Süleyman Peygamber, isyan eden bir devi şişeye hapsetti ve denize attı. Böylece, “İlk Hapishaneyi” ortak dağarcığımıza kattı.
Kaldı ki o zaman -af buyurun- hafifmeşrep bir “genel af da” gündem dışıydı.
Alâeddin, şişesine dokundu ve cini ortaya çıkardı. Cinin bir dudağı yerde, bir dudağı gökteydi. Ve Alâeddin’e “Dile benden ne dilersen” dedi. İhtiyaçlar sonsuz, tutkular arsız, kalpler susuzdu.
Alâeddin; “Tüm dünyayı” sonra “ Evreni” istedi. Tamâh katlanarak, göğe yükseldi.
Bazı şişelerde ‘gözyaşı’ saklanırdı. Gözyaşı, onarıcı bir devranı, zaten kısıtlı bir süreyi göz ardı ederek; sürekli mızırdanır, şişenin tepesini attırırdı.
Sonra ırmaklar marifetiyle, denizlere akardı. Yeise düşen, bedbin denizlerin yüreği, göz göz olup kabarırdı. Merhametli gökyüzü ise; feyizler hediye ederek, tesellî bahşederek, ferahfeza makamında ağlardı.
Hokkabazın şişeleri muhtelifti. Onları havaya atar, tutardı. Zaman, hızla meçhule akarken.. seyircilerin de aklı fikri, şişelerin büyüsüne tutulurdu. Halk, hep yanılsamalara tutunurdu...
Bir ses “Cambaza bak, cambaza!” diye ünlerdi. “Gör şişeyi!” diye mütehakkim gürlerdi. Seyirci kıpırdamaz, pür dikkat kesilirdi. Seyirci ve yüreği, birlikte siftinirdi.
Yazar, metinlerini şişeye özenle yerleştirdi. Sanatçı, şişeyi aşkla boyadı. O da içine bir mektup koydu. Beraberce deryaya saldılar.
Belki, günün birinde bir bileni, seveni bulunurdu. Okunurdu. Usulca yüreklere sokulur ve dokunurdu. Sonra güzellikler dokunurdu. Yoksa ummanlar yitik, gömük şişelerle dolu; heyheylenip dururdu.
Sarhoş, şişeyi boğazına dikti; sonuna kadar içti. Ancak, sarhoşluktan şişeleri karıştırmıştı. İçtiği mayi, gökyüzü renkliydi; lâkin rengi de herkese görünmezdi. O yüzden öyle sarhoşladı ki; tuzağa düştü, cezbeye geldi ve artık ona “Meczup” dendi.
Attığı “Hayytt!” narası, “Hay’a”; “Huu’ya” ve ateşîn, dumanı üstünde, coşkulu bir “Ahh!’a” dönüştü.
Yunan kızı Pandora; garip ışıklar saçan, kapalı kutuyu merak etti. Kutu gittikçe cazibesini artırıyordu. Yoğun bir ‘kamuoyu baskısı da’, açması için zorluyordu.
Dayanamadı, kapağı kaldırdı. Karanlık ruhlar ortaya saçıldı. “Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü..” sözü de oradan kaldı.
Mücevher kutusunun, hakikisi, yalancısı vardı. Hakikîsinin bağrında “billurdan aşklar, gül nazarlıklı gönüller, gülâbdanlar” parlardı. Sahtesinin içinde; vicdansız elmaslar, çevresine istihkârla bakan mağrur cevherler, şık şıkırdım altınlar, pes pespaye dolarlar yanardı.
Dervişin kutusu, hücre olur, içine girer oturur; çileye soyunurdu.
Netameli bazı yıllarda kimi gençler; uçan kuştan esen yelden esirgenerek, ‘tabut kutulara’ konuldular.
Pembe genç kızlar, hayallerini, ümitlerini pembe sandıklara koydular.
Dracula; gündüzleri sandığına girerek, ‘güzellik uykusu’ çekmeden edemeyen, geceleri değerlendirmeyi seven bir vampircağızdı. Geçmişten ve gelecekten gelen ‘sevme özürlü’ bazı arkadaşlar, onu nedense pek kıskandılar.
“Hepimizin sonu, Nasılsa Sanduka/Tabutuka, Taktuka yani Tukaka!” deyip; göğsünden kazık çakarak; hiçbir zaman üşümeyeceği, ebedî istirahatgâhına yolladılar.
Tarihteki “İlk Kazıklanma” vakası da budur.
Cimrinin sandığı; yosun tutmuş, küf bağlamış; hatta inatla bir türlü açılmayarak, içindekileri sahibinden saklamıştı... Cömerdin ki üçüz, beşiz, ondörtüz doğurmuştu.
Gönül adamı sandığına, “Aşk Değerini” koymuştu. Cevherli, nadide yüreğiyle, daha da değerlendirerek, bereketlendirerek; her an dağıtmakla, yağmalatmakla meşguldü. Ama sandığın içi hep lebalep doluydu.
Âşık, bütün şişe, kutu, sandıkları kırmak isterdi. Ne de olsa hepsi şekilden ibaretti. Aşkın gölgesi, ona yeterdi.
İnkârcı, ruhunu aldı; bir sandığa kapadı. Ziftle mühürledi. Ve iblis’in ellerine saldı.
“Dünya Dilencisi’nin” ruhu da bir sandıktaydı. Lâkin sandık açılır kapanır, güzel ve erdemli insanların yanında ruh serbest kalır, aydınlanır; aksinde kararır kalırdı.
Münafık, ruhunu şişeye, şişeyi de kutuya koydu. Kutuyu da sandığa.. Dibi görünmez bir uçurumdan aşağı attı. Her şeyi aşağılamak, düşürmek, sıfıra bulamak istiyordu.
“Günün Adamı’nın” sandığı; çok bölmeliydi ve rengârenkti. O kadar çok renk değiştiriyordu ki, görenler hayrete düşüyordu. Sonunda anlaşıldı. O; renksizdi. Sandığının çekmecelerini ite çeke, iyice aşındırmış, yalama yapmıştı. Güç belâ, fazlaca önemsediği bir şeyi, çekmecelerden birine sakladı sonunda...
Öldü, mirası pay ediliyordu. Varisleri sandıktaki hazineyi hayalliyordu. Bölüşmeye ne kalmıştı şunun şurasında. Heyecan ve hırsın kuşattığı gümbürtülü yüreklerle, sandık açıldı. Zahmetsizce konmak göçmek ne hoştu. Amma velâkin sandığın içi boştu.
“Deli Kız’ın” çeyizi; “Dünya sandığındaydı”. Kıza, “Malihulya” da derlerdi. Deli Kız, bazen delilenir, sandığını açar. İçinden savaşlar, açlık, fitne fesat yazan, defolu, “Made İn Şer” damgalı; esaslı, ‘popüler esanslı’ malları çıkarır, engin bir cömertlikle sağa sola dağıtırdı.
Sandığın içinde fazilet, inanç, mürüvvet, fütüvvet gibi güzellikler de vardı. Ancak sandıktaki vuruş kırıştan, cebelleşmeden zavallıların sesi sedası kesilir; varlığını duyuramaz, bir türlü üste çıkamazdı.
“Dişi Ruh’la” “Eril Ruh’u” ; aynı sandıkta iki ayrı yere bıraktılar. Aralarında kuş uçmaz, kervan geçmez, ıpıssız çöller; yarlar, zıt kutuplu yollar, muamma ve dilemmalar vardı.
Fakat muzır ve müteşebbis, ‘ERişkin akıllı’ Eril Ruh; nasıl yaptıysa yan bölmeye atlayıverdi. Sandık az sonra patlayıverdi.
Parçalar dört bir yana saçıldı. Kiminde yanık izleri bulunuyordu.
Gene de, her birinin üstünde “AŞK” yazıyordu.