Göçük altında kurtarılmayı bekleyen birinin ruh hali hakkında fikir yürütebilir, ya da, bir empati kurulabilir mi?
Fiziksel olarak somut bir enkazın altında kalan birinden söz ediyormuşum gibi duruyor cümle ilk başta, öyle değil mi?
‘Damdan düşenin halinden, damdan düşen anlar’ sözünün karşısında yapılacak tek şey elbette susmak ve bu suskunluğa derin bir mahcubiyet ve yüz kızarmasıyla karşılık vermektir, o başka!
Ne var ki, bir de görünmeyen bir depremi, enkazı ya da göçüğü düşünsel bazda tasavvur etmeye ve buna duygudaşlık etmeye çalışsak? Öyle değil midir ki görünen kadar görünmeyen ve somut kadar soyut da mevcuttur, vardır ve hükmü kesindir. 5 duyunun sonrası 6. olarak başlar ve 6’nın sonrasının ucu açıktır. Hatta, “Sağlık kavramının tanımı da fiziksel ve ruhsal olarak iyi ve sağ olma halidir.” dersek zaten, işin soyut sahaya giren hükmünün de altını kalın çizgilerle çizmiş oluruz.
O halde konuya geri dönelim. Başka gözlerce görülmemiş ve başka bilinçlerce bilinmeyen, yaşanmayan ve tadılmayan bir enkazın tonlara karşılık gelen ağırlığının altında, dar ve ışıksız bir ortamda olduğunuzu -kaldığınızı- tasavvur edin mesela. Bir düşünün. Kurtulmak ve kurtarılmak arasında, yani işin etken tarafında mı yoksa edilgen tarafında mı olmanızın gerektiğini aklınızın kesmediği bir kararsızlığa, bir de, yoksa kendinizi koyuverip bırakacağınızı mı; o teslim oluşu ve kolaylığı mı seçeceğiniz düşüncesinin eşlik ettiğini, seçeneklerin arasındaki o bocalamayı, kafa karışıklığını ve can havlini işin içine ekleyin. Akla hemen geliveren hikaye, içi süt dolu bir kovaya düşen farenin yaşadıkları oluyor bir yandan. Hani, sütün içinde boğulmamak için deli gibi çırpındıkça çırpınan, bundan bir an bile vazgeçip pes etmeyen gözü pek farenin, bu çırpınışlar sayesinde sütü yeterince çırparak yağa dönüştürmesi ve oluşan o zeminin üzerinden basıp dışarıya atlaması ve böylece kurtulmasının öyküsü… Bir enkazın altından öylesi bir mucizenin de çıkabilecek olması, dahası, kuyuya düşen Hz. Yusuf kıssası. Hani, kör kuyudan çıkartıldıktan sonra Mısır’a sultan oluşu. Bir de “Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?” (Hicr, 56’dan) ve “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 87’den) ayetleri geliyor hatrınıza.
Gerçi, Hz. Yusuf’un kuyu kıssasında dışarıdan müdahale eden bir elin sayesinde gelen bir kurtuluş; kurtarılmak vardı. Edilgenlik. Zira ortada fiziksel olarak arz-ı endam eden ve bilinen somut bir kuyu mevcuttu, demeyin. Demeyin. Dini kıssalardaki misallerin sembolizmalarla dolu olduğunu, ‘kuyu’ olgusunun yalnızca sözlükteki anlamıyla kullanılmadığını, illa madde sahasında varlık gösteren bir yapı olmadığını hatırlayın. Ve o ‘dışarıdan müdahale eden el’ için de aynı düşünce metodu benimsenmeli. Bu noktada etten ve kemikten yapılmış bir elden başkasını düşünememek son derece anlamsız, ruhsuz ve duygusuzca ortaya konulmuş olan materyalistçe bir eylem olarak kalacaktır yalnızca. Kadere kurtuluşu yazmışsa, Bakara 117, Enam 73, Nahl 40 ve Yasin 82’de belirtildiği üzere, yüce Allah “Ol!” deyince oldurur. Gerisi, bunun için varlık sahasında vücut bulan bir sebeptir, bahanedir sadece.
Peki ya, o ‘kendini koyuverme’ seçeneği? Zihni sürekli gıdıklayan, kaşıyan, kanatan ve yaralayan seçenek? Hani beyaz bayrak, teslim oluş, gözleri kapatıp ölümü bekleyiş falan? Ki, ölümün de aslında yalnızca o enkazdan değil de asıl hapisten; beden zindanından halas oluşu biliş? Zaten onca zamandır ruha dar gelip insanı yeryüzüne hapseden asıl şeyden; vücudun içinden çıkış ve gerçek özgürlüğe varış olduğunu bilmek? Öylesini arzulayışın, ayetlerde bahsedilen ‘ümit kesmek’ mi olacağını düşünüyorsunuz bir yandan tabi. “Yok hayır, ben yalnızca Rabbime ulaşmak istiyorum.” diyen itirazlar yükseliyor iç sesinizden hemen. Bir de, madde sahasından uzanan fiziksel bir elin gelip sizi çekip çıkarması ve oradan kurtarması isteği filizleniyor çorak bir tarlada aniden. İşte, karmakarışık şeyler yani… Yeryüzü ve gökyüzü arasında ışık hızıyla gelip giden fikirler ve arzular…
“Sütü yeterince çırpsam bir zemin elde eder miyim o fare gibi?” ya da, “Ne çırpınışı işte, azıcık daha bekle bak gerçek özgürlüğe an be an yaklaşıyorsun zaten.” Ya da, “Dışarıdan uzatılan bir ‘sebep’ olacak mı, şu an tam olarak ne için dua etmeliyim?” vesaire vesaire derken, açlığınız ve susuzluğunuz son raddesine ulaşmışken, bıçak kemiğe dayanmışken, bu kabz hali içinde fazlasıyla sıkışmış ve daralmışken, o karanlık, ışıksız ve daracık ortamda bir ışık huzmesi beliriyor sonra. Her yer hayat doluyor; nefes. Yeryüzüne mi yoksa gökyüzüne mi açılan bir kapıdan içeriye giren bir hayat bu, anlaşılmıyor ilk başta tabi. Sonra ne mi oluyor?
Sonrası, her öyküde ve yazgıda farklı farklı yazılıdır. Ve o depremler hiçbir habere konu olmaz çünkü Rabbinizden ve sizden başka hiç kimsenin bu konuda kesin bir bilgisi yoktur.