TYB Konya Şubesi’nin ilgi çekici programlarından biri de “Tematik Filmler Sıkıcı mı? Yoksa…” başlıklı, Dr. Murat Küçükhemek’in konferansıydı.
Sanatın gayesi; Nuri Bilge Ceylan, Tarkovski,Bergman gibi yönetmenlerin filmlerinden sahneler, alt metinler katmanlar ve tüm bunların önemi üzerinde duruldu. “Doğu toplumlarının görsel yerine işitsel kültüre yatkınlığı”, Batılı bilinçle aradaki farklara, temel noktalara değinildi; İran Sineması, Cem Yılmaz, Recep İvedik filmleri üzerine konuşuldu.
Batı’da takdir gören, fakat Türkiye’de sıkıcı bulunan Nuri Bilge Ceylan sineması üzerine yapılan değerli tespitlerden biri de şuydu.
“Ceylan, gözüyle anlatıyor, diliyle değil, öncelikle göze hitap ediyor. Batılı bilinç de o ödülleri Ceylan’ın hikâyesine değil, sanatına veriyor. Görsellikteki maharetine. Kamerasının gücüne. Kadrajının yetkinliğine”. ( Dücane Cündioğlu, Sanat ve Felsefe, Kapı Yayınları, 2012, s. 157)
Yine programda sıradan seyircinin bizlerin fark edemeyeceği arka plana; iz bırakan filmleri zenginleştiren sanat(çı) işbirliklerine, mesela ünlü yönetmenlerin etkilendikleri bazı ressamların tablolarına; sinema sanatının derinlik ve inceliklerine yer verildi.
Hızla bakıp gittiğimiz tablolar ve sonra ehemmiyetsiz gördüğümüz hayat sahneleri; nihayetinde bakma okuma sorunları…
Hollandalı ressam Van Gogh adı programda sıkça geçti. Cazip konu, bazı okumaları yeniden yapmama sebepti. Yolumuz nasılsa kitaplardan geçerdi.
Söz gelişi, kimi sinemacıların esinlendiği ve sevdiği sanatçılardan Van Gogh’un Hapishane Avlusu(1890) adlı tablosunu, felsefeci Dücane Cündioğlu şu şekilde okumuştu:
“Hayret içinde seyrettim. Hüzünle. Acıyla. Huşuyla. Önünden ayrılamadım. Şaşmış, şaşakalmıştım. Van Gogh’un hapishane deneyimi yoktur(…) Esaret. Özgürlük duygusunun yitimi. Dört duvarla yolları kesilen adamların içine düştüğü o fasit daire. Bir türlü içinden çıkılmayan o lanet olası kısır döngü. İnsanı kuşatan çember. Nefesini daraltan pranga.
Hapishane avlusu. Duvarlarla yolu biçilen, süngerlerle beyni içilen otuz yedi adam.(..) bu tabloyu yaptıktan bir süre sonra Van Gogh tabancasını göğsüne sıkacaktır, tam da otuz yedi yaşında.
Resmi yaptığında St. Remy Kliniğinde tedai altındadır ve ağır buhranlar içindedir.
Üşenmemiş, birkaç yıl önce Fransa’nın güneyinde o manastır hastanesini ziyaret etmiştim. Odasını. O küçücük odada neler çekmiş, hangi buhranlarla boğuşmuş olabileceğini tahayyül etmeye çalışmıştım. Cinnetini.(….) Kasvet. Keder. Elem. Hüzün. Kendi hapishanesini çizmiştir aslında. Otuz yedi yıllık ten hapishanesini.
Tende mahpus kalmış bir canın sıkıntılarını yaşıyordu. Kendi gölgesinin dışına sıçrayamamanın ıztırabını. Taştan duvarlar değil etten duvarlar arasındaydı.”
Cündioğlu da hapishane günlerinde; avluda volta atar. Usta bir şairin Necip Fazıl’ın meşhur dizeleriyle beraberdir: “Duvaaar, duvaar, katil duvar yolumu biçtin…”
“Ancak..” diyecektir “çok sonra anlayacaktım ki aslında yolumu biçen karşımdaki beton duvarlar değil, bizzat kendimmişim. Duvar da bendeymiş, sünger de. O meşum duvarın ustası da benmişim(…) Ten duvarını yıkmak için yılların geçmesi gerekmez, ölmek yeterli. Van Gogh gibi değil ama Şems gibi” (s. 64-66)
…
Esrarengiz bir tevafukla Van Gogh’la yine karşılaştım, okumakta olduğum Paul Auster’in “Yalnızlığın Keşfi” isimli hatıra romanında. Auster de onun Yatak Odası( Yapıldığı tarih 1888) adlı tablosuna kafasını yorar. Ressam resmin çiziliş nedenini, ayrıntılarını; sonradan gerçekleşecek intiharının ipuçlarını vermektedir aslında:
“Van Gogh erkek kardeşine şöyle demekte: ‘Bu kez yalnızca benim yatak odam… Resme bakmak insanın beynini ya da daha çok düş gücünü dinlendirmelidir…
Duvarlar soluk mor renkte. Döşeme kırmızı tuğladan yapılmış.
Yatağın ve iskemlelerin tahtası taze tereyağı sarısı, çarşaflar ve yastıklar çok açık limon yeşili.
Yatak örtüsü kızıl. Pencere yeşil.
Tuvalet masası turuncu, leğen mavi. Kapılar leylak renkli.
Ve hepsi bu-bu odada panjurları kapalı hiçbir şey yok…
Dinlenmem için zorla yatırıldığım odadan böylece alınmış bir intikam…
Bir gün sana öteki odaların resimlerini de çizeceğim.”
Oysa Yazar aynı fikirde değildir, resmi inceledikçe farklı bir görüşe sahip olacak, çeşitli açılımlar yapacaktır. Doğrusu, yazdıkları içimi burktu:
“A.(Auster) resmi incelemeyi sürdürürken Van Gogh’un, başlarken yapmayı düşündüğünden büsbütün değişik bir şey yapmış olduğu duygusuna kapıldı. A.nın ilk izlenimi, gerçekten de sanatçının tanımladığı gibi, bir dinginlik, bir dinlenme’ duyusu. Ama giderek, tuval üzerine gösterilen odanın üzerinde oturmayı denedikçe, orasını bir hapishane, olanaksız bir yer, yaşanacak bir yerin değil, orada yaşanmaya zorlanmış zihnin bir imgesi olarak görmeye başladı. Dikkatlice gözle. Kapının birinin önünü yatak, ötekinin önünü bir iskemle kapıyor, panjurlar kapalı: İçeri giremezsiniz, bir kez girince de dışarı çıkamazsınız. Odanın içindeki mobilyalar ve gündelik nesneler arasında boğulurken, bu resimde acılı bir sesin ağlayışını duyarsınız ve siz onu duyduktan sonra bir daha susmaz o ses. ‘Kederimden ağladım…’ Ama bu ağlayışa yanıt veren olmaz. Bu resimdeki adam (ve bu, ressamın kendi çizdiği portresi, gözleri, burnu ve dudaklarıyla bir adamın yüzünün resminden farklı yanı yok) çok yalnız kalmış, yalnızlığın derinliklerinde çok fazla çabalamış. Dünya, önüne engel konmuş o kapıda bitiyor. Çünkü oda, yalnızlığın bir simgesi değil, yalnızlığın özü. O kadar ağır, öylesine solunmaz bir şey ki bu biçim dışında başka bir biçimde gösterilmesi olanaksız.” ( Paul Auster, Yalnızlığın Keşfi, Can yayınları, çev. İlknur Özdemir, 2023, s. 182-184)
Kendi yalnızlığını anlattığı kitabının bir yerinde, özellikle babasıyla ilişkilerinden bahsederken “başka birinin yalnızlığına girmenin imkânsızlığına” temas eder Paul Auster.
Envaitürlü yalnızlık vardır. Belki her insan bir anlamda yalnızdır; lâkin teselliler, ümitler, kesişme ve paylaşımlar da vardır. Aksi takdirde film gibi, roman benzeri(!) hayatımız fevkalade zorlaşacaktır. Hâlbuki dünya sevgisi ağır basar, bir dirençle enerjiyle yaşayıp gideriz işte!
…
Son bir ç/alıntı yapalım:
“SİNEMA, gök kuşağına doğru sürüklerdi. Yeni bir film Salı günü, büyüklereydi. Çocuklar Cumartesi 14.30’u beklemek zorundaydı.
Pazar günü öğleden sonra, “Baharlı ilçesi’nden” gelecek kurumlu hanımlar beylere, ukala tepeden bakışlı çocuklara hasredilirdi salon çoğunlukla.
O gün, filmi seyretmeyip; yarı karanlıkta pis pis etrafı(kızları) süzen “tatlıcı” ve burnundan düşmüş uyuz, vızıltı oğlu bile ortalıkta gözükmez, dip köşeye sinerdi.
Sinir olurlardı. “Kendi sinemalarınıza niye gitmiyorsunuz?”
“Yok ki!”
Sinemayı kıskanırlardı. Bir sinemaları vardı, daha neleri olsun.(…)
Ellerinde nohut ya da kırık leblebi paketleri; film akar gider, sürekli genişlettikleri, el sürülmez, bir mabet haline getirdikleri cennetlerine götürürdü.
Tabii kızlar için ‘eve dönüş’ her zaman söz konusuydu. O zamana ‘Beyaz Perde’ siyahlaşır, kalplerini kap(ardı).(…)
Aziz, çocuklar(Cahide’yle Nur) sinemaya gitmek için ondan izin istediğinde, bazen telefon açtırır, film hakkında bilgi talep ederdi. Nur yel yepelek telefon başındaydı:
“Santralcı Amca, film terbiyeli mi terbiyesiz mi? Dansöz oynuyor mu oynamıyor mu?”
“Santralcı Amca” filmdeki başrolü paylaşanların ismini söyler, ekseri de “renkli, sinemaskop…” gibi seyirlik bilgiler verirdi; ama meselâ Aysel Tanju’nun, Zennube’nin çıkıp çıkmadığını, Suzan Avcı’nın edepsizlik derecesini, dansözlerin fink atıp atmadığını bildirmezdi.
Babalarına azıcık daha yalvarır; çaresiz, kararlamasına sinemaya kaçtıkları da olurdu. Aziz sorardı: “Film nasıldı?”
Yutkunup lafı ağızda geveler, “Sinemaskop” derlerdi.
Sevil sinemaya “eniştesiyle” beraber gittiğinde, film hakkında Azizin de malûmat verdiği vakiiydi. Sadece inancına gömülmüş, dünyadan habersiz bir adam değildi Aziz.
Benzer ilgileri, müşterek bir yönü hissettirdiğinde; “tepedeki buyurgan, ağır başlı adam” görüntüsü yıkılır, mesafesi az, sıcak cinema dolu bir hava aralarında dolaşırdı. (Hüzeyme Yeşim Koçak, Sarılmak, Akçağ Yayınları, 2011, s. 52-55)
…
Oku(n)malar doku(n)malar… Bir program nelere sevk etti, vesile oldu. Nereden nereye?
Hayata hangi Perde’ den bakacağız veya kat kat perdeleri nasıl kaldıracağız? Sonuçta hepimiz oyuncuyuz.
Teşekkürler TYB Konya, teşekkürler Murat Küçükhemek, toprağın bol olsun Paul Auster ve teşekkürler Dücane!
Ayıp olmasın, kendime teşekkür etmeyeyim artık.
Sinema Bakışlar Tablolar ve (Yalnızlık) Ötesi
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.