Gençlik inceleme yazı serisi
Zamanımız, maalesef bilgisizlik ve cehaletin kol gezdiği bir devir olarak karşımızda durmaktadır. Oturduğu yerde ahkâm kesmek, dört duvar arasında kalarak dünyalara sahip olmak, bütün dünyayı sadece kendi bulunduğu yerden ibaret sanmak, daha neler neler… Ama merak ederek bunun gerçeği nedir diye arayanlar ise başka küçük şeylerle meşgul edilmekte, oyalanmakta ve insanımız gerçeklerden koparılmaya çalışılmaktadır.
Tarihte karşılaştığımız ve Sultan Fatih’e atfedilen bir söz, bizim o zamanlar ne kadar geniş ve büyük düşündüğümüzü ve ne kadar büyük işlerle uğraştığımızı anlatmaya yetmektedir.
Sultan Fatih huzuruna çıkan ve biraz da densizlik yapan Garbın elçisine; “Bizim hükmümüzün eriştiği yere sizin hayaliniz erişemez” demişti. Ve bu söz doğruydu. Bir emirle gemiler karadan yüzdürebilir miydi? İşte bu olması gayri kabil gibi görünen olay bir emirle gerçekleşmiş, bir emirle gemiler karadan yürütülmüş ve Haliç’e indirilivermişti.
Bir de şimdi halimize bir bakalım. Dünün büyüğü biz küçülmüş de küçülmüşüz… Düşünce tarzımız da değişmiş ve o da küçülmüş. Şimdi tabirimi mazur görün, “Avrupa’nın, özelikle Amerika’nın gücünün eriştiği yere bizim hayalimiz erişemez olmuş…”
İNANDIĞIN GİBİ YAŞAMAK
Bu değişikliğin temelinde “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” esası bulunduğu açıktır.
İnsanı insan yapan, onu (zorla değil her kesin gönülden kabul ettiği) dünyanın efendisi yapan inancını bir kenara koyar da, Avrupalının kendisine bile fayda vermediği zihniyetine sahip olmaya çalışırsanız, işte olacak budur.
Anne ve babanın belli olmadığı, büyük ve küçüğün saygınlığının olmadığı, helâlın ve haramın ayrılmadığı, güçlünün zayıfın tepesinde horon teptiği bir yanlış hayat tarzının peşine düşersek olacağı budur ve bu da olmuştur.
Tarihimizle övünmek bizi büyütmeye yetmez. Tarihte yaşayan atalarımız nelere dikkat etmiş, nasıl büyümüşlerse, onların hayat tarzını benimsemek ve zamanımızın teknik ve teknolojisine de sahip olmak suretiyle biz de büyür ve yeniden dünyanın efendisi haline gelebiliriz.
Ama heyhat… Okullarda, camilerde, cemiyetlerde derneklerde güya manevi değerlerimizin telkin edildiği yerlerde, çocuklarımıza ve insanımıza işin sadece inanç ve ibadet tarafını gösterilir de onun; “haksızlıklar karşısında nasıl bir yanar dağ olunması gerektiğine…” dair hakikatleri göstermezseniz, ona “esaretteki bir adamın yaşamını” telkin etmiş olursunuz.
Peygamberimizin; “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle düzeltin. Ona güç yetiremezseniz dilinizle, ona da güç yetiremezseniz kalbinizle buğz edin. Ama bilin ki buğz imanın en zayıf olanıdır” buyurması gerçeğini bile gereği kadar anlatılmaktan korkarsanız, yeni yetişen geçliğimiz ya eylem yapacağım diye terörist veya süklüm püklüm birer insan yaparsınız.
Bu tip insanlar, hemen yanı başında katledilen insanlar için bile duyarsızken, Filistin’de Patani’de, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da ve hatta ülkemiz Türkiye’de katledilen insanlar için kafasını çevirip bakmazlar bile... Ben yaşayayım da sen ne olursan ol duygusuyla hareket eden birer yaratık olurlar.
Atalarımız, “Arayan mevlasını da bulur, belasını da…” demeleri bu hakikati vurgulamak içindir. Bizler de neyi aramışsak onu karşımızda bulmuşuzdur.
İNSAN TOPLUM HALİNDE YAŞAR
İnsan tek başına dağlarda veya ıssız bir adada yaşayamaz. Sınırsız ihtiyaçlarının karşılanması değişik meslek guruplarının o işlerle uğraşması ile olacaktır. Kaldı ki insanın üremesi de yine onu yine toplum halinde yaşamaya iter.
Toplum halinde yaşayan insanların ise birbirlerine karşı sorumlulukları olduğu açıktır. Unutulmamalıdır ki güçlü olanların zayıf olanların haklarına tecavüz etmemesi, insan haklarının tarif edilmesine ve elinde siyasi gücü olanların bu hakları korumasına bağlıdır.
Ancak yine unutulmamalıdır ki “Siz nasılsanız, öyle idare olunursunuz” hakikati, toplumu meydana getiren insanların yaşam tarzlarına dikkat etmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Kötü yolda giden bir toplumun mutlu olması, iyi yoldaki bir toplumun da bedbaht (mutsuzluğu) olması düşünülemez.
Bir başka ayette; “Hiçbir kavim (toplum) içinde yaşadığı durumu değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez” buyurarak biz yanlış hayat tarzı sürdürdükçe yanlış yönetimlere, yanlış uygulamalarla boğuşup duracağımızın ilanı demektir.
Önce düşünce tarzımızı sonra hayat tarzımızı doğru yola indekslememiz halinde hakları koruyan yönetimlere ve uygulamalara kavuşacağız, demektir.
ŞUUR (BİLİNÇ) SAHİBİ OLMAK
Şuur; bir işi yapan bir insanın, yaptığı işin, kimin işine yaradığını baştan hesap edebilmesidir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bu konuda “Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Allah’ın nuruyla nazar eder (bakar)” buyurması işte bu önemli olaya işaret etmesi sebebiyledir.
Bu sözün “manayı muhalifi (tersten manası) ise feraseti (şuuru) olmayan, neyi niçin yaptığını bilmeyen insanın mü’min olamayacağına…” dair işaret taşımasıdır.
Şuurlu bir insan “uydum kalabalığa” diyerek, kalabalığın gitti yere gitmez. Bilakis o inandığı şeyi, kalabalıktaki insanların da tanıyabilmesi için elinden geleni yapar. Necip Fazıl Kısakürek’in söylediği gibi; “Durun kalabalıklar, bu yol çıkmaz sokak,/ Diye bağırsam, kollarımı açarak” der ve kalabalıkların yolunu düzeltmeye çalışır.
Zamanımız, maalesef bilgisizlik ve cehaletin kol gezdiği bir devir olarak karşımızda durmaktadır. Oturduğu yerde ahkâm kesmek, dört duvar arasında kalarak dünyalara sahip olmak, bütün dünyayı sadece kendi bulunduğu yerden ibaret sanmak, daha neler neler… Ama merak ederek bunun gerçeği nedir diye arayanlar ise başka küçük şeylerle meşgul edilmekte, oyalanmakta ve insanımız gerçeklerden koparılmaya çalışılmaktadır.
Tarihte karşılaştığımız ve Sultan Fatih’e atfedilen bir söz, bizim o zamanlar ne kadar geniş ve büyük düşündüğümüzü ve ne kadar büyük işlerle uğraştığımızı anlatmaya yetmektedir.
Sultan Fatih huzuruna çıkan ve biraz da densizlik yapan Garbın elçisine; “Bizim hükmümüzün eriştiği yere sizin hayaliniz erişemez” demişti. Ve bu söz doğruydu. Bir emirle gemiler karadan yüzdürebilir miydi? İşte bu olması gayri kabil gibi görünen olay bir emirle gerçekleşmiş, bir emirle gemiler karadan yürütülmüş ve Haliç’e indirilivermişti.
Bir de şimdi halimize bir bakalım. Dünün büyüğü biz küçülmüş de küçülmüşüz… Düşünce tarzımız da değişmiş ve o da küçülmüş. Şimdi tabirimi mazur görün, “Avrupa’nın, özelikle Amerika’nın gücünün eriştiği yere bizim hayalimiz erişemez olmuş…”
İNANDIĞIN GİBİ YAŞAMAK
Bu değişikliğin temelinde “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” esası bulunduğu açıktır.
İnsanı insan yapan, onu (zorla değil her kesin gönülden kabul ettiği) dünyanın efendisi yapan inancını bir kenara koyar da, Avrupalının kendisine bile fayda vermediği zihniyetine sahip olmaya çalışırsanız, işte olacak budur.
Anne ve babanın belli olmadığı, büyük ve küçüğün saygınlığının olmadığı, helâlın ve haramın ayrılmadığı, güçlünün zayıfın tepesinde horon teptiği bir yanlış hayat tarzının peşine düşersek olacağı budur ve bu da olmuştur.
Tarihimizle övünmek bizi büyütmeye yetmez. Tarihte yaşayan atalarımız nelere dikkat etmiş, nasıl büyümüşlerse, onların hayat tarzını benimsemek ve zamanımızın teknik ve teknolojisine de sahip olmak suretiyle biz de büyür ve yeniden dünyanın efendisi haline gelebiliriz.
Ama heyhat… Okullarda, camilerde, cemiyetlerde derneklerde güya manevi değerlerimizin telkin edildiği yerlerde, çocuklarımıza ve insanımıza işin sadece inanç ve ibadet tarafını gösterilir de onun; “haksızlıklar karşısında nasıl bir yanar dağ olunması gerektiğine…” dair hakikatleri göstermezseniz, ona “esaretteki bir adamın yaşamını” telkin etmiş olursunuz.
Peygamberimizin; “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle düzeltin. Ona güç yetiremezseniz dilinizle, ona da güç yetiremezseniz kalbinizle buğz edin. Ama bilin ki buğz imanın en zayıf olanıdır” buyurması gerçeğini bile gereği kadar anlatılmaktan korkarsanız, yeni yetişen geçliğimiz ya eylem yapacağım diye terörist veya süklüm püklüm birer insan yaparsınız.
Bu tip insanlar, hemen yanı başında katledilen insanlar için bile duyarsızken, Filistin’de Patani’de, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da ve hatta ülkemiz Türkiye’de katledilen insanlar için kafasını çevirip bakmazlar bile... Ben yaşayayım da sen ne olursan ol duygusuyla hareket eden birer yaratık olurlar.
Atalarımız, “Arayan mevlasını da bulur, belasını da…” demeleri bu hakikati vurgulamak içindir. Bizler de neyi aramışsak onu karşımızda bulmuşuzdur.
İNSAN TOPLUM HALİNDE YAŞAR
İnsan tek başına dağlarda veya ıssız bir adada yaşayamaz. Sınırsız ihtiyaçlarının karşılanması değişik meslek guruplarının o işlerle uğraşması ile olacaktır. Kaldı ki insanın üremesi de yine onu yine toplum halinde yaşamaya iter.
Toplum halinde yaşayan insanların ise birbirlerine karşı sorumlulukları olduğu açıktır. Unutulmamalıdır ki güçlü olanların zayıf olanların haklarına tecavüz etmemesi, insan haklarının tarif edilmesine ve elinde siyasi gücü olanların bu hakları korumasına bağlıdır.
Ancak yine unutulmamalıdır ki “Siz nasılsanız, öyle idare olunursunuz” hakikati, toplumu meydana getiren insanların yaşam tarzlarına dikkat etmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Kötü yolda giden bir toplumun mutlu olması, iyi yoldaki bir toplumun da bedbaht (mutsuzluğu) olması düşünülemez.
Bir başka ayette; “Hiçbir kavim (toplum) içinde yaşadığı durumu değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez” buyurarak biz yanlış hayat tarzı sürdürdükçe yanlış yönetimlere, yanlış uygulamalarla boğuşup duracağımızın ilanı demektir.
Önce düşünce tarzımızı sonra hayat tarzımızı doğru yola indekslememiz halinde hakları koruyan yönetimlere ve uygulamalara kavuşacağız, demektir.
ŞUUR (BİLİNÇ) SAHİBİ OLMAK
Şuur; bir işi yapan bir insanın, yaptığı işin, kimin işine yaradığını baştan hesap edebilmesidir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bu konuda “Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Allah’ın nuruyla nazar eder (bakar)” buyurması işte bu önemli olaya işaret etmesi sebebiyledir.
Bu sözün “manayı muhalifi (tersten manası) ise feraseti (şuuru) olmayan, neyi niçin yaptığını bilmeyen insanın mü’min olamayacağına…” dair işaret taşımasıdır.
Şuurlu bir insan “uydum kalabalığa” diyerek, kalabalığın gitti yere gitmez. Bilakis o inandığı şeyi, kalabalıktaki insanların da tanıyabilmesi için elinden geleni yapar. Necip Fazıl Kısakürek’in söylediği gibi; “Durun kalabalıklar, bu yol çıkmaz sokak,/ Diye bağırsam, kollarımı açarak” der ve kalabalıkların yolunu düzeltmeye çalışır.