Zamanın ve mekanın, aniden ve tamamen değiştiği, bozulduğu, eğilip büküldüğü anlarım var. Çevremdeki tüm dekorun. İnsanın kendisini bir anda bambaşka bir hayatı ve gerçekliği yaşarken bulması gibi, paralel bir evrende. Yani tam olarak öyle değil de, yine de öyle bir şey işte… Yazıncaya kadar sır olan bu gerçeği şu anda açıklamakta da hiçbir sakınca görmüyorum bu arada. Çünkü nasılsa inanmayacak ve hepsini palavra sanacaksınız. Böylece hiçbir şeyin ‘sır’lığına da zeval gelmemiş olacak. Bir bilginin sır’lıktan çıkabilmesi için onun sadece paylaşılması yetmez, sanıldığı gibi. Bir de inanması lazımdır buna, muhatabın. İnanmayacak oluşunuza güvenerek yazıyorum tüm bunları şimdi yani. Eh, bari yazayım da en azından bir duvarla konuşmuş kadar da olsa hafifleyip rahata ereyim ben de bir nebze. Öyle değil mi? Yoksa, yazık değil mi bana? Sırlar, tabiatları gereği ağırlardır çünkü hep. Çok ağır. Paylaşılmayan ve tek başına omuzlanan her yük gibi tıpkı.
**
Bir süre önce, zeminin ayağımın altından ansızın kayıp, taşların ve duvarların tamamen yıkılıp da tek sınırın ufuk çizgisi olarak kaldığı, geniş bir boşluğun içinde buldum kendimi. Karşımda bir balon; hem de devasa, parlak ve çok gösterişli bir balon vardı o sırada. Üzeri simlerle mi kaplıydı, ne? Düşünsenize, yalnızca benim ve o balonun varlığı mevcuttu yani, bir hiçliğin ve boşluğun içinde. Keşke yazabilecek başka detaylar da olsaydı ama yok. Az önce, sanırım işlek bir kaldırımın üzerinde bir yerlere doğru yürüyordum, elimdeki alışveriş poşetleriyle. Çevrede korna sesleri falan vardı. Ne oldu, nasıl olduysa, şimdi birden bire, varlığıyla ve aniden karşımda peyda oluşuyla beni hayrete düşüren ve güzel ışıltısıyla hayranlığa sürükleyen, renginin çok açık pembe gibi bir şey olduğunu söyleyebileceğim, üzeri yaldızlarla kaplanmış, ebatı da neredeyse küçük bir dağı bulabilecek kadar büyük olan bir balon var. Bambaşka bir boyutun içine geçtim yani kısacası. Geçiş anlarıyla ilgili hiçbir şey hatırlamadığım, ışık hızındaki bir yolculukla. Alışmadığım şey değil, küçüklüğümden beri. Fakat yine de her seferinde, ilk günküyle tam olarak aynı ürperti geçer içimden hala.
**
‘Küçüklük’ dedim. Konu da tam olarak burada zaten. Şeffaf çeperinin, balonun içinde bulunanları ayan beyan dışarıya aktardığı görüntüler… Çocukluğuma ait olan sahneler ve kesitler… Onun içerisinde hala yaşanan, yaşanmakta olan, henüz geçmemiş ve bitmemiş bir hayat vardı. Kendimi izledim dışarıdan. O zayıf, çirkin ve huysuz çocuğu. Tevekkeli değil. Hep öyle anlatırdı zaten beni annem. Çirkinlik değil de “Ağzını ayırıp ağlardın” demesi koyardı bana esas, o günlerle ilgili olarak. Gerçi, zayıflığın ve çirkinliğin gözle görülebildiği gibi, huysuzluğu görüp seçemiyorum o sırada pek. Aksine, gayet mutlu olduğunu görüyorum o sırada, kendimin. Gülüyorum. Ağzımı ayırmadan. Annemin henüz anne olmayı bırakmadığı yıllarda; belli ki 90lardayız, bu arada. Bir yaz gününde. Babamın da, gözü gibi sevip sakındığı biriciğiyim. İleride beni bekleyen hiçbir hüsranı ya da şoku yaşamış değilim o yıllarda daha tabi. Her şey tıkırında. Kırılmamış hayaller, ışıl ışıl parlamakta. Eteklerim mutluluktan zil çalmakta! Tasasız ve hafifim, dolayısıyla. O anki şuurumu ve hislerimi, elbette kendi şuurum ve hislerim gibi okuyabiliyorum, bir de. Her ne kadar balonun dışından izlesem de görüntüyü, izlediğim kişi, ta kendimden bir başkası değil sonuçta. Bizim apartmanın arka bahçesindeki çiçeklere bakıyor ve onları kokluyorum, görebildiğim kadarıyla.
**
Ve yanımda, benden birkaç yaş daha büyük bir oğlan çocuğu var. “Abi” diyorum ona. Elini omzuma koyuyor şevkatle. Yüzüme bakıp sıcak sıcak gülümsüyor, güneş gibi. Yalnız her nedense, buralarda bir yerlerde garip bir huzursuzluk; çok büyük bir iç sıkıntısı başlıyor, ‘izleyen ben’ için! Kendimle olan rabıtamı birdenbire kaybediyor, o çocuk halimin halini ve duygularını da okuyamaz oluyorum. Kopuş ve yabancılaşma başlıyor… İrtibatı kaybettikçe balondan uzaklaşıyor, galiba düşüyor, irtifatı da kaybediyorum! Hızla. Balonun patlayışına şahit oluyorum sonra, uzaktan da olsa. Simlerin ve yaldızların etrafa dağılıp alev gibi sönüşlerini görüyorum, bir göz açıp kapama süresi içinde! Aklımda kalan son şey, o oğlan çocuğuna “Abi” deyişim oluyor…
Sonra bir korna çığlığı ile birlikte, artık paralel falan değil de, bambaşka bir aleme doğru, hiç beklenmedik bir göç başlıyor. Yolculuk değil, tek yönlü büyük bir göç… Sonra… Gerisini de sonra yazarım belki. Şimdilik, benim için ayrılan köşe doldu da taştı bile çünkü.
Elimdeki poşetler, kim bilir, nereye savruldu ama?! İçinde, aslında hiçbir zaman olmamış ve doğmamış olan abim için, bir doğum günü hediyesi vardı. Doğmamış olduğundan emin olmadığım ama olmadığından emin olduğum abim… O hediye… Onu görünce belki yine öyle elini omzuma koyup sıcak sıcak gülümserdi bana hem, kim bilir?