa bile, o iddiaların yöneltildiği kişi ve kurumları, bir inancın müntesiplerini nereye koyacağız, nasıl bir imaj uyandıracaklar. Kimin zarar, günah hanesine yazılacak?
Fena temsillerle, istikamet kaybıyla, yüce dinimize de mi halel getiriliyor. Sorumluluk kimde?
Bazılarındaki olumsuz kanaatler iyice pekişip, kesin yargı haline mi gelecek.
Deizm, ateizmin, intiharların, şiddetin artışını; toplumdaki umutsuzluğu, ekmek derdini, işsizliği, beyin göçünü görmezden gelebilir miyiz?
Yaşamazsak, özümüzle sözümüz birbirini tutmazsa, hangi değerler dizisini geleceğe aktaracağız?
Söylemle fiiller, icraat taban tabana zıt. Bildiklerimizle amel etmezsek, neyi biliyoruz, şeddeli bir cehaletin öncüleriyiz demektir.
İnsan bu kadar çelişkiyi, kargaşayı, dengesiz bir durumu, fesadı, bir anlamda “kuşkuyu” kaldırabilir mi?
Birbirimizle sûreta helalleşip, günü kurtarabiliriz de; “Kutsal, Hakikat” bize hakkını helal eder mi?
Cihadın, önce ferdî benliğimizden, kendi nefsimizden başladığını neden unuttuk?
İzzetli(!) nefsimizden?