Amel defterim, günlüğüm, ya da, ne? Ne demeliyim ona? Sayfaları, yazıcı meleklerce doldurulmusşsa ilk tanım; bizzat doldurmuşsam da 'günlük' demek daha uygun düşüyor, oyle değil mi?
"Ölmeden önce bir kaç defaya mahsus olarak, her insan kendi amel defterini şöyle uzaktan da olsa, az çok bir fikir edinebileceği kadar görür arada sırada rüyasında" demişti bundan uzak yıllar önce bir bilge. Kizilderiliydi sanırım.
Gerçi, henüz kapanmamış defterlerin akibeti belirsizdir haliyle. Son nefes meşhurdur. Son nefeste koyulacak olan o son nokta, o ana kadar yazılmış olan her satırı geçersiz kılabilecek kadar güçlü ve değerli bir nokta; altın vuruştur bazen. Tabi emekleri de zayi etmeyecek kadar adil ve merhametlidir yüce rabbimiz, o başka. Fakat kimseye -haşa!- hesap verecek de değildir elbette, bir de bu var.
Yok. Dini bir yazı olmayacak bu. Zira daha çok, dünya hayatının içine düştüğüm dertlerinden yana dem vuracaktım. Bu yüzden, gelin şimdi de günlük demeyi deneyelim ona, amel defteri demek yerine. Meleklerin yazdığı kadar objektif, hakkaniyetli ve adilce yazılmış olmayan; bunun yerine, tamamen bireysel duygu ve subjektif algilarimdan müteşekkil defterim...
İçinde huzurun ve her türlü duygusal tatmin duygusunun, defterin daha çok başlarına; çocukluk dönemine ait oluşu eminim ki yalnızca beni ilgilendiren bir durum devildir. Hepinizin öyledir. Çoğunuzun degil. Hepinizin. Evet bu konuda istisna yok. Hadi şöyle bir senaryo bile aklınıza gelse durum değişmeyecektir hatta: bir kişi düşünün ki çocukluğu ülkedeki kıtlık, savaş ve hastalık yıllarına denk gelmiştir ve fakat yetişkinliğinde feleğin çarkı dönmüş, şans yüzüne gülmüş ve her anlamda bir refah ve hem maddi hem de manevi rızık içinde yaşamıştır. İnanin ki böyle bir senaryoda bile, çocukluğunda bulduğu küçük, gizli ve sebepsiz huzuru yakalayamaz o kişi. Hastayken yatağında içtiği sıcak ve naneli bir tas yoğurt çorbasının vereceği lezzet bir daha ne ağzına çalınacak ne de o türden bir sevinç kalbinin kapısını çalacaktır. Velhasıl, çocukluğun sihrine kimsenin aklı sırrı ermez azizim, ermiyor işte!
Neyse... Günlük, diyorduk. Bir kaligrafi ustasının elinden çıkmışcasına estetik, zarif ve büyüleyici harflerle yazılmış, sevinçli, neşeli ve kelebekli sayfalar, yerini, artık o kaligrafın yazmadığı açıkca belli olan harflerin kullanıldığı yazılara bırakıyor. Yazar, yine dikkatli davranmış başta biraz aslında; özenerek yazmış. O güzelim harflerin yokluğunu hissettirmemek için uğraşmış olsa gerek. Fazlaca emek vermiş evet, hakkını yemeyelim ama bakmış ki olmuyor, olacağı da yok, sonra yazılar her sayfada git gide doktor yazısından hallice...
Yazıların şekline değil, yazılanların içeriğine bakacak olursak, ki bu kısmı mahsus erteledim biraz, bizlerin aciz kalbinin ve kırılgan bedeninin kaldıramayacağı şeyler yazıyor yer yer. "Aman Allahım!" diyorum. Sarsılıyorum. "Bu kız ne yaşamış böyle?" dedigim yerler oluyor inanin ki. Ama herkesin günlüğünde öyle sayfalar vardır zaten, değil mi sanki? Bir ben değilim ya canım...
Mürekkep ise yer yer kan, çoğunlukla göz yaşı... Günlük demekten ziyade amel defteri diyeceğim geliyor deftere bu noktada. Neden derseniz, özne yer yer öyle edilgenleşmiş ki, bunlari cüzi iradesiyle, kendi isteğiyle kasten yasamayacağı, belli duruyor! Hikmeti bizlerce meçhul bir ilahi planın parçasına dönüşmüş 'gizli öznemiz'. Bir de yer yer, mürekkep olarak oyle latif, süptil ve sanırım Dünya dışı bir muhtevası olan bir sıvı kullanılmış ki, o satırları okurken her bir cümlede yeniden kendimden geçiyorum zevkten ve mutluluktan. Tekrar yaşarmış gibi.
Nardan ve nurdan yazılar... Kendi yazdığım bir günlük mü, yazıcı melekler tarafından yazılmış ve yazılmakta olan amel defterim mi bu? Ne bileyim, cok karışık işler, bilemedim işte. Gerçi bir yerde o meleklerle ta ezelden anlaşıp -anlaştırılıp- ele ele vermişiz, biliyorum, hesabın aslında görülmeden önce kesildiği ama bunun da kendi seçimimizin doğrultusunda olduğu zamanlarda.