Ülkemizin meşru hükümetine yönelik 17 Aralık ve 25 Aralık’ta gerçekleştirilen vesâyetçi yaklaşım, memleketimizi maddi olarak milyarlarca dolar kayba uğratırken moral olarak yıpratmış, insanları birbirlerine itimat etmez duruma düşürmüş ve ahlâki açıdan da herkes birbirlerinin hakkında yerli-yersiz, haklı-haksız konuşmaya yöneltmiştir. Tabi bunların akabinden bir dolu gıybet, iftira, yalan, kötü zan ile günahlar kişilerin hânelerine yazılmış ve de yazılmaya devam etmektedir. Devletin en mahrem teşkilatlarına kadar nüfuz etmiş olan bu yapı için hükümet pek çok seri tedbirleri alırken bu hususlarda aydınlar ve fikir adamları görüş ve düşüncelerini kamuoyu ile paylaşmaktalar. Türkiye’mizin yetiştirdiği seçkin entellektüellerinden Metin Karabaşoğlu’nun çarpıcı ve ufuk açıcı görüşlerini faydalı olabileceği düşüncesiyle sizlere aktarmak istiyorum efendim:
“17 Aralık’tan sonraki cereyan eden süreçte tüm cemaatler Gülen cemaatini uyarmalarına rağmen onlar bunu dikkate almadılar, diyor ve devam ediyor; Cemaat kendini ümmetin üstünde bir konumda görüyor. Bu yüzden de ümmetin uyarılarına aldırış etmeme hakkını kendinde buluyor. Bu psikolojide olduğunuzda birtakım güçlerin manipülasyonuna açık hâle gelirsiniz. Bediüzzaman; ‘Aldanınız ama aldatmayınız’ der. Aldanma ihtimalini göze alarak ve hüsni zannımı koruyarak, gizli ajandadan ziyâde, hizmet adına girişilen yanlış bir yolun süreç içerisinde küresel bir güç tarafından manipüle edildiğini düşünüyorum. Cemaate sızma olduğundan söz ediliyordu sık sık. Her yapıya sızma olabilir. Eğer cemaate yönelik sızmanın adresi merak ediliyorsa, bunu Hoca Efendi’yi Amerika’ya gitmeye ikna eden çevrede aramak gerekir. Bence Hoca Efendi, birileri tarafından kuşatıldı veya ele geçirildi. Çok yakın bir zamana kadar hükümete övgüler yağdıran hareket şimdi hiçbir kural tanımadan saldırıyor. Câmianın üst yapısı, insanları kalpten değil, projeleri için kullanışlı unsur olarak sevmişler. Türkiye’nin son on yıllık performansı, tüm Müslümanlar ve mazlumlar için bir ümittir. ‘Böyle bir dünyaya mecbur ve mahkum değiliz’ direnişinin sembolü Türkiye’dir. Şu anda yeni bir dünyânın kurulması mücâdelesi veriliyor. Cemaatle hükümet arasındaki gerginlik aslında MİT krizinden beri mevcuttur. Fakat hükümet şimdiye kadar, cemaatin tavrı karşısında ‘muhatabımız son tahlilde akliselim sahibi dindar insanlar’ şeklinde bir itimatla hareket etti. Buna karşılık diğer taraf her defasında daha güçlü bir vuruşa hazırlanma çabası içinde oldu. Ve bunun sonucunda da 17 Aralık yaşandı. Hükümet de bu olaydan sonra, ‘Bu kadar hüsnü zan yeter. Artık ne yapılması gerekiyorsa yapılacak’ kararlılığına ulaştı.
Dîni bir hareket, siyâsete bu kadar bulaşırsa, dîni hareket olarak bitmiştir. O andan itibâren o hareket, siyâsi bir harekettir. İnsanlar Gülen hareketine devlet içinde gizli gizli kadrolaşsınlar, kendileri dışında hiç kimseye müsaade etmesinler, ‘her yer öyle kontrolümüzde olsun ki, hükümet bile bizim isteklerimizin dışına çıktığında hukuk dahil her türlü enstrümanla mukabelede bulunabilelim’ desinler diye destek vermedi. Cemaate verilen desteğin sebebi, bugün yaptıkları değildir. Bu hareket meşruiyetini dîni hizmet ediyor olmasında almaktaydı ve şu an bir meşruiyet krizi ile karşı karşıyalar. Cemaat dîni hizmet diye yola çıkıp meşru hükümete vesâyetçi bir anlayışla yaklaşacak noktaya gelmiştir. Kendileri dışındaki herkesi, her cemaati ve yapıyı ötekileştirmekten de öte görmeleri kendilerini de marjinalleştirecektir. Bundan sonra eski dillerine dönseler bile artık inandırıcı olmayacaktır.
Cemaat otuz senelik tecrübe sonrasındaki hâli, zayıfken mütevazi, barıştan söz eden, uzlaşmacı kendini güçlü hissettiğinde ise nasıl hegemonyacı, tepeden bakan, mutlak iktidar arayışında, hakikati ve hakikate hizmeti kendi tekelinde görmesi anlayışının hâkim olmasıdır. Kur’an bizden, ayrışmalarda bile ahlâkî çizgiden sapmamamızı ister. Cemaatin hükümetle ve diğer yapılarla ayrışırken, manipülasyona, yalana, iftiraya, yok etme çabasına bu kadar hızlı başvurması, diğer cemaatlerden yapılan uyarılara kulak vermeyip âdeta gözü dönmüş bir biçimde saldırırken ahlâkî eşiği bu kadar hızlı biçimde aşması beni şaşırttı. Bu kadarını beklemiyordum.” Diyor. Ne diyelim, haksız sayılmaz değil mi?